Behzat Ç. geri dönüyor!

Hürriyet'in yazarı Cengiz Semercioğlu Erdal Beşikçioğlu ile bir röportaj gerçekleştirdi.

Erdal Beşikçioğlu’yla Burak Sergen’le arasını açan Marquis de Sade oyununun son genel provasında buluştuk. Önce oyunu izledim, sonra Erdal’la oturup sohbet ettik. Yeni “Behzat Ç.” müjdesini verdi, kızı ve oğluyla ilişkisini anlattı. Yeni dizisinin “Efsane” olacağını söyledi, laf ülkenin gidişatına gelince de “Tedirgin edici günler yaşıyoruz. Bu tedirginlik içerisinde hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya çalışan bir toplum var. Tatlı bir şizofreniye doğru gidiyoruz” dedi.

BU OYUNU SEYRETMEME ÖZGÜRLÜĞÜN VAR

Yeni oyun hayırlı olsun. Böyle bir dönemde “Quills-Tüy Kalemler” gibi bir oyunu sahnelemek delilik mi, cesaret mi? Malum Marquis yüzyılların en provokatif adamı...
- Marquis basit bir şey söylüyor; sen nereden okumak istiyorsan, hayali oradan kurarsın. Eğer sen bunun başka bir imada bulunduğunu algılıyorsan, o benim yazdığımdan değil, yazdığımı senin yorumlama biçiminden kaynaklanıyor.

“Kadifenin içine iğne giriyor, çıkıyor, giriyor, çıkıyor” diye anlatıyor ama...
- Bak, nasıl okuyorsan hayali öyle kuruyorsun. Ne yapsın, adamın mesleği terzilik!

Marquis’nin senin anlattığın akıl hastanesinde geçen son dönemi, yapmak zorunda kaldıkları üzerine kurulu. Önceki dönemlerinde ise pornografiyi zorlayan metinleri var.
- İster istemez yani. Her yaşın kendi içinde farklı olgunlukları var. Senin 16 yaşında yaptığın çapkınlıkla 20 yaşında yaptığın çapkınlık bir değil ki. Şimdi 40 yaşında yaptığınla belki 60 yaşında yapacağın da bir olmayacak. O yüzden sanatçıları dönem dönem, olgunluklarına göre değerlendirmekte fayda var.

Yine de bu oyun yanlış anlaşılmalara açık olabilir. Mesela Yeni Akit böyle bir eğlenceyi kaçırmaz, manşet yapar seni...
- Akit nasıl okumak istiyorsa öyle okur ve ister istemez manşet olur. Ben ancak nasıl okuduğunuza bakarım. “O aslında öyle değil, böyle” deyip karşı tez getirebilirim.

Daha önceki oyunlarında bu tür sıkıntılar yaşadığın oldu mu?
- Kültür Bakanlığı’ndan ödenekli tiyatro olmadığım için ve buradaki salona gelen insanlar da tercih edip geldikleri için bana kimse hiçbir şekilde karışmadı. Karışamaz da zaten. Ben burada belli bir para karşılığında seyirciye iş sunuyorum. Bunu seyretmeyebilirsin. Seyretmeme özgürlüğün var. Ama seyretme özgürlüğüne de karışamazsın. Eleştirme özgürlüğün de var elbette. Ama beni değil. Eğer Marquis’yi beğenmediysen onu eleştirebilirsin. “Ay canım sen bunu nasıl sahneye koydun” diyemezsin.

Hangi şehrin seyircisi daha iyi? İstanbul mu, Ankara mı, yoksa İzmir mi?
- Üçü de birbirinden farklı. Ankara seyircisi metni bilir, sahnede nasıl yorumlandığına gelir. İstanbul seyircisi metinle çok fazla ilgilenmez. “Eğer bu adam onuyorsa enteresan bir iş çıkabilir” diyerek gelir. İzmir’in seyircisi ise bambaşkadır. Çok daha keyiflidir. Hiçbir zaman yalnız bırakmıyor beni. İyi bir şey varsa hemen geliyor.

SAHNEDE YARI ÇIPLAK KÖTÜ MÜ GÖRÜNÜYORUM?

Oyunda çoğu sahnede yarı çıplaksın. Vücudum nasıl görünüyor diye kaydedip izledin mi hiç kendini?
- Asıl kendini görmek cesaret işi. O cesareti gösteremiyorum ben. Bu yüzden de kendimi sahnede kaydettirip seyretmiyorum. Doğru olmuyor çünkü. Sahne başka biçimi olan bir yer. Siz onu dijital bir ortama kaydettiğinizde salondaki etkisini hiç vermiyor.

Çıplak vücudunun görüntüsü açısından sordum. Merak eder belki insan...
- Çok mu kötü görünüyorum? Atacak mısın böyle bir başlık? Atacaksan hazırlıklı olayım.

Beğendiğin ve çalışmak istediğin kadın oyuncu kim var televizyonda ve sahnede?
- Zor soru sordun. Rol üzerinden konuşmak gerekir tabii. Mesela Canan’la (Ergüder) “Behzat Ç.”de çok keyifli vakit geçirdik. Mine’yle de (Tugay) çok keyifli vakit geçirdik. Seda (Bakan) baştan beri bizimleydi. En son “46”da da çalıştığım arkadaşlar vardı. Yasemin Allen çok enteresan çıktı mesela. Hiç öyle bir şey beklemiyordum.

Geçen günkü açıklamanda “46’yı sektör istemedi” dedin.
- Doğru tabii, yalan mı? 1 saate ne kadar reklam koyabilecek ki? İşin geliri yok.

Belki de bu işler Blu TV, Netflix gibi dijital platformlarda olmalı...
- Reyting cihazlarının şu anda komple değişmesi gerekiyor zaten. Buna da zaman gelecek diye düşünüyorum.

YENİ BEHZAT Ç. BLU TV’DE OLACAK

Tatbikat Sahnesi’nin İstanbul’a taşınma gerekçesi neydi? Uniq’te de olacaksınız.
- Tatbikat sadece İstanbul’da değil ki. İzmir, Antalya ve Mersin’de de var. Bizim birtakım anlaştığımız sahnelerimiz var. Ama asıl fabrikası Ankara’da. Ekmek orada pişiyor ve diğer taraflara servis ediliyor.

Ama bu sezon seni İstanbul’da daha çok göreceğiz galiba...
- Bu sezon birtakım televizyon programları ve projeleri var. Eğer onlar olursa evet göreceğiz. Biz Uniq’le haftanın iki günü üzerinden anlaşma yaptık. Biri “Bir Delinin Hatıra Defteri”, diğeri “Quills-Tüy Kalemler”. Bir de “Woyzeck Masalı”mız gelecek, Ankara’da. Onu burası için tekrar adapte edeceğiz ve senfonik rock haline getireceğiz buradaki sahnemizde. Daha sonra Civan Canova’nın yazdığı “Erkekler Tuvaleti” oyunumuz var, onu getireceğiz. Yine Sam Shepard’ın yazdığı “Aşk Aptalı” oyununu da sahneleyeceğiz.

Bu yoğun tempo içinde televizyona zaman ayırabilecek misin?
- Valla ben televizyona zaman ayırırım da televizyon bana zaman ayırır mı onu bilmiyorum.

“Beyaz Gölge”nin yerli versiyonu “Efsane” dizisinde rol alacağın söylendi...
- Evet, o projeyi yapacağız gibi gözüküyor. Konuşuyoruz hâlâ. Henüz elle tutulur hale gelmiş değil ama yol alacağız gibi gözüküyor.

Sen sıcak baktın mı peki hikayeye?
- Güzel bir hikaye, yönetmeni de iyi... Ben sıcak baktığımı söyledim...

Bir Oksimoronun Hikayesi ne oldu?
- Çok güzel bir hikayeydi ama seneye kaldı. Bu sezon ben üçüncü bir karakterde kendimi sahnede görmeye tahammül edemem, seyirci hiç edemez.

“Behzat Ç.”yi de ocak ayında tekrar çekeceksiniz değil mi?
- Niyetimiz var. Kanal D’nin dijital platformu Blu TV’yle bu konuyla ilgili konuşuyoruz. Onlar da çok heyecanlı, biz de çok heyecanlıyız, izleyici de. Umarım telifiyle ilgili bir sıkıntı olmaz. Ben oynamaktan keyif alırım.

“Behzat Ç.”yi herkes kadar sen de sevdin değil mi?
- Sevilmeyecek karakter değil ki... Şahane ve çok da güzel yazılmış bir karakter. Bir roman uyarlaması olduğu için detayları çok fazla olan bir karakter. O yüzden o sularda yüzmek şahaneydi.

BURAK ABİ’Yİ HÂLÂ ÇOK SEVİYORUM

Marquis de Sade’in filmlerini de izledim, kitabını da okudum. Konuya biraz vakıf sayılırım...
- O halde yaptığımız dramaturjinin de farkındasındır. Yaklaşık bir 45 dakikası yok. Ama hikayeyi biraz daha toparladık.

O 45 dakikanın olmamasının nedeni, fazla provokatif olması mı?
- Konu o kadar güzel ki yan hikayelere ihtiyacımız yok aslında. Sinema senaryosu gibi... Diğer müdürü ve Marquis’nin ailesini işin içine sokmaya gerek yoktu. Biz yazma eylemi karşısında gösterilen o tepkiyi, sansür olayını daha çok ön plana çıkardık. “Yazma eyleminin biçimi kişiden kişiye değişir” ana fikrine odaklandık. Diğer yan hikayeler bizi ilgilendirmedi.

Role hazırlanırken Sade üzerine çekilmiş filmleri izledin mi?
- Bu adam zaten uzunca bir süredir ilgini çeken bir adam olduğundan, ne yaptığını, nerede ne dediğini, aforizmalarını ister istemez biliyorsun. Oynayacağız diye her şeyini okuyalım, izleyelim demedik. Bu adam zaten enteresan biri ve zamanında onu takip etmişiz. Tıpkı günümüzdeki Bukowski gibi aslında.

BURAK SERGEN’DEN SONRA 20 GÜNDE EZBER YAPTIM

Sadizmin kuramcısını anlattığın oyunda sadistliğin mi tuttu da Burak Sergen’i son dakikada gönderdin?
- Mevzu kişisel değil, kurumsal bir eylemdi. Burak Abi’yi hâlâ çok seviyorum ve Türkiye’nin en iyi oyuncularından biri olduğunu düşünüyorum. Ama orada başka türlü bir disiplin gerekiyordu. Yani benimle ilgili bir durum değildi, kurumsal bir durumdu. Öyle olduğu için de kendi tasarrufunu kullandı kurum.

Ama sonuçta patron olarak kurumu da sen belirliyorsun...
- Hayır. İki kişi daha var. Dolayısıyla ben orada işi bırakıp çocuk gibi davranamam. Arka taraftaki arkadaşlarla eylemin ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu tartışıp ona göre bir şekil alırız. Repertuvar hazırlarken de böyle hazırlıyoruz zaten.

◊ Bu tartışmalardan sonra Burak Sergen’le hiç konuştun mu?
- Yine konuşuruz, neden konuşmayalım ki yani? Yarın öbür gün Burak Abi geldiği zaman “Ben şöyle bir tekst buldum ama tek kişilik, bunu Tatbikat’ta yapalım mı?” derse “Hayır” mı diyeceğim yani? Tabii ki yaparım, yapılır. Ama tiyatroda son dört prova çok önemlidir. Çünkü o ana kadar yaptığınız her şeyin kurgusunu yapmak zorundasınız bu dört provada. Bu tiyatronun içerisindeki kesin disiplindir ve bu disiplinden taviz verdiğiniz zaman hiçbir şekilde olmaz. Askeri bir disiplin şarttır yani.

O halde Burak Sergen’in provaları aksattığını mı söylüyorsun?
- Yapım firmasıyla arada kalmış bir oyuncunun dramatik sonu diyelim... Bir de üstelik bir tiyatro patronunun arasında... Tiyatroyla uğraşan ve bunu idame ettirmeye çalışan bir adam için daha zor oldu yani. Çünkü burada diğer çocukların yaklaşık 4 aylık emekleri vardı ve harcanan parayı hiçbir zaman sahne üzerinde gündeme getirmedim. Onlar harcanır, geçer gider. Ama orada çalışılan diğer oyuncuların vaziyetleri filan... Boşa gitmemesi gerekiyordu. İster istemez çıkıp aynı zamanda da oynamamız gerekiyordu.

Burak Sergen’den sonra 20 gün gibi kısa sürede nasıl hazırlandın role. Bu kadar hızlı olacağını tahmin etmiyordum...
- Valla kapattım kendimi. Çünkü ezberlenmesi çok zor bir tekst, bir cümlesi yaklaşık 4-5 satır. Bütün oyuncu kadrosu da 2 ayda ezber yaptı. Kulak dolgunluğu da var bende biraz. Başka biri oynasa, mümkün değildi ezberi yetiştirmesi...

Yönettiğin ve dört aydır çalıştığın bir oyun olmasının da avantajı var elbette...
- Elbette, ister istemez avantajı oluyor. Sonuçta metne hakimsin. Ne dediğini, ne yaptığını bildiğin için ezberi dışarıdan birine göre daha kolaydı tabii. Aynı zamanda oynama biçimi, hikayenin seyirciye aktarılma biçimi olarak da daha kolaydı.

Cahil dizi yapımcılarından kurtulmalı

Bu 20 gün içinde kadroya katılan başka bir oyuncu var mıydı, yoksa aynı oyuncularla mı devam ettin?
- Yok, aynı oyuncularla devam ettim.

Yalnızca sen dahil oldun öyleyse...
- Evet.

Diziler yüzünden tiyatroya oyuncu bulmak zor değil mi?
- Dizi sektörü hiçbir zaman tiyatroya müsaade etmiyor. Senaryosu oyuncu olan bir meslekte sahnenin dizi için de daha önemi olması gerekir. Yoksa bu oyuncularınızı bir dizide kullanırsınız, daha sonra çöpe atarsınız. Oyuncuların kendi bedenlerini, seslerini ya da kimyalarını geliştirmeleri için bu sahneye ihtiyaçları var. Cahil dizi yapımcılarından bu sektörün bir an önce kurtulması gerekiyor.

ÇUKURCA’DA ASKERLİK YAPTIM SAVAŞ HİÇBİR ZAMAN İYİ DEĞİL

Yeni “Behzat Ç.”nin “İmamların Öcü” adıyla 17-25 Aralık’tan başlayıp 15 Temmuz’a kadar devam eden bir hikayesi mi olacak?
- Bir-iki bölüm senaryo okudum. “Aşağı yukarı şöyle şeyler olacak” diye bize birkaç bölüm gönderdiler.

Anlatır mısın biraz...
- Anlatamam.

17-25 Aralık’tan 15 Temmuz’a mı uzanacak, onu söyle bari...
- Var öyle şeyler. Ama şimdi konjonktür o kadar çabuk değişiyor ki bilemiyoruz. Ocak ayına kadar, ocaktan hazirana kadar gündem ne olacak bilemiyoruz.

15 Temmuz’da Ankara’da mıydın?
- Çeşme’deydim. İyi ki çocuklarla beraber Çeşme’deydim. Ankara felaketti. Ben bunların hepsini biliyorum Güneydoğu’da askerlik yaptığım için. O düşen bombaların etkisi, basıncı hepsini yaşadım...

Kaç yılında askerdin?
- 1998 yılında Hakkari’de; Yüksekova ve Çukurca’da askerlik yaptım.

Çatışmaların en yoğun yaşandığı yıllar. Çatışmalara girdin mi?
- Orada çatışma olmadığı gün çok sıkıcıydı zaten. İster istemez giriyordum tabii.

Peki birebir sıcak çatışmada arkadaşını kaybettiğin oldu mu?
- Evet, oldu. Savaş böyle televizyondan seyrettiğiniz gibi değil. O kolay bir şey değil yani. Savaş hiçbir zaman iyi bir şey değil. Belki sınırlarımıza karşı bir durum olduğunda ilk ben giderim ama savaş hiçbir zaman iyi değil.

Muhalif kimliğin devlet sanatçısı olarak başını ağrıtmıyor mu?
- Emekliliğim saklı kalmak kaydıyla Devlet Tiyatrosu’ndan istifa ettim. O yüzden daha rahatım. Sadece çalışma günümü doldurdum, yaşı doldurmadım. Yaş dolana kadar maaş alamayacağım devletten. Ama istifa etmesem Levent Üzümcü’nün başına gelen benim başıma da gelirdi tabii. O yüzden başıma gelmeden o işi daha temiz hallettik.

Tatbikat’ta ciddi bir ekonomi dönüyor. Dekorlar, kostümler çok iyi. Demek ki tiyatrodan para kazanan ender tiyatroculardansın sen.
- Hayır.

O kadar oyun... İstanbul’da, Ankara’da, Mersin’de bu kadar sahne...
- Ama içinde bir dolu insan var çalışan. Ben şimdi bu dekorun maliyetini belki bu yıl çıkaracağım sattığım biletle. Ama buranın kirası var, çocukların yevmiyeleri var, Tatbikat’ta çalışan maaşlı sanatçılar var. Yani 15 kişi filan maaş alıyor oradan.
Eyvallah hepimizi idame ettirecek parayı kazanıyoruz tabii ki... Sağ olsun seyirci bizi boş bırakmıyor. Boş bırakmadığı zaman da daha fazla ne verebiliriz diye düşünüyoruz. Şu anda ödenekli bir tiyatro değiliz ama kadrosunda 20 kişi olan bir oyun çalışıyoruz.

Kültür Bakanlığı’ndan herhangi bir destek alıyor musunuz?
- Yok, vermezler ki.

Peki bu işin ekonomisini bilir misin? Yatırımlar, gelirler, giderler senin üzerinden mi döner, yoksa başka biri mi takip ediyor?
- Var tabii ama onları da kendime benzettim. Bizde sahne üzerinde olabilecek herhangi bir şey kaç para diye sorulmaz. Kaç paraysa alınır, yapılır. Bunun pazarlığı olmaz yani. Eğer gerekliyse illa alınır. O yüzden çok kârlı bir iş değil, o konuda benden nefret ediyorlar yani.

“Şirketi sürekli zarara uğratıyorsun” mu diyorlar?
- Yok. Kafa kafaya çıkarıyoruz.

Dizi için oyun bırakıp giden oyunculara küstüğün oluyor mu?
- Hiçbir oyuncuya küsemezsin ki. Her zaman haklıdırlar yani.

SÖZÜN BİTTİĞİ YERDE SUÇ BAŞLAR

◊ “Reaksiyon”da canlandırdığın Dayı karakterinin Hakan Fidan’la yaptığı bir görüşme vardı. 15 Temmuz’dan sonra ciddi şekilde popüler oldu o video. Senaristler öngörülü mü?
- Bize geldiği zaman aşağı yukarı bir altyapısı olan hikayenin nereye gideceğinin varsayımı oluyor o senaryoda. Dolayısıyla bu varsayımı da değerlendiriyorsunuz. “Reaksiyon”da Dayı karakterini oynayacağım zaman, hem seyirci hem de yapım firması “Kötü bir karakteri oynayacaksın” dedi. Ben de “İdeolojinin kötüsü olmaz” dedim. Kötü olan o ideolojinin uygulanma biçimidir. Yani insan düşündüğü için suçlu olamaz. Ama düşündüğünü eyleme geçiriyorsa ve eğer suç teşkil ediyorsa bu bir suçtur. “Reaksiyon”daki Dayı’nın kimyası da öyleydi. Devletine bağlı bir karakteri oynuyorsanız eğer, devleti için her şeyi yapıyorsa, o karakter kötü olamaz. Ama bazı arkadaşlar hükümet yanlısı bir işte benim ne işim olduğunu söylediler. 13 bölümde de yayından kalktı zaten. Dolayısıyla ne kadar hükümet yanlısıyım, onu bilemedim.

Düşünce eyleme dönüşmediği zaman suç olmaz diyorsun. Gazetecilerin gözaltına alınması, gazetelere yapılan operasyonlar konusunda ne düşünüyorsun?
- Bir yazar, okurlarından sorumlu tutulamaz. O yazar, uyarır. Okur da buna tepki verir. Bu bir suç teşkil etmez. Düşünce hiçbir zaman suç teşkil etmez. Eylem biçimi bir suç teşkil ediyorsa eğer, bu bir suçtur. Yani 15 kişiyi ya da 1 milyon kişiyi siz örgütlediniz diye o yazarı içeriye atamazsınız. Oyundan bir sözle yanıt vereyim: İçinizden biri suyun üstünde yürümeye çalışırken boğuluyorsa bunun için kutsal kitabı mı suçlayacağız? Bunun gibi bir şey bu da... Her ne şekilde ne yazı yazıyorsa düşüncede bu suç teşkil etmez. Sözün olduğu yerde suç olmaz. Sözün bittiği yerde suç başlar.

Giderek sözün de suça dönüştüğü bir dönem yaşıyoruz...
- Yanlış... Ben her seferinde yanlış diyen tarafın içindeyim. O dönem bugün mücadele edilen örgüte karşı gösterdiğim tavır, yine benim marjinal kişiliğime mâl edildi. Bugün yine ben öyle söylüyorum ama yine aynı kafada eleştiriliyorum. Hangi idari heyet gelirse gelsin, dışarıdan bakıp yanlış giden bir şeyi söyleme hakkım var. Söz söyleme hakkım var çünkü. Ben vergimi ödeyen bir vatandaşım bu ülkede.

Vergisini ödeyen bir vatandaş olarak ülkenin gidişatını nasıl görüyorsun?
- Tedirgin edici. Hepimiz tedirginiz. Edeceğimiz laftan, söyleyeceğimiz sözden, atacağımız adımdan, alacağımız nefesten hepimiz tedirginiz. Bir sabah “Hadi hoşça kalın evdekiler” deyip işimize giderken ne olacağımızı hiçbirimiz bilmiyoruz. Bu tedirginlik içerisinde hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya çalışan bir toplum var. Tatlı bir şizofreniye doğru gidiyoruz. Umarım sonumuz hayır olur.

Bu şizofreniden nasıl çıkacağız?
- Maalesef bilemiyorum. Çünkü bana öğrettikleri tarihin dışında çok başka bir tarihle iç içeyiz şu an. Bizim kuşağın orayla hiçbir ilgisi yoktu. Doğu ve Güneydoğu, Asya, Avrasya, Ortadoğu hiç ilgilendirmedi bize öğretilen tarihte. Şimdi bambaşka bir tarih var ve bu tarihten sen de sorumlusun yani. O yüzden tatlı bir bocalamamız var. Umarım o tarih hakkında gerçekten fikir sahibi insanların ellerindeyizdir.

Özel hayatında da gazetecilere mesafeli ya da sert bir duruşun var.
- Magazinci arkadaşlara o kadar da sert bir tavrım yok. Ama çok fazla ailemin deşifre olmasını istemiyorum. Kızımın, oğlumun deşifre olmasını istemiyorum, çünkü onlar çok genç. Deşifre oldukları vakit çok zor bir yaşam önlerine geliyor. Zaman zaman bu işin içinden çıkamayan insanlar da var. O yüzden benim tedirginliğim biraz o noktada.

Çocuklarınla iletişimin nasıl, iyi vakit geçirebiliyor musunuz?
- Oldukça... Bak elleri ojeli bir babayım ben (oyunda sürdüğü siyah ojelerini gösteriyor). Derin 16 yaşında oldu, çok keyifli vakit geçiriyoruz. Ömer daha 4 yaşında, “arkadaş” diye hitap ediyorum.

Kız babası olmak mı daha zor, yoksa erkek babası olmak mı?
- Bilemiyorum... Şimdi 16 yaşındaki bir kızın zorlukları başıma gelmeye başladı ama 16 yaşındaki bir erkeğin ne zorlukları olacak bilmiyorum.
Çünkü ben çok zor bir çocuktum. Ergenliğe geçiş dönemim çok zor oldu. Evi terk ettim filan...

Bayağı bir isyankarmışsın.
- Çok değildim aslında...

Evi terk etmişsin daha ne olsun?
- İsyankarlık mı o?

Ne ya?
- Yol çizmek istiyorum. Kendi yolumda yürümek istiyorum. Başkalarının, babamın ya da annemin bana çizdiği yolda mı yürüyeceğim?

Peki ya kızın Derin 16 yaşında evi terk ederse?
- Ne için terk ettiğini sorarım. Eğer benim yardımcı olabileceğim bir şey varsa yardım ederim.

12 yıl aradan sonra yeniden baba olmak nasıl bir duygu?
- Keyifliymiş. Önce “Acaba mı?” dedim ama Elvin kendine şahane bir sevgili yaptı ve bana da bir arkadaş verdi.