Erkin Koray sokak ortasında beş kişiyi nasıl dövdü?
MEDYAFARESİ yazarı Arda Uskan her pazar olduğu gibi anı defterinin sayfalarında kısa bir gezintiye çıkarıyor bizleri.. Bu kez ilginç bir Erkin Koray röportajı var...
İşte o röportaj;
“Komiser bir onlara bir bana baktı. ‘Beşiniz birden bundan mı dayak yediniz ulan!’ dedi.”
***
“Doğa birimleri içerisinde her şey olabilir diyebilecek bir görüş açısına vardıysan, bir daire oluşturmuşsun demektir. Artık özel zevklerine ve mantığına dayanan görüşlerini açıklamak üzere dairenin herhangi bir noktasından güvenle yola çıkabilirsin.” Bu, bir Erkin Koray cümlesi... Nedir bu daire?
İnsan bir noktadan başlar o daireyi çizmeye, evrimini tamamladıktan sonra çemberin iki ucu birleşir. Kafandaki bu oluşumu tamamladıktan sonra ne yapmak istiyorsan, neyi savunmak istiyorsan, işte o çemberi tamamladığın noktadan başlarsın. Ama başlamak için bu daireyi tamamlamak şarttır. İki uç birleşmezse mutlaka bir eksik kalır.
Kişinin bu daireyi tamamlaması için senin geçirdiğin kadar uzun bir zaman mı gerekiyor?
Bu, kişinin kendine bağlı bir şeydir. Ama bu daire için mutlaka uzun süreç gereklidir.
Bu dairenin başlangıç noktası, 1960’lı yıllarda Kadıköy duvarlarına asılan ‘Rock’n Roll Kralı Erkin Koray’ afişleri mi?
Benim daireye ilk başladığım nokta, annemin bir gitar alıp elime verdiği dönemdir. Zaten ondan önce 5 yaşında piyanoya başlamıştım. Annem konservatuarda öğretmendi, onu çok mahçup ettim. 9 yaşımda Bach’lar, Bethoven’ler çalmaya başladım. Harika çocuk diye konservatuara götürdü beni diğer öğretmenlere dinletmek için. Ama tek bir nota bile çalmadım. Ben gerçekten harika çocuk sınıfından biriydim ama hiçbir zaman kendimi öyle göstermeye çalışmadım.
Peki Bach’dan Rock’n Roll’a ‘düşüş’ nasıl oldu?
Demek ki içimden öyle gelmiş. Benim sevdiğim bir müzik türü. İçinde isyan var. Benim gibi... Ben yaradılıştan Rock’çıyım. Türkiye’nin ilk rock’çısı da benim, son rock’çısı da benim.
‘It’s So Long’ ilk 45’lik plağındı değil mi?
Evet, ama ilk olarak kabul etmiyorum ben onu. Benim ilk plağım ‘Kızları da Alın Askere’dir.
O açıdan söylemiyorum. 1962 yılında Beatles ilk plağı ‘Love Me Do’yu çıkardığı günlerde, belki biraz da ondan önce bir İngilizce rock bestesiyle sen de vardın Türkiye’de.
Hiçbir zaman geri kalmadık. Mesela onlar daha ellerine tef almadan, ben tef çalmayı öğütledim grup arkadaşlarıma. “Tef çalarsak tefe koyarlar, dalga geçerler bizimle,” dediler. Rolling Stones’tan çok daha önce elektro bağlamayı kullandım.
Peki neden onlar dünya çapında oldular? Bunun Türk olmakla bir ilgisi var mı?
Türklerden Hıristiyan dünyası her zaman korkmuştur. Bu alanda da korkmuşlardır. Ama ben onlarla aşık atmayı hiç düşünmedim, eğer öyle düşünseydim gider orada yaşardım. Benim her türlü imkânım vardı. Almanya’da bir Alman grup kurdum, onlar, “Burada kal, biz senin bütün işlemlerini hallederiz,” dediler ama ben kalmadım.
Merak ettiğim başka bir şey var. 20 yaşında bir genç, 1941 doğumlu Erkin Koray’ın yıllar önce yaptığı bir şarkıyı neden seviyor ve dinliyor? Barış Manço’nunkilerine aklım basıyor, onda çocukların seveceği sözler, unsurlar var.
Ben hiçbir zaman kendimi kimseye sevdirmeye çalışmadım.
Belki. Ama mesela bir ‘Hayat Katarı’nı neden dinler bir genç?
“Hayat katarının furgonunda yolcuyum,” diyor orada. Furgon, trenin en arka vagonudur ve yük taşır. Bu cümle yeter herhalde.
Henüz yetişmekte olan bir genç ya da çocuk neden bu cümleye takılsın?
Bu, şarkıyı dinleyen çocuğun içindeki güzelliğe bağlı. Tamamen bana bağlamamak gerekir. Çünkü beni dinlemek kolay iş değildir. Dolayısıyla milyonlarca çocuktan beni dinleyen o çocukları ayıralım. Ama o çocuklar var.
Peki ya büyükler?..
Onlar bizimkiler, onlar beni dinleyecekler.
Bazı şarkı sözlerinin anlamlarını hep merak ederim. Mesela ‘İlahi morluk, nedir bu zorluk’ diye bir şarkın vardı? Morluk’tan kastedilen bin lira mıydı? Yani para mıydı?
Hayır, kesinlikle böyle değil, hatta o hiç aklıma gelmedi. Bu biraz yukarıya doğru yazılmış bir şarkı, yani binlik minlik değil. Bu dünyanın dışında bir yerlere söylenmiş şeyler. Nedir bu zorluk demişiz işte.
Peki o ‘morluk’ nedir?
Onu da siz bulacaksınız artık. Yukarıya bir yerlere söylendi, dedik.
Ne kadar yukarıya? Hükümete mi, uzaya mı?
Onları geç, daha yukarıya.
‘Estarabim’ de aynı katta bulunuyor o zaman.
‘Estarabim’ o kadar yukarıda değil. ‘Sağdan soldan estarabim’i Türkiye’ye söylemiştim.
Nereden aklına geldi bu? Estarabim diye bir kelime yok. Ne demek ‘esterabim’?
Bunu herkesin kendisine göre yorumlamasını isterim. Morluğu daha yukarılara söylemişsem, ‘esterabim’i memleketime söylemişim. İsteyen istediği gibi algılayabilir. Direkt şudur dersem sihri kaybolur.
Seninle tanışmadığımız dönemlerden bir anım var. Babanın öldüğü gün, Fitaş Sineması’nda bir konserin vardı. Sahneye çıkmadan önce, o gün babanı kaybettiğin, buna rağmen konsere çıkacağın anons edilmişti. Bir rock konserinde olması gereken bağırış çağırışlar kesilmiş, sadece şarkılarının sonunda alkışlamışlardı. Sanki klasik müzik konseri gibi... Garip bir durumdu.
Saygı göstermişlerdi. Annemin vefatı da yine bir konser günüme rastladı. Kader işte...
Kadere inanıyor musun?
Kader konusu çok göreceli bir kavram, başına ne gelirse ona kader diyebilirsin. O şekil inançlarım da var. Bazı şeylerin bir sırayı takip ettiğine falan inanıyorum. Ölümden bahsetmiyorum tabii, yaşam içinde kadere inanıyorum.
Ölmek dersek Allah göstermesin ama... Barış Manço, Cem Karaca... Öyle gidiyor.
Zaten artık sıra kimde diye sormaya gerek yok. Ama daha yapacağımız işler var. Gençler kaset bekliyorlar, çevirip çevirip soruyorlar sokakta. “Erkin Abi, yeni kaset ne zaman?” diye.
Bir de seninle bir Cannes festivali maceramız vardı. John Lennon ile birlikte kahvaltı etmiştik. Tek bir gazeteciyle bile konuşmuyordu, sen kulağına bir çift laf edip ikna etmiştin. Ne söylemiştin John Lennon’a?
O ikimizin arasında bir sır.
Kısaca bir özetleyeyim de okuyanlar da anlasın. 1970’li yılların başıydı. İkimiz Cannes’dayız. John Lennon ve Yoko Ono’nun yaptığı kısa bir film oynayacak. Dünyanın dört bir yerinden gazeteciler akın etmişler. Ben özel bir röportaj yapmak istiyorum, Erkin Baba da onunla konuşmak. Ama adam tek bir gazeteciyle görüşmüyor. Bir gece filminin galasının yapıldığı salona zor bela girebildik.
Gazetecilerden kaçıyorlardı. Cannes sokaklarında cipinin arkasından koşarak takip etmiştik. Bir randevu alacağız mutlaka.
Sonunda sinemaya girdik, film oynamaya başladı. 8-10 dakikalık bir film. Başında John ve Yoko birbirlerine sarılmış duruyorlar, kamera yukarı kalkıyor ve perde bembeyaz oluyor. Yaklaşık on dakika bu beyazlığı seyreden Fransızlar çılgına döndüler. Yuhalamaya başladılar. Sonunda birden güneş göründü ve film bitti. Meğer kamerayı bir balona koymuşlar, bulutların arasından güneşe çıkıyor. Yuhalamaların ardı arkası kesilmiyor. John ve Yoko da iki-üç sıra arkamızda oturuyor.
Film bitmek üzereyken bunlar kalktılar çıkıyorlar. Fırladım arkalarından, Cannes’a da o niyetle gitmiştim zaten. John Lennon ile mutlaka konuşacağım. Yanına yaklaştım. Korumaları filan da var. Ben yaklaşırken John, “Dur!” dedi korumasına.
Senin Türk olduğundan filan haberi yok değil mi?
Nereden olacak? Zaten kimseyle konuşmuyor. Bu bir elektirik meselesi herhalde. Birkaç cümleyle randevu aldım.
Koskoca Cannes Festivali’nde bir tek biz, Erkin Koray’dan torpilli olarak ertesi sabah kaldığı otele kahvaltıya gittik. Erkin, Lennon’un gitarıyla ona ‘Mesafeler’ adlı şarkısını söyledi. Harika bir sabahtı. Benim en güzel gazetecilik maceralarımdan biri oldu. Gerçekten ne söylemiştin kulağına?
Bırak da bu bana kalsın.
Peki. Gel biraz daha geçmişe dönelim. Moda’da ilk konserleri verdiğin günlere... Duvarlarda hep üç kişinin afişleri olurdu. Twist kralı Barış Manço, Kalipso kralı Metin Ersoy, Rock’n Roll kralı Erkin Koray... Neden üçünüz? Başka kral yok muydu?
O kadar grup vardı etrafta. Biz kral lakabını hak ettik. Ben ilktim. Ça-ça’lar, Mambo’lar çalınırken Rock’n Roll söyledim. O zaman koptu gitti. Benden iki sene sonra Barış çıktı sahneye. Biz bu işi profesyonel olarak, bir ideal peşinde koşarak, ömrümüzü vererek yaptık.
Senden birkaç yıl sonra da Cem Karaca çıktı. Üçünüzü diğerlerinden farklı yapan şey neydi?
Biz üç ayrı ekolüz. Şu anda hiç kimse bir ekol falan değil. Hepsi neredeyse birbirinin aynı. Şarkıları bile ayırt etmek çok zorlaştı. Bizi vurduğumuz ilk notadan itibaren anlarsın ki, bu budur. Bence bu işin çok önemli bir yanıdır tabii ki. İşte bunun için o üç kişiyi sayıyor vatandaş.
Senin için parasızlık diye bir şey var mı?
Hayır. Ben eski hippy’lerdenim. Fransa’da da kursunu gördüm parasızlığın. Bizi öyle şeyler deviremez.
Fransa’da metroda gitar çalmışlığın var mı?
Yok. Onu özellikle kullanmadım. Çünkü kolaycılık olurdu. Benim gibi bir adam metroda gitar çalarsa çok uzun süre yaşar orada.
O Cannes maceramızdan önce Fransa’ya birlikte gitmiştik. Cannes’dan Paris’e geldiğimizde cebimizde sadece dönüş biletlerimiz vardı. Ben döndüm, sen kaldın. “Fransa’da gördüğüm parasızlık kursu” dediğin o herhalde. Nasıl cesaret ettin?
Bunu bana sorma. Dediğin gibi hiç param kalmamıştı ama 5 ay Paris’te yaşadım.
Orada da bir grup kurmuşsun. Üstelik ünlü komedyen Louis De Funes’in oğlunu baterist olarak almışsın yanına.
Çalışmadık. Sadece prova yaptık o kadar. Babası öyle zengin ki, neredeyse Fransa’nın yarısı onun. Adama gel şu kulüpte çalalım denmiyor. Canı isterse geliyor, istemezse gelmiyor. Öyle bir adamla çalışmak bana gelmezdi.
Sen nasıl oraya beş kuruşsuz gidip de Louis De Funes’in oğluyla karşılaşıyorsun?
O tamamen bir rastlantıydı. Başımı sokacak bir tavanarası bulabilmek için bir Fransız çocuğa bas gitar dersi veriyordum. Onlar grup kurmak istiyorlarmış, ben de gitarcıları oldum. Zaten aramızda çok acayip bir fark vardı maddi olarak. Fransa’nın en zengin adamının oğlu ve ben beş kuruşsuz bir hippy. Basçı hatta, “Bu durumu ona söyleme,” dedi.
Sonra Almanya’da bir kaza geçirdin diye hatırlıyorum.
Yok, rahatsızlandım. Sert bir yaşam tarzından dolayı beyin kanaması geçirdim. Ama bu durum bende bir arıza bırakmadı. Bu beyin kanaması da tamamen sert bir yaşam tarzından, gece hayatından, uykusuzluktan kaynaklandı. Ve bu olay yolda yürürken oldu aniden.
Çok uzun yıllar geceleri yaşadın değil mi?
Hayatım hep geceydi. Şöyle bir espirim vardır; Barış’la (Manço) hiç karşılaşmamışımdır. O kalktığı sırada ben yatmaya gidiyordum çünkü. Ama aşağı yukarı 10 yıldır içki, sigara kullanmıyorum. Hayatımın bu bölümünü de değişik yaşamak istiyorum.
Ama Beyoğlu gecelerinin en acımasız olduğu zamanlarda ilk uzun saçlı olarak dolaşan da sensin.
Hem ilk, hem de en uzun süreli ilk. Türkiye’nin en sert yerinde böyle dolaştım ben. Ama çok bela geldi başıma. Sokak kavgasında kendimi hep savundum ve kaçmadığım için çok hırpalandım.
Bir gitarcı arkadaşın anlatmıştı. Beş kişi takılmış peşine. Sen önce kaçıyormuşsun, sonra sana ilk yaklaşana vurup yine kaçıyormuşsun. Gerilla taktiği gibi...
En matrağı da şu oldu. Sonunda polisler yetişti, hep birlikte karakola gittik. Beşi birden, “Bizi dövdü,” diye şikâyetçi oldular. Komiser bir onlara bir bana baktı. “Beşiniz birden bundan mı dayak yediniz ulan?” dedi. Bir sopa da karakolda yediler.
Neden o saçlarla dolaşıyordun ortalarda?
Bir şeyi ispat etmek istedim. Bir erkeğin saçlarının uzun olduğunu kabul edebilen bir beyin artık açılmış bir beyindir. Ondan sonra kendine yabancı olan pek çok şeyi de kabul edebilir. Bir yerde de tabii ki isyandı. Toplumun bağnaz, tutucu hallerine ve bireylerine karşı bir isyan.
Şimdi yeni bir albüm çalışması var mı?
Yeni şarkılarımı yapmak istiyorum ama firmalar benden hep eski şarkılarımı yeniden yapmamı talep ediyorlar. Onlar hazır, pişmiş yemek istiyor, bense mutfağa yeniden girip yepyeni şeyler yapmak istiyorum. Bu yüzden hâlâ savaşıyoruz.
Sen de eskileri bu kadar iyi yapmasaydın. Neden yıllardır eskimiyor bu şarkılar?
Ben kaşı, gözü, endamı güzel bir adam değilim. Eğer bu memlekette böyle bir adamı vatandaş onaylıyorsa, bu adamın bileğinde vardır bir şey. Hiç kimse, kaşına, gözüne bakarak, “Bu babadır aman idare edelim,” demez. Vatandaş eğer o konserden başarıyla çıkmazsan ikinci konserinde alır aşağıya. Baba falan da dinlemez. Hasbel kader gitmen mümkün değildir. Onca sene kalıyorsan bileğinin hakkıyla kalıyorsun demektir.
Bileğimi Beyoğlu’nun arka sokaklarında yıllar önceden biledim diyorsun.
Onu demiyorum. Ben küçücük bir adamım. Gitar çalan bileğimden söz ediyorum. Ben gitar çalmıyor gibi gözüken çok iyi bir gitarcıyım. O kadar... Başka bir şey söylemek istemiyorum.
Başka bir soru sormak istiyorum. Barış Manço’nun ölümünden sonra Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı’na çıkmışsın. Herkes Barış Manço şöyleydi, böyleydi derken sıra sana gelmiş, “Ben Erkin Koray’sam Nisan’da erken seçim olur,” demişsin ve olmuş. Biraz garip bir durum. Politikayı bu kadar yakından mı takip ediyorsun?
Tabii takip ediyorum. Çok yakından...
CHP’nin çalışmalarına katılmıştın.
Bu memleketin ana muhalefet partisinden politika yapmak gereğini duydum. Ama sonradan bu işin bana göre olmadığını gördüm. Çünkü benim o kadar eğilip bükülme kabiliyetim yok.
Eğilip bükülmeni mi istediler ki?
Politikada öyle isteniyor. Belim o kadar bükülemiyor. Eğilemiyorum, belim ağrıyor. Memleketi böyle kurtarırız zannettik, halbuki kimsenin memleketi kurtarmak gibi bir düşüncesi olmadığını, herkesin derdinin kendini kurtarmak olduğunu gördüğüm için bıraktım politikayı. Çok önemli bir şey söyledim, atasözü gibi bir şey... Türkiye’ye özel...
Atasözü gibi mi oldu? Anlamadım?
Yani kimsenin memleketini kurtarmaya niyeti olmadığını, herkesin kendini kurtarma peşinde olduğunu söyledim.
Belki daha önceden de söylenmiştir bu söz.
Evet, belki başka biri daha söylemiştir. Ama ben bunun için bıraktım. Bitti!
Ne bitti?
Röpotaj…
!!!