Facebook'tan doğan program: Kubbealtı Hikayeleri
Cine5’te ‘Kubbealtı Hikayeleri’ni hazırlayıp sunan Belkıs Kamut Aktürk aynı zamanda sanat tarihi yazarı ve arkeoloji okumasının da etkisiyle mimari yapılara özel bir ilgisi var. Yapıların da duyguları olduğunu söyleyen Aktürk İstanbul’un tarihi derinliğini, programını ve yapıların...
Bu mesleği yapmaya nasıl karar verdiniz?
Gazeteci olmayı kafaya koymuştum. İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi ve Arkeoloji bölümünü kazandım, büyük bir mutsuzlukla üniversiteye başladım. Bütün hikaye şöyle başladı; Evimize de her gün Milliyet gazetesi alınırdı ve bir gün Melih Aşık’ın, İspanya’nın Sevilla kentindeki Türk minareleriyle ilgili bir yazı yazdığını gördüm. Hala o heyecanımı hatırlıyorum. Elim titreyerek gazetenin santralini aradım, Melih Aşık’ı bağlar mısınız dedim. Ona ulaşabileceğimi düşünmüyordum ama ulaşabilirsem dersimle ilgili bir konuda yazı yazmıştı ve görsellerini isteyecektim. Birden telefona çıkınca kekelemeye başladım ve “Gel tanışalım” dedi. Daha sonra tanışmaya gittim, hayallerimi anlattım ve “Burada başla” dedi. Böylece gazetede işe başlamış oldum. Daha sonra Sabah Gazete’sinde çalıştım. Orada Mehmet Ali Birand’la tanıştım. Onun isteği üzerine 32. Gün programında çalıştım. Birand’la çalışmak çok yoğun bir tempo gerektiriyordu ama bir o kadar da keyifliydi. Şunu söyleyebilirim ki ne öğrendiysem iki isimden öğrendim; Melih Aşık ve Mehmet Ali Birand.
Gazete yazılarınıza nasıl başladınız?
Bundan üç yıl önce bir gün arkadaşlarımla yolumuz Laleli’deki Mireliyon İsa Mesih Paşa Camii’ne düştü. Eski bir kiliseydi burası ama öyle herhangi bir kilise değildi. Etrafında eskiden imparatorluk sarayı varmış ve imparatorla imparatoriçe de orada gömülüymüş. Caminin imamı, “Yapıyı anlatmamı ister misiniz?” deyince hemen kabul ettik. Bize yapıyla ilgili inanılmaz bir envanter çıkardı. Eski dökümanları ve gün yüzüne yeni çıkmış eski bir fresk gösterdi. Bu bir arkeolog için ayrı heyecandı ama hocanın ilgisi ve alakası gazetecilik damarımı kabarttı. Hoca ertesi gün beni ve arkadaşlarını Facebook’tan ekledi ve farkettik ki bütün ziyaretçilerin kayıtlarını tutmuş, müthiş bir arşiv oluşturmuş. Ben de Facebook’ta ‘Tarihi Yapının Online İmamı’ başlığıyla bir yazı yazdım. Gazeteci arkadaşlarım bunu çok beğendi ve gazetede kullanmak istediler. Bu yazım Taraf Gazetesi’nde tam sayfa çıktı. Sonra benden başka yazılar da istediler ve bu yazılar düzenli hale geldi. Her Pazar yazmaya başladım.
‘Kubbealtı Hikayeleri’ ismi nasıl ortaya çıktı?
Yazılarım düzenli hale gelince köşeme isim bulmamı istediler. Daha köşem olduğuna şaşırırken hemen bir isim bulmaya çalıştım. Saniyede çıkmış bir isim oldu ‘Kubbealtı’. Medyadaki hareketlenmeler sırasında Taraf Gazetesi’nden ayrıldım. Daha sonra Star Gazetesi’nden teklif geldi ve kabul ettim. Yazılarımı hala Star Gazetesi’nde sürdürüyorum.
Yazılarınızı nasıl televizyon programı haline getirdiniz?
Yaklaşık bir yıl oldu, yazılarım devam ederken bu tarz bir format arayışında olan Cine 5 kanalından bir teklif geldi. “Yazılarınızı televizyon programı formatına çevirmeyi düşünür müsünüz?” dediler. Bunu zaten düşünüyordum ama bir prodüksiyon ya da dış yapım olarak değil, kanalın iç yapımı olmasını arzu ediyordum. Tam da gönlüme göre gelişti her şey. Kendimi televizyon programı yaparken buldum.
Anlatacağınız yapıları seçerken neleri gözetiyorsunuz?
Haftalık bir program yapıyorum ve bir hafta dini, bir hafta sivil mimari örneği seçiyorum. ‘Yapıyla kurduğum duygusal bağ seyirciye geçer mi?’ diye düşünüyorum. Bir de İstanbul gibi tarihi çok derin olman bir şehirde yaşamanın getirdiği şımarıklıkla 50-100 yıllık yapılar yerine 500-600 ya da 1000 yıllık yapılar seçiyorum. Yapının içindeki aşkı ve duyguyu gözetiyorum. Bir yapıyı gezerken başka bir yapıyla bağlantı kuruyorum bazen ve ikisinin karşılaştırırken buluyorum kendimi. İnanıyorum ki yapılar bana fısıldıyor. Çünkü bir yazıyı yazarken orada bulduğum bir ipucu diğer yapının adresi oluyor. Yazılarımdaki yapılar arasında ne konu bağı var, ne yüzyıl ya da süreç, ne de mimar ortaklığı var ama bir şekilde bir sonraki yazacağım yapı beni çağırıyor ve kendimi orada buluyorum.
‘HER TARİHİ CAMİNİN İLGİNÇ BİR HİKAYESİ VAR’
Yapıları anlatırken özellikle hikayelerini anlatmaya mı önem veriyorsunuz?
Hedefim gazetedeki yazılarımda ya da programımda en azından insanların aklında 4-5 cümlenin kalması. O yapının yeri, adı, adı hikayesi, tam tarihi olmasa da yapıldığı dönem; o zaman zaten görevimi yapmış oluyorum. “Ne kadar güzel şeyler anlattın, bu hikayeleri nereden buluyorsun” cümlesi benim için en güzel iltifat.
Programız toplumu eğitme amacı taşıyor mu?İddiam değil ama öyle olmasını isterim. Bazen insanlar ağlayarak arıyor “Yıllarca çalıştığım yerin hikayesini hiç bilmiyodum çok duygulandım” diyor. Yapılarla izleyici arasında duygusal bir bağ oluşmasını amaçlıyorum. Yapıların yaşanmışlıkları içine çektiğini ve onları yansıttığına inanıyorum. Yapıların duyguları var bence.
‘DİPSİZ KUYU GİBİ İSTANBUL’UN TARİHİ’
Türkiye’deki tarih bilincini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu konuda gerideyiz. Tarih bilinci gibi bir bilinç cümle içinde kurulabilecek bir düzeyde dahi değil bana sorarsanız. Özellikle yeni nesil sosyal medyaya ve dijital platformlara olan düşkünlüğünden kafasını kaldıramaz oldu. Bir yeri tarif etmek şimdi çok daha zor.
Tarihi anlatan programlar sizce yeterli mi?
Olamaz, benim yaptığım program da yeterli değil. Çünkü sınırlarınız var süreyle sınırlısınız. Sadece İstanbul ölçeğinde tutsanız bile bu şehir tarih açısından dipsiz bir kuyu.
‘EKRANDA ‘CAMİ’ DENİNCE RAMAZAN DEKORU ALGISI VAR’
Yapıları seçerken sosyal medyanın ya da seyircilerin istekleri etkili oluyor mu?
Keşke o sürece geçebilse kültürümüz ve beklentimiz. Televizyona baktığınızda tarihi anlatan birçok program var ama camiler bir ramazan programının köşesine dahil edilmiş dekor gibi. O yüzden de cami deyince daha çok dini sohbeti ve duruşu olan bir yapı bekleniyor. Yapıların dini yönünü de gözetiyorum ama mesela Süleymaniye Camii’ni anlatırken Kanuni Sultan Süleyman’ın Mimar Sinan’la ilişkisinden bahsetmeden nasıl anlatabilirim ki. Mesela Süleymaniye Camii dört minareli bir cami. Çünkü Süleyman İstanbul’un fethinden sonra tahta çıkan dördüncü padişah. İki minaresinin ikisi ikişer şerefeli diğer ikisi ise üçer şerefeli; on şefere ediyor. Çünkü Kanuni, Osmanlı kurulduğundan beri onuncu padişah. Bir başka hikayede ise Mimar Sinan Süleymaniye Camii’nin temel atma sürecini uzatır çünkü çok sağlam olsun, Kanuni’nin adını taşıyacak yapı uzun yıllar ayakta kalsın ister; Sinan ve Kanuni arasında özel bir bağ vardır. Fakat bu hem içeride hem dışarıda dedikoduları engelleyemez. İran Şahı da bu dedikoduları duyar ve Kanuni’ye çok büyük bir hazine gönderir; “Duydum ki yetersizmiş bütçeniz. Adını taşıyacak yapıyı bitiremezmişsiniz; benim de desteğim olsun” der. Bunun üzerine Kanuni çok sinirlenir ve mektupla mücevherleri Sinan’a gönderir. Elçiye de cevaben “Sizin bize gönderdiğiniz hazine ancak yapımıza harç olur” der. Gerçketen Sinan da gönderilen sandık sandık mücevherleri yapının harcına katar. Bir tanesini de minareye katar; o minarenin farklı parladığı söylenir, farklı da bir ismi vardır. Bunları bilip de Süleymaniye’ye aşık olmamak ve herhangi bir yapı olarak anlatmam mümkün mü. Tekniik bilgilerden de bahsediyorum ama bu anlattıklarım benim araştırmalarım ve olaya bakışımın bir yansıması.
Tarihe dair farklı ve duyulmamış hikayeler anlatıyorsunuz, kaynaklarınız neler?
Öncelikle çok okuyorum ve karşılaştırmalar yapıyorum. Üniversitedeki hocalarımla görüşüyorum ve onlardan bilgiler alıyorum. 90 yaşında profesörlerim var onların billur gibi zekasından da faydalanıyorum.
Yazılarınızla programınızı ilişkilendiriyor musunuz?
Evet, yazdığım mekanları programımda anlatmayı tercih ediyorum. Çünkü yapı için daha önce araştırma yapmış oluyorum ve konuya daha hakim hissediyorum.
Anlattıklarınızı, hikayelerinizi kitaplaştırmayı düşünür müsünüz?
Aslında düşünmüyordum ama bu konuda o kadar çok talep geldi ki artık gazetedeki yazılarımı da daha geniş tutuyorum. Kitap yazarsam kullanmak için kenara ayırdığım yazılar da var.
İş dışında nelerle ilgileniyorsunuz?
Biri beş, diğeri onbeş yaşında iki oğlum var. İş dışında da yoğun bir tempom var ve iki farklı kuşaktan iki farklı dünyası olan çocukla ilgileniyorum. Eşim en büyük destekçim. Çekim öncesinde sınavlara hazırlanır gibi ders çalışıyorum.
Röportaj: Bilgehan Akturan Fotoğraflar: Ece Yılmaz.