Yalan Labirenti: Her Alman çocuğu babasının katil olup olmadığını merak edecek
Radikal'den Uğur Vardan Yalan Labirenti filmini analiz etti. Yabancı Dilde En İyi Film dalında Almanya’nın Oscar adayı seçilen Yalan Labirenti, Almanya'nın Hitler sonrası dönemine ışık tutuyor.
II. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın Auschwitz’teki soykırıma ve ne tür bir vahşet yaşandığına dair en ufak bir fikri yoktur. Naziler nerededirler? Kamplarda kimler ölmüştür?
'Yalan Labirenti'; saf, temiz ve dürüst bir savcının hukuksal çabasını, adeta bir ülkenin bütünüyle aydınlanması ve vicdani bir yüzleşmeye girişmesinin sembolü olarak sunuyor.
YALAN LABİRENTİ (4/5) IM LABYRİNTH DES SCHWEİGENS
Yönetmen: Giulio Ricciarelli
Oyuncular: Alexander Fehling, Andre Szymanski, Johannes Krisch, Friederike Becht, Gert Voss
Yapım: Almanya
Süre: 124 dk.
Küllerinden yeniden doğmaya çabalayan bir ülke, yakın geçmişiyle doğru dürüst hesaplaşabilir mi? Milano doğumlu ama sinema serüveni Almanya’da biçimlenmiş eski aktör, yeni yönetmen Giulio Ricciarelli, ilk uzun metrajlı çalışması ‘Yalan Labirenti’nde (‘Im Labyrinth des Schweigens) bu sorudan yola çıkarak büyük bir insanlık suçunun peşine düşüyor. Film 1958’de açılıyor.
Bir okulda halihazırda öğretmenlik yapan eski bir ‘Nazi’nin varlığını hukuki mercilere bildirmek isteyen Frankfurter Rundschau muhabiri Thomas Gnielka’nın çağrısına kulak kabartan Johann Radmann, çok geçmeden çok önemli bir davanın takipçisi oluyor. Daha önceleri sadece trafik cezalarına bakan genç savcı, meseleye ilişkin adımlarını sıklaştırdıkça karşısında eski günahlarıyla yüzleşmekten kaçınan koca bir toplum buluyor.
Öyle ki Radmann’a itiraz edenlerin geldiği nokta şu soruda kıyıya vuruyor: “Her genç Alman, babasının katil olduğunu öğrensin mi istiyorsun?” Onun cevabı ise “İstediğim tam da bu” oluyor. Yönetmen Ricciarelli, senaryosunu Elisabeth Bartel’le yazdığı ‘Yalan Labirenti’nde ana karakteri Radmann üzerinden örtülü kapıları bir bir aralıyor. Film bir noktadan sonra saf, temiz ve dürüst bir savcının hukuksal çabasını, adeta bir ülkenin bütünüyle aydınlanması ve vicdani bir yüzleşmeye girişmesinin sembolü olarak sunuyor. İlginçtir süreç, Radmann’ı da kendi babasının geçmişte nerede durduğu çizgisine de taşıyor…
‘Yalan Labirenti’nde metin o kadar ustaca yazılmış ve o kadar derine dalan diyaloglarla oluşturulmuş ki, mesele hem tarihsel perspektifine doğru noktalardan oturtuluyor hem de bugünden bakıldığında artık sıradan gerçekler olarak hayatımızda olan bilgilerin ne kadar meşakkatli yollardan geçilerek önce Almanların, sonra da insanlığın ortak hafızasına yerleştirildiğini gösteriyor.
Ayrıca Radmann’ın ‘Arşiv Dairesi’ne yaptığı ziyaretlerden birinde Amerikalı görevlinin “Hitler mi, o artık öldü. Yeni bir düşmanımız var: Komünizm…” şeklindeki teşhisi de bence filmin seyircine yaptığı kıymetli hatırlatmalardan biri.
Oyunculuklara gelince… ‘Goethe’nin İlk Aşkı’ndan da hatırladığımız Alexander Fehling, savcı Radmann’da karakterinin ‘idealist hukukçu’ yanını yansıtmakta çok başarılı. Keza gazeteci Gnielka’da Andre Szymanski, eski bir Auschtwitz tutuklusu Simon Kirsch’te Johannes Krisch, Radmann’nı sevgilisi Marlene’de Friederike Becht gayet iyiler. Başsavcısı Fritz Bauer’de izlediğimiz ve çekimlerinden ardından aramızdan ayrılan Gert Voss da etkileyici bir performansla hayat sahnesine veda etmiş.
Giulio Ricciarelli, filminde yüzde 90’ı Yahudi olmak üzere 1 milyon 100 bine yakın insanın hayatını kaybettiği, 8 bine yakın SS’nin görev yaptığı Auschwitz ‘Ölüm’ Kampı gerçeğinin altını bir kez daha çiziyor. Ayrıca Dr. Josef Mengele gibi bir sadistin niye yakalanmadığının açıklamasına soyunan ‘Yalan Labirenti’, adaletli ve vicdanlı olmakla hafızasını yitirmeyi yeğlemek arasındaki farkları ortaya koymak açısından da son derece önemli bir yapıt. Kesinlikle kaçırmayın derim…
Uğur Vardan -Radikal