Zuhal Topal: Hakan ve Seba'nın adını duymak istemiyorum

Fox TV'nin başarılı sunucusu Zuhal Topal programın merak edilenlerini Armağan Çağlayan'a anlattı...

Dünyada en uzun canlı yayını kim yapmış?
Ben.

Çünkü bitmiyor...
16.30’da başlıyor, 19.00’da bitiyor. 2,5 saat. Reklam da var, iki tane kuşak reklamı, 15'er dakikadan. Yarım saat yani. Ben 2 saat net yayın yapıyorum ama beş sene evvel Star’da 4 saatti benim yayınım. Rekor bendeydi valla, herhalde üstüne de kimse yapmamıştır dünyada.

Ona odaklanmak çok zor, bir de stüdyoda senin hâkim olman gereken çok şey var. Gelen insan, locadakiler, seyirciler, orkestra… Bitince bir ‘öff’ oluyor musun?
Bitince hafif sarsılmış oluyorum. Sürekli bir konsantrasyon hali var, adrenalin var, o seni çok gergin tutuyor. Açıkçası biraz yorgun hissediyorum ama eve gidiyorum, kızımla oynuyorum, iyi hissediyorum. İnsanları mutlu edince ve sevdiğin işi yapınca her şeye değiyor.

Sana da oluyor mu, bana Popstar’da olurdu. Bazı yarışmacı kazansın isterdim. Çünkü onlarla oturduğun yerden özel bir bağ kuruyorsun. Bazısı da çıksın "Dağlara taşlara sıçsın" istersin, hiç söyleyemesin yani... İçim öyle isterdi. Sende de aynı şey oluyor mu; Buna çok hayırlı bir kısmet gelsin inşallah" falan diye?
Tabii ki bazı insanları daha samimi ve kendime daha yakın hissediyorum. Hakikaten evlenmesini istiyorum, bazısını da o kadar sempatik bulmuyorum. Zaten benim yüzümden de belli oluyordur o ekranda. Ben oynayamıyorum. Beni iyi tanıyanlar anlıyor. Ama tabii ki orası benim evim ve onlar da misafirlerim, o yüzden hepsine eşit derecede davranıyorum. Ama hakikaten bazısı için gönlümden, "İnşallah güzel bir kısmet bulur, evlenir" diyorum. Ya hepsi evlensin tamam ama bazılarının daha çabuk olsun istiyorum. Öyle bir duygu oluyor tabii, insanız.

Sen gelir miydin böyle bir programa evlenmeye?
Bilemedim.

Niye?
Benim o kadar cesaretim yok galiba.

İMZA GÜNÜ DÜZENLEYEN ADAYLAR VAR!
Son zamanlarda aslında seyirci olarak ben de bakıyorum bunlara, evlenip evlenmediklerinden çok, hayatlarını takip ediyorum aslında. Başka bir şeye döndü bu evlendirme programları...
Şöyle de bir durum var, herkes evlenmek için geliyor ama şunu göz ardı edemeyiz: Burada olmak, televizyonda görünmek, hayranlarının olması, onları seven insanların olması, onlardan gelen reaksiyonlar çok önemli locada oturanlar için. Onların da bir kitlesi oluşuyor. Sevenleri var sevmeyenleri var. "İmza günüm vardı geçen hafta" diyen bir adayla karşılaştım. "Nasıl ya?" dedim. "Beni sevenlerle Facebook’ta bir grup kurduk, öyle bir yerde oturduk çay, kahve içtik falan." Düşünsene, onlara her gün makyaj yapılıyor, kostümler giyiyorlar, önemli bunlar, onlar birer birey. Nasıl ki sosyal medya artık “Bakın, ben burdayım!”ın bir çığlığı, bir dışavurumu.. Yoksa neden insanlar Instagram’da, Twitter’da resimlerini paylaşsın? "Ben buradayım" diyorlar, tasvip edilmek istiyorlar. Var bu, insanın egosunda. Bizim işte de bu var. Dolayısıyla bunun farkına vardılar. Artık hayatlar da insanların ilgisini çekmeye başladı. İnsanın olduğu her yerde bir hikâye ve gerçek bir yaşam öyküsü vardır. Tamam, biz evlenme programıyız ama geçen haftalarda 12 yaşında kanser hastası bir kız vardı, onun annesi bize evlenmeye geldi, onun hikâyesini öğrendik. Şimdi buna kayıtsız kalamazsın ki!

Şunu fark ediyorum, dikkat çekmek için locadakiler garip garip giyinmeye başladılar. Kadınların makyajları giderek abartılıyor, "Hiç küpe takmaz" dediğin adamlar, pırıl pırıl parlayan küpe takıyorlar...
Bizde pek öyle bir şey olmadı bugüne kadar. Aslında ona çok müsaade etmiyoruz ama sonra kendileri yapıyor. Hatta bazen yapımcımız diyor ki "O neden mavi far sürmüş?" "Valla biz sürmedik" diyorlar, "Onlar kendileri sürmüş." Hoşlarına gidiyor, onlar da keşfetti… Bazen unutuyorlar evlenmek için geldiklerini. Diyorum "Neden konuşmuyorsunuz?" Kriter soruyorum, "Unutuyorum" diyor, unutmuş yani artık. "Nasıl bilmezsin?" diyorum, "Bir an siz sorunca..." diyor, yani dalmış gitmiş. Bu başka bir dünya, başka bir şey. Ama mümkün mertebede amacından sapmamaya da çalışıyoruz. Gene karşılaştırmalarımız var, adaylar geliyor.

O da bir reality.
O da bir reality, tabii ki. Ben şuna inanıyorum Armağan, bu programların bu kadar rağbet görmesinin sebebi şu: Sanırım bu çağ, teknoloji bizi yalnızlaştırdı. İnsan olarak melekelerimizi kaybettik. İlişkileri de çok fazla tüketiyoruz, insanın altından bin türlü hikâye çıkıyor, hiç değilse biz burada araştırıyoruz koskoca ekip. 70 kişi var, istihbarat var, hırlı mı hırsız mı? Bizim de şaştığımız zamanlar var. Yüzde 100 garanti veremiyoruz ama en azından yüzde 80 şeceresini biliyoruz, insanın. O da hoşlarına gidiyor. Buraya gelip "Size güveniyoruz, size emanet ettik kendimizi" diyorlar. Ya da anne babalar "Evlendirmeden göndermeyin" diyorlar, bundan mutlu bir şey var mı? Kafede bir çocukla tanışıyor, "Ne olduğunu, neyin nesi olduğunu bilmiyoruz" diyorlar. O açıdan da önemli burası, onun için de geliyorlar. O da bunlar için bir güven teşkil ediyor.

Herkesi, her şeyi anlıyorum da 20 yaşında buraya geleni anlamıyorum. Onlara kızıyorum çünkü 20 yaşında, dışarıda bir hayat var. Ne bileyim iş yerinde tanışırsın, okulda tanışırsın, sinemaya gidersin... Yani 20 yaşında öldün mü ya?
Ama aşk arıyorlar Armağan; bulamıyorlar, yok, bulamıyorlar. Herkes bizim kadar sosyal değil maalesef.

Televizyondan bulduğun aşk, aşk olur mu ya?
Olabiliyor, çok mutlu evlilikler de var. Benim beş sene evvel evlendirdiklerim var, görüşüyoruz hâlâ, çocukları var, mutlular. Gayet güzel giden evlilikler de var. Herkesin gözü önünde olduğu için bir rahatlık bu. Burada oluyor her şey, yalan söyleyemez ki, ortaya çıkıyor zaten.

Bazı insanların burada özellikle herkese "Hayır" dediklerini düşünüyorum televizyonda daha fazla kalmak için.
Olabilir. Mümkündür. Hoşlarına gidiyor, seviyorlar. Ne kadar evlenmek için gelen varsa, kendilerini göstermek için de gelenler var. Vardır öyle niyeti olan insanlar da mutlaka.

Bazı insanlara sürekli talip geliyor, ben diyorum ki "Olmaz bu. Bundan çok daha iyilerine 'Hayır' dedi, bunun amacı ömür boyu burada oturup ünlü olmak."
Biliyor musun, ben de merak ediyorum, soruyorum, "Buna neden 'Hayır' dedin?" diye. Bazen öyle talipler geliyor ki, ben de şaşırıyorum. "Elektrik meselesi, kalp çarpması olmadı" diyorlar, onlar onun peşinde. O paravan açılınca büyülenmek istiyorlar, hani o 7 saniye vardır ya, âşık olursun, onu yaşamak istiyorlar. Görünce çarpılmak istiyorlar, o olmayınca da 'Hayır' diyorlar, açıklamaları da bu.

Ama o da çok mümkün değil ki, şovda olduğunu biliyorsun. Onun seni televizyondan görüp geldiğini biliyorsun ve paravan açılacak 7 saniyede büyüleneceksin, imkanı yok. Şov ya bu.
Olamaz mı?

Televizyon şovu olduğunu iki taraf da bildiği için bana zor geliyor.
Ama gerçekten âşık olanlar var.

Loca aşkları bana doğal geliyor mesela. O kadar süre yan yana oturursan bir şekilde âşık olursun zaten.
İşte bunun adı da sosyalleşmek değil mi? Aynı dizide oynayan oyuncuların âşık olması gibi, 7/24 sette vakit geçirince… E tabii bizim otelde kalıyorlar, biz onları yemeklere, kahvaltılara götürüyoruz, birlikte vakit geçiriyorlar, sosyal hayata dahil oluyorlar, vakit ve mesai harcıyorlar. Teşrik-i mesaileri var, ister istemez kamera arkasında yakınlaşmalar oluyor Ben özellikle orta ve orta yaş üstü evlensin çok istiyorum. Hakikaten onlar evlenmek istiyorlar.

Son dönemlerde bu programlarla ilgili dedikodu dolaşıyor, "Cast bunlar” diye...
Hayır. Seni yüzde 100 temin ederim, bak çok eski arkadaşımsın, yemin ederim cast yok.

Hep böyle bir dedikodu dolaşıyor.
Dolaşır, evet. İnanamıyorlar çünkü. Bizim programımızda yok, böyle bir şey olabilir mi? Onu yaptırabilir misin yani, benim diyen oyuncu dizide ağlarken zorlanıyor, nasıl bir oyunculuk ki bu ağlayacak aşkından... Gözyaşı döken var, imkânsız aşklar var, adam bütün ailesini anlatıyor, evine gidiyoruz kameralarla evini çekiyoruz, iş yerine gidiyoruz, ya nasıl cast olabilir ki? Yani aylarca kalıyorlar o locada ortaya çıkmaz mı, birileri ihbar etmez mi? Cast ajansıyla ilgili birileri mutlaka haber uçurur, bize ya da televizyona. Şu var, normalde oyunculuk yapan ya da katkı sağlasın diye gelen, figürasyon ajansından gidip gelen talip olan insanlar da çıkıyor. Geçen biri geldi, birine talip oldu "Ya ben oyunculuk da yapıyorum, dizilere de gidiyorum" diyor ama buraya hakikaten evlenmek için başvuruyor. Mesleğinin ne olduğunu açıklıyoruz, gizli saklı yok. Gerçekten biz öyle bir şeye müsaade etmeyiz, o riski göze alamayız.

Bunu şu körüklüyor; mesela bir aday locada oturuyor, oturuyor sonra bir bakıyorum kayboluyor. Sonra bir bakıyorsun başka kanalda başka evlilik programında oturmaya başlıyor.
Onu da şöyle söyleyeyim: Maalesef acayip başvuru var ve locada da belli sayıda koltuk var, herkesi oraya almamız mümkün değil. Her talip gelen de "Ben devam etmek istiyorum" diyor. "Ben başka adaylarla devam edeceğim, bu olmadı ama başkasıyla evlenmek istiyorum" diyor. Şimdi mümkün değil herkesi oturtturmak. Talip geldiği sürece, telefon aldığımız sürece oturtuyoruz. Ama birisi oturduğu sürece, hiç talibi çıkmıyorsa ya biz müsaade ediyoruz ya da zaten kendisi programdan ayrılıyor.

Dolayısıyla burada locadan yollanınca o başka yere gidiyor.
O da evlenmek istiyor. Burada çıkmayınca talip başka bir yerde şansımı deneyeyim diyor. Biz de bir şey diyemeyiz, "Güle güle" diyoruz. "Bizi neden almıyorsunuz programa?" diyorlar, "Valla, talibiniz çıkarsa..." diyoruz. Biz çünkü kendi Facebook sayfamızdan paylaşıyoruz bilgilerini her gün, şu yaşta, şu işi yapıyor, şöyle talipler arıyor diye... Bizi ararlarsa "Sizde bir Ayşe vardı, Fatma vardı" diye, biz de telefon açıp "Gel talibin çıktı" diyoruz. Ama her gün aynı insanı oturtturmak durumunda kalamıyoruz, gönül isterdi herkesi oturtalım ama işin mantığına aykırı.

Sen de bir İranlı kadınla Hakan vardı?
İsmini bile anmayalım ama onlar benden önceki dönemdeydi. Bize geldiler, barışmak istediklerini söylediler. 23 yıldır bu sektördeyim, böyle insanlar görmedim, tanımadım. Hayatın içinde de karşılarız ya böyle enteresan, şahsına münhasır, hakaret de etmek istemiyorum ama hakikaten burada karşılaştığım ve hayatım boyunca karşılaşmak istemediğim iki insan.

Bir ünlü olma merakı var orada.
Çok. Acayip. Yani öyleymiş. Bize başka geldi. Senin karşında rol yapıyormuş, oynuyormuş yani. Senin karşına kapına gelse sen el uzatmayacak mısın? "Gel bacım, bir tas yemeğimi ye" demeyecek misin? Türk halkı, hele biz, hepimiz vicdan sahibi insanlarız, kime gittiyse aynı şeyi yaparlardı. Ama evirdi çevirdi başka beklentileri vardı herhalde bizden, saçma sapan isteklerde de bulunmaya başlamıştı. O isteklerine cevap veren kendine yakışır yerlere gittiğini düşünüyorum ben. Nereye gittiyse orada kalsın lütfen. Bak 40 yaşıma geldim, 23 yıldır bu sektördeyim ve ben böyle insanlar tanımadım.

Bu ağır rekabete girmeden önce "Bir dakika ya ben bu rekabete girmeyeyim" demedin mi?
Dedim. Ben beş sene evvel yaptığımda iki sezon yaptım, devamında yapmak istemedim. Yapmamak benim tercihimdi. Hakikatten bu sene teklif geldiğinde, çok samimi söyleyeyim bir durdum. Başka bir şeyler vardı kafamda. Gene bir dizi yaparım ya da başka bir program... Korktum çünkü çok zor bir iş. Fakat çok güvendim ekibe. Gerçekten çok sağlam bir ekiple çalışıyoruz. Bugüne kadar bütün kanallarda çalışmış bütün ekiplerin best of’u şu an bende. Böyle bir ekip olmasaydı yapmazdım bu programı. Ama onların o samimiyetini, profesyonelliğini gördüm. Oturdum konuştum, toplantılar yaptım, kolay da ikna olmadım, öyle söyleyeyim.

MÜNİR ÖZKUL HATASI İÇİN ÖZÜR DİLEDİM, NE YAPAYIM...
Bir de geçenlerde bir Münir Özkul meselesi oldu.
Evet, yanlış bilgilendirilme. Yanlış bilgilendirildim ve bunun sonucunda da böyle bir şey çıktı. Fazla diyecek bir şey yok. Ben özür diledim hemen zaten iki dakika sonra. Hakikatten çok üzüldüm, haklılar tepki göstermekte. O anda öyle bir şey oldu. Özür de diledim yani ne yapayım, çok üzgünüm. Diyecek bir şey yok.

Bir de seni bir çocuk gelip trolledi ya.
Ay evet ya.

Ona çok güldüm seyrederken.
Bombaydı. Ben de güldüm sonradan. Ben dedim ama çocuğa yayın sırasında dikkat edersen, "Sen bizle dalga mı geçiyorsun, oyun mu oynuyorsun?" dedim. Çünkü vardı bir tuhaflık çocukta. 12 program dolaşmış, işin gerçeği bizim programımızda çıktı. Meğerse trollemiş. Ama sonra biz birini trolledik, biliyor musun onu?

Ama ilginç bir deneyim.
Çok. Burası okul ya. Hayat okulu burası. Valla hepimiz her gün bir şey öğreniyoruz.

Çok kalabalık bir ekip mi çalışıyor.
70 kişiyiz. İstihbarat, konuk koordinatörleri, kızlardan sorumlu, erkeklerden sorumlu, hepsi ayrı... Aşağıda ayrı ayrı yerlerde tutuyorlar. Otel, onların servisleri, ulaşım, yemek, saç, makyaj, bizim yapım ekibi. Reji, seyirci... Seyirciyi de katarsak 150 kişiyiz.

Bayâ bir sektör oldu.
Tabii canım. Ama çok çok izlenen bir format.

'Kısmetse Olur' var bu sene.
İyi bir çıkış yaptı bu sene. Onun da temeli kadın-erkek ilişkisine dayanıyor.

Eve gidince dizilere bakıyor musun?
Hayır. Göz ucuyla tarıyorum. Çok vaktim olmuyor, eve gelince hemen kızımla ilgileniyorum, çok yoğunum. Bir de hafta içi her gün radyo programım var. Değişik bir şeyler çekilmesi gerek artık, mesela fantastik bir dizi olabilir… ‘Game of Thrones’ gibi…

Kaç saniye gecikmeli gidiyor sizin yayın?
Biz yedi saniye gecikmeli giriyoruz. Yayından yedi saniye sonra seyirciler izliyor. Herhangi bir hakaret içeren bir şey olduğu zaman yönetmenimiz sesi görüntüyü alıyor yayından. Yapmak zorundayız. Mecbur kalıyoruz, yayın kuralları var. Biz çok dikkat ediyoruz...

Bazen öyle bir şey oluyor ki; diiiiit…
Sessiz film. Chaplin’e saygı duruşu. Tabii ki istemiyoruz böyle diyaloglar olsun. Ben her zaman uyarıyorum, özür dilettiriyorum. Ama insanın olduğu yerde hatalar oluyor, hele de canlı yayında, ister istemez o heyecanla kendilerine hâkim olamayabiliyorlar. Yayından önce de anonsla uyarıyoruz, “Şunlar şunlar yasaktır, şunlara girmeyin” diye. Bazen seyircilerden “Canlı değil mi, nasıl oluyor" diye tepkiler geliyor, işte yedi saniye evvelinden kısıyoruz.

Bu programlar en çok merak edilen programlar. Onun arkasında ne oluyor, nerede kalıyorlar…
Eskiden, ben mahallede büyüdüm, mahallede de bir meraklı teyze vardı mesela. İşleri karıştıran birileri vardı. Arabulucular vardı. "Hadi baş göz edelim" diyenler vardı… Hayatta bunun karşılığı hâlâ var; Anadolu’da, kenar mahallelerde yaşanıyor hala bunlar. Bizim locada da öyle işte. Yaşlı bir delikanlımız var, Şendoğan Amca, hemen parlıyor (gülüyor).

Dizi kastı yapıyor gibi…
Gerçek hayatın ekrana yansıması. Yüzde 100 doğal, yüzde 100 organik, hiçbir müdahale yapmadan!

Bazen şu çok garibime gidiyor; ağlıyorsunuz, sonra hayde herkes oynuyor…
Ben oynamıyorum, o kadar keskin geçiş yapamıyorum. Tabii ki hayat devam ediyor, yayın devam ediyor, yumuşak geçiş yapmaya çalışıyorum ama…

Bu arada Türkiye’de ne olduğunu takip ediyor musun?
İlgileniyorum tabii ki; dünyada, Türkiye’de ne olduğuyla.

O da çok önemli ya. Bir şey olur, pat diye sen bir şey söylersin, büyük bir linç…
Aynen öyle. O risk de var. Hayatımın en zor yayınlarını o en çok şehit verdiğimiz zamanlarda yaptım. Tabii ki bizim tercihimiz değildi. Zaten biz yapım ekibi ve kanal olarak yapmadık bir gün yayın. Ama reklamı satıyor kanal, kimse bunu bilmiyor izleyenler. Yapmasanız olmaz mı?  Bir gün yapmadık yayın, ikinci gün yapmadık ama üçüncü gün yapmak durumunda kaldık. İnan çok zordu.
Durup durup VTR aralarında bu kız gelip makyajımı tazeliyordu, kimsenin haberi yok. Burada gelip ağlıyordum. 10 tane evladımız gitmiş gencecik, moralimiz bozuk. Tabii ki şarkısız yayın yapıyoruz ama gelin bir de bize sorun, nasıl yaptık. İnsanlar bilmiyor, nasıl yapıyorsunuz, böyle yapıyoruz işte.
Tabii ki dünyanın gidişatından çok endişeliyim. Acaba o bahsedilen Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğinde miyiz. Ya da başladı mı? Balkanlar bir tarafta, Ortadoğu bir tarafta, biz tam ortada…

HER ŞEYİ OLAN AMA TATMİNSİZ İNSANLAR OLDUK
Türkiye’den de endişe duyuyor musun?
Ben senelerdir zaten hayatımın geri kalanını İstanbul’da yaşamayı düşünmüyorum. Belki birkaç sene daha bu işi yaparım. Bu şehir beni yoruyor.

Türkiye dışı mı?
Bilmiyorum, belki Türkiye dışı, belki Türkiye içi… Ama Ayvalık değil. Ben çok sıkılırım, o kadar da sessiz bir yere gidemem.Bilmiyorum Armağan, umarım her şey güzel olsun. Umut etmekten başka bir çaren yok ki? Kestirip atamazsın. Vatanın. Her ne kadar gidelim, edelim desen; yurtdışına çıkıyorsun, bir ay sonra da özlüyorsun. Ama İstanbul çok keşmekeş, yoruluyorum, bir yere gitmeye üşeniyorum, evden çıkmak istemiyorum. Kimbilir gene trafikte nerede sıkışacağım. Alıyoruz, alıyoruz, arabalar, alalım, tüketelim… İnsanın ruhunun ancak ürettiği zaman arınacağını ve kendini iyi hissedeceğini düşünüyorum. Birazcık daha maneviyata yönelmemiz lazım diye düşünüyorum. Ne yaparsanız yapın ama bir şey yapın. Bu kadar maddesel şeylere takılmak, bu kadar tüketmek bizi tüketiyor. Tatminsiz, her şeyi olan ama hiçbir şeyi olmayan insanlar haline geldik.

ÇULA ÇAPUTA PARA VERMİYORUM ARTIK
Maneviyata önem vermekten kastın ne?
Dini inançlar olabilir, kendi içine yönelmek olabilir. İyi insan olmak, insani melekelerini hatırlamak. Artık kimse kimseye güvenmiyor, kimse kimseye inanmıyor, kimse fedakârlık etmek istemiyor, tahammül noktamız gitti. Bunun için boşanmalar çoğalıyor. En ufak bir sorunda “Haydi ben gidiyorum…” Ben çok üzülüyorum, evleniyor, bir sene sonra boşanmış. Bir dur, bizim anne babalarımız da yaşadı bir sürü sorun. Tamam çağ öyle bir çağ değil, herkesin kendi ekonomik özgürlüğü var. Kimse kimsenin derdini çekemez. Hayır, çekecek! Çekmezsen olmaz. Çekeceksin biraz da birbirinin derdine katlanacaksın. Böyle böyle boşananlar fazla, evlenmeyenler fazla. E ne olacak öyle? Tek başına, kutu kutu evlerde, elinde telefon, önünde bilgisayar, makine gibi yaşayan varlıklar olduk. Biraz içimize dönmemiz lazım, ruhumuzu beslememiz lazım. Kitap okumamız lazım, tiyatroya gitmemiz lazım. Yoga mı meditasyon mu, dağa mı çıkacaksın, yeşile, toprağa mı ayağını basacaksın? Şarkı mı söyleyeceksin bağıra çağıra… Biraz rahatlatalım kendimizi. Gidiyoruz AVM’lere elektrik yükleniyoruz. Çıkıyoruz trafiğe stres oluyoruz. Geliyoruz işyerine, aman o mu ayağımı kaydıracak, aman patronum bir şey mi diyecek. Gene bir stres… Böyle gergin, tef gibi insanlar olduk. Gülen insan yok. Herkesin suratı beş karış. Ne yapsın, geçim derdi. Faturamı mı ödeyeyim, çocuğumun okul taksidini mi ödeyeyim… Hayat gailesi bizim ihtiyacımız olmayan şeyleri biz ihtiyacımız gibi yutturuyorlar. Biz hayatı yaşamıyoruz, biz sistemi yaşıyoruz. Bütün dünyadan bahsediyorum. Kapitalizm evet, hepimiz o tuzağa düşüyoruz. Markete gidince ihtiyacımız olmayan şeyleri alıyoruz. Ben de o tuzağa düşüyorum. “Almayacağım çocuğa oyuncak” diyorum. Var oyuncağı, ihtiyacı yok diyorum ama görünce ay çok şirinmiş, dur onu da alayım diyorum. Yani ne yapıyoruz biz ya? Ben kendi çocukluğumu düşünüyorum; kuzenimin eskilerini ben giyerdim, benim eskilerimi benden küçük kuzenim. Hiç de gocunmazdık, hiç de yüksünmezdik. Nereye gidiyoruz, koştur koştur? Öleceğiz yani… Neyin telaşı? Hiç ihtiyacımız yokken on tane elektronik şey… Fight Club’da diyordu ya eşyalara sahip olmuyoruz, eşyalar bize sahip oluyor. Ben artık evime bir şey almıyorum. Aksine, azalmamız lazım. Her şey çok fazla, çok üstümüze geliyor. Bütün kredi kartlarımı iptal ettim, bir tane kullanıyorum. Bir tane arabamız var. Çocuğuma da belli bir zamana kadar ben baktım. Çula çaputa para vermiyorum artık.