‘Analar ve Anneler’ bizi, bize anlattı!

Basit fakat farklı anlatım dili ve seçmece oyuncu kadrosuyla başarılı bir çıkış yaparak kadına yönelik bir öykü sunan ‘Analar ve Anneler’in de eksiği gediği, kendini sorgulatan sahneleri var haliyle.

Anibal Güleroğlu Yazar guleranibal@yahoo.com

Dünya değişiyor. Kavramlara bakış açısı da bununla birlikte dönüşüme uğruyor. Kadın kavramı da, ana kavramı da nasipleniyor bu değişimden haliyle. Bir bakıyorsunuz sözüm ona köşe yazısının başlığında ‘ULAN’ kelimesini kullanmaktan veya televizyon programında fütursuzca sarf etmekten çekinmeyen bir kadın türü çıkıyor karşınıza. Çocukluğumuzda ‘ULAN’ küfür sayılmıyor muydu diye düşünürken, en tepelerde ve dahi aile değerlerini ‘Paramparça’ edenler tarafından dizilerde pervasızca kullanılır hale geldiği gerçeği dank ediyor kafanıza. Köşe yazısı başlığında kullanılmış çok mu, deyip geçiyorsunuz bir kalem. Sonra ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ derken, tam da bu sözle çelişir bir içerik sunan dizideki anaya tosluyorsunuz. Belinden silahı alınan oğluna baba yadigârı tabancayı överek, büyük marifetmiş gibi sunup oğlunu silahsız komama derdine düşmüş bir ana... Cennet anaların ayağının altında ya, böylesi silah sever analar cehennemden aşağıya…

Kısacası bu değişim sürecinde ‘Ana, hayatın ebediliğidir’ diyerek kadının doğal yaşam kaynaklığını dile getiren Emil Zola’nın bakış açısıyla taban tabana zıt analık hallerinin dizilerde nasıl sıkça ve parlatılarak işlendiği her daim batıyor gözümüze. Öte yandan ekrandaki kadına dair işlerin, kadından yana görünüp aslında erkeği kollayan bir üslup kullandığı da ortada. Kadını ve dolayısıyla anayı işlerken bu klişeyi yıkan hiç mi yok? Tabii ki var. Mesela, bizi bize anlatan ‘Analar ve Anneler’…

‘ANALAR VE ANNELER’DE KALEM, KADINLARDAN YANA…

Kadını derinlemesine anlatan iş yapmak zordur. Çünkü gerçek anlamda kadını irdelemek, sonsuz bir esin kaynağına dalma becerisini gerektirir... ‘Kadın öyle bir konudur ki, onu ne kadar incelersen incele her zaman taptaze kalır’ diyen Tolstoy bile kadını yansıtmaya tam vakıf olamadıktan sonra… Dolayısıyla kadınlar, erkeklerin ağırlıklı olarak iş çekişmeleri, kavgalar ve aldatmalar üstüne kurulu yaşam biçimlerinin kısırlığına karşın öykülere daha çok malzeme sunmaya müsait. Ama bir o kadar da özene muhtaç. Bizde bunu beceren var mı derseniz… Yukarıda kestirmeden değindiğim kadın ve ana halleri, olmadığının göstergesi. Kadın senaristlerin yapımlarında da ne yazık ki bu olumsuz yaklaşım değişmiyor.

Okan Yalabık’ın canlandırdığı psikopat Ayhan Komiser’in çarpıcı cümlelerle yer aldığı tanıtımı ve ismiyle kadın konusuna derinlik kazandıracağı yönünde ilk sinyalleri veren ‘Analar ve Anneler’den olaya baktığımızda… Köyün delisinin zararsız sloganlarında faşistlerin de, komünistlerin de kahrolması gerektiğini dile getirip, kavgayı değil ‘insan’ı öne çıkartan ve ağırlık noktasını ‘kadın’ üstüne kurarak başlangıcını yapan dizinin ilk bölümü oldukça umut verici görünmekte. Bunda baş etkense, senaryonun kendisi!

Eşzamanlı öykü aktarımını 1971 yılının kargaşa ortamından başlatıp farklı yerlerdeki iki farklı statüden kadının yollarını acıda ve analıkta kesiştiren senaryoda, Berkun Oya’nın kalemi kadından yana ağır basarak kadın senaristlerin yapamadığını becermiş durumda. Mehmet Ada Öztekin yönetmenliğinde, bir dönem dizisinin içinde alıştıklarımıza ilaveten farklı köşeler yerleştirip ‘Faşistler, komünistler, kadınlar’dan oluşan insan manzaralarını erkek kötülüğüyle bütünleyen öykünün dengesi şu an için çok iyi. Karakterlere eşdeğer yaklaşım, bu dengeyi sağlıyor. Peki dizinin geneli nasıl?

Başlangıçta; kadınların ırgatlık ettiği, erkeklerinse ortalıkta pek görünmediği bir köy karşıladı bizi. Köylünün sırtından işini yürüten Ağa fırsatçılığını, Burak Tamdoğan’ın canlandırdığı dürbünlü Salih ile veren senaryo, bir garip Kader’e daha kavuşturdu ekranları ya... Hazar Ergüçlü’nün canlandırdığı Kader de ‘Kırgın Çiçekler’deki kadar saf çıktı hani! O, Salih Ağa’nın dürbün takibine takılırken aynı anda İstanbul’a geçip bir başka dürbünlü adam, yani Metin Akdülger’in can verdiği Tahsin geldi karşımıza. Ancak bu kez dürbünü kullanma amacı, cinselliğe dayalı tacizden ziyade arkadaşının karısına duyulan gizli aşk korumacılığıydı.

‘Üniversiteler bizimdir bizim kalacak’ klişe sloganı ve ilk taşın sağcılar tarafından atıldığı çatışmacılık ortamıyla, ‘Faşizm-Komünizm-Kadın’ harmanını sabun köpüğü misali başlatıp 1971’den günümüze, bazı konularda değişen dünya olgusundan hiç nasiplenmediğimizi yansıtan dizi, ürkek-şaşkın kız rolüne çok güzel uyan Sinem Kobal ile Zeliha’yı sahneye çıkartmanın ardından, bir başka kadın profili olarak kayınvalide-hemşire Neriman(Binnur Kaya) ile hikâyenin kaderini elinde tutan Ayhan Komiser’i yani Okan Yalabık’ı da hızlıca soktu devreye. İyi ki de hızlıca soktu. Zira bu karakterler ve oyunculuk ilaç gibi geldi diziye!

Diyeceğim o ki; Karakterleri uzun uzadıya tanıtma gereği duymadan konuya dalarak Kader’in tutulduğu Mustafa’nın (Ulaş Tuna Astepe), aslında kaderin kötü cilvesi sonucu Salih Ağa’nın oğlu olduğunu gösteren akışta sürpriz yaratmadan ve gayet hızlı bir tempoyla yol alan ‘Analar ve Anneler’, şu aşamada övülmeyi hak etti. Tecavüz-ölüm denkleminde, oğlunun sevdiğine hâllenip tecavüzle durumu halleden baba ve karısına göz koyduğu yeğenini tek kurşunla ölüme yollayan dayı karakterleriyle, erkeklerin ne menem şeyler olduğunu bir çırpıda ortaya koyması… Bu erkek karakterleriyle, kırılıp da yen içinde kalan kolları özetlemesi… Kadından yana işleyen taze bir soluk getirdi ekranımıza. Yönünü kısa sürede şaşırmaz inşallah.

‘ANALAR VE ANNELER’DE MANTIĞA SIĞMAYANLAR…

Her güzelin mutlak bir kusuru olurmuş. Basit fakat farklı anlatım dili ve seçmece oyuncu kadrosuyla başarılı bir çıkış yaparak kadına yönelik bir öykü sunan ‘Analar ve Anneler’in de eksiği gediği, kendini sorgulatan sahneleri var haliyle. Bunlar, bütün olarak ele aldığımızda olumlu görünen ‘hızlı akış’ın olumsuz yüzleri!

Baştan başlayacak olursak Salih Ağa’nın ve Tahsin’in ellerinde görünen dürbün mesela… Salih Ağa istediğini yapabilecek güçte biriyken, dürbünü aracında tutmak yerine ağaç dibine saklamış olması bana garip geldi. Kader’i izleyip apar topar saldırma ihtiyacı hissetmesini de tatminkâr bulamadım. Yani bu süreç biraz daha dişe dokunur bir biçimde işlenebilirdi. Birbirine paralel ilerleyen olaylarda Tahsin’in ağacın dibinden Zeliha’ya dürbünle bakması da eşleşmeyi mimleyen bir sahne olmanın ötesine geçmiş değil. Bunlar küçük detaylar.

Salih Ağa’nın tecavüz olayı derseniz, göz göre göre lades durumu ve karmaşa… Mantıksızlık, Kader’in ölümcül halasını bırakmasıyla başlıyor. Kimse hayattaki tek yakınını öyle bırakıp da kendisini gelin olarak istemeyen bir adamla gece vakti yollara düşmez. Saflık adına Kader’in kapıyı açması, Salih’in rahatlığı… Soru işaretleri hep. Dahası Salih’in köyün delisini vurma kargaşası… Adam, vurulup yere düşüyor. Ertesi sabah hiç vurulmamış gibi Kader’in arkasından sapasağlam bakarken görüyoruz kendisini. Gel çık işin içinden.

Zeliha deseniz ayrı bir sorgu kaynağı. Torunu olacağını onca zaman söyleme, sonra tam gideceğin gün koştur Neriman’a… Bunun telefonu var, mektubu var değil mi? Ama yok bizzat gidecek ki orada doğurup ‘Analar ve Anneler’i başlatmaya zemin hazırlasın. Keşke bunun için başka bir yol düşünülseydi diyorum. Zeliha’nın kocası Murat’ın ölümüyse baştan faul… Çokça basite indirgenmiş bir durum. Koskoca İstanbul’da silahı yok edecek yer bulamayıp birileriyle buluşarak yok etmeye çalışan Murat’ın onca horozlanmasına ve karısına duyduğu ilgiyi bilmesine karşın kuzu kuzu vurulması hiç akla uygun olmadı. Ayrıca polislerin anarşik Murat’ın evini basıp annesinin evine arama için gelmemeleri de mantık dışı.

Bunların ötesinde, halasının kızına sığınan Kader’in karnı burnundayken sokağa atılma gerekçesi oldukça düşündürücü. Kader, erkeklerle birlikte olmuyor diye kapı önüne konuyor. Hani normal bir kadın olsa anlayacağım da, 8 aylık hamile bir kadından bunun talep edilmesi, yetmezmiş gibi karnının tekmelenmesi nasıl bir sapkınlık? Biz mi çok insancıl bakıyoruz yoksa 8 aylık hamile kadınlara meraklı erkekler ortalıkta dolu mu? Bilemedim.

FAŞİSTLER- ERKEKLER, KOMÜNİSTLER-KADINLAR…

Kadın ve erkek özünde, her türden insan kötülüğünü sergileyen ‘Analar ve Anneler’, derinliksiz sahnelerine ve akılda kalan sorularına rağmen, geçmişten günümüze farklı çarpıklıkları işaret eden kayda değer bir yapım. İki genç kadının öyküsüne hızlı bir giriş yapıp Kader-Mustafa-Salih Ağa ve Zeliha-Tahsin-Ayhan Komiser üçgenleriyle gelişeceği belli olan dizi, tüm çarpıklıkları ve acılarıyla içimizden bir öykü olarak, ekranlarda hak ettiği ilgiyi de gördü zaten. Bu başlangıç güzel. Lakin bir kez daha hatırlatmak gerekirse, ilgi çekmek için özen gösterilen başlangıçların devamı da önemli. Görünen o ki, polisten daha meraklı olan komşularla çevrili bir ortamda, komünistlerin memlekette huzur bırakmadığını düşünenlerin hâkimiyetinde gelişen ideolojik, intikamcı ve duygusal bir süreç yaşatılacak izleyiciye. Anne kucağından alınıp ana kucağına verilen Murat bebek de bu sürecin motivasyonu olacak.

Sonuçta; ‘Uzun süre’ dezavantajından bir türlü kurtulamayarak belli bir süre sonra içeriğinde çözülmeye uğrayan dizilerde neler yaşanacağından ziyade nasıl yaşatılacağı önemli. Bunu belirleyense, öykünün güç odakları! Şimdi burada Berkun Oya’nın kalemi kadından yana dedik ya… Güç odağının kadın olduğu sanılmasın. Kadınların diğer yapımlardaki kadar birbirlerine düşmanlaşmadığı, kadınsı şımarıklıktan eser olmayan yapımda erkekler yine her zamanki gibi yön belirleyici. Yani ‘Analar ve Anneler’, Titanik nostaljisinde uçmaya heveslenen Kader’i, oğlunun öldüğüne inanmayan Zeliha’yı, torununu almak için hastane kayıtlarında oynama yapan Neriman’ı kollayarak işlenmiş olsa dahi, senaryonun mihenk taşları yine erkekler ve onların fikirleri! Hakça yaşama sevdasındaki kadınların hayatlarını baskıyla-zorbalıkla karartan erkekler burada da kötülüğün simgesi olarak sivriltilmiş. Hikâyenin devamı onların hırslarıyla yaşatılacak. Kadınlarsa bu hırsları yenmeye çabalayıp kendi hayatlarının peşinden koşma performansı sergileyecek.

Dolayısıyla Faşizm-Komünizm söylemini başlangıçta etkisiz eleman olarak kullanıp ilerisinin tehditkârlığına saklayan ‘Analar ve Anneler’e bakıp, baskıcılık ve özgürlük arayışı açısından ideolojilerle insanlar arasında ‘Faşistler-Erkekler, Komünistler-Kadınlar’ şeklinde bir denkleşme kurmak gayet mümkün! Aralarındaki mücadele de tıpkı Faşist-Komünist ideolojisindekinin benzeri gibi… Yani hak isteyenin, ezilmişliği!

Uzun lafın kısası erkeğinden kadınına, köyünden şehrine, üniversitesinden emniyetine dönemi ve gerçekleri yansıtan bu dizi tam da içimizden çıkmış. Şayet tutarlı bir biçimde ilerlerse özgünleşmeye de müsait bir iş. Soluğu uzun olsun derim. Bizi, bize anlatan ‘Analar ve Anneler’in kıymetini bilelim.

Anibal GÜLEROĞLU

www.twitter.com/guleranibal

Tüm yazılarını göster