‘Mr. Banks’ten alınacak çok ders var!
Dilimizin en bariz alışkanlığı olmuştur… Teknolojisinden, televizyon ve sinema dünyasına başarılı bir yabancı yapım gördüğümüzde ‘Adamlar da yapıyor’ sözcükleri, bir itiraf gibi kendiliğinden çıkıverir. Kâh içimizden, kâh dışımızdan bunu demesine deriz de, ötesini hiç düşünmeyiz. Biraz hayranlık, biraz özlem, çokça da eziklik duyguları taşıyan bu ifade o an için ağzımızdan çıktığıyla kalır… Doğruluğunu onaylayan başlar sallanır… Sonra eski tas eski hamam yola devam.
Adamlar gerçekten yapıyordur da, peki biz neden bolca laf ürettiğimiz halde bu başarının sırrına bir türlü erişip kendimizi aynı seviyeye taşıyamıyoruzdur? İşte onun gerçeği de, şeytanın gizlendiği ayrıntılardadır!
Devlet gücü dışında, sinema ve dizi sektöründe de günümüzün süperi konumundaki Amerika’nın ‘İyi yapılmış, iyi söylenmişten daha iyidir’ şeklindeki atasözünü duydunuz mu? Duymadıysanız da ziyanı yok. Bu vesileyle bilgilendiniz nasılsa. İşte bu sözdeki gerçeği iliklerine kadar hissedenler, şeytanın bile gizlenecek kadar önemsediği ayrıntıları bulup ortaya çıkarttıklarından imrenilecek başarıya da erişebiliyorlar. Basit ve net bir formül.
***
Bu konuya girmemin nedenine gelince… Hem ekranları boş beleş dolduran dizilerin senaryo-yönetim başarısızlıklarıyla yarattıkları tablo, hem de yaşanmışlıkları aktaran ‘Mr. Banks’ isimli yapımın işlediği filmleştirme aşamasındaki ayrıntılara gösterilen özene hayran kalmam.
Sansürün tarihiyle ilgili bir belgeselin içeriğindeki bazı ayrıntılardan dolayı sansüre uğrayarak RTÜK tarafından çocukların gelişimine aykırı bulunup uyarı cezası aldığı sistemde ne derece önemli görülür bilemem ama çoğu kez sıkıcı gelen ayrıntıların aslında ne büyük değer taşıdıkları inkâr edilemez bir gerçek. Buna karşılık farklı alanlarda olduğu gibi, bu hususun bizim yapımcı-senaryo-yönetim üçgeninde umursanmayarak ötelendiği de gün gibi ortada.
Öyle ki, hangi konuda olursa olsun başarıyı yakalamak adına, en küçük detayların dahi üstünde titizlikle durulması gerektiğini düşünmeden hareket edenler, ekrana ve sinemaya taşınan yapımların üretim aşamasında ‘Mr. Banks’teki hassasiyeti gösterseler, eminim ne TV reytinglerinde, ne de gişe hâsılatlarında hayal kırıklıkları hiç yaşanmazdı. Bizdeki özen ise sadece ayrıntıcı sansürden ve ‘kimden ne kaparım’ ayrıntısına takılan kolaycı kopyacılıktan yana!
Şimdi onlarla bizim aramızdaki ayrıntı farkını daha net vurgulamak için ‘Mr. Banks’in ne özelliği olduğuna bir bakalım…
NEREDE ONLARIN GERÇEKÇİLİĞİ, NEREDE BİZİM YAPAYLIKLAR…
Parayı ‘iğrenç ve pis’ bir sözcük olarak kabul eden ve ne pahasına olursa olsun ilkelerinden taviz vermeyen yazar Pamela Lyndon Travers’ın ‘Mary Poppins’ isimli kitabını filmleştirme aşamasını anlatan ‘Mr. Banks’, baştan sona bir ‘film yapım’ dersi!
Bizim kafasına göre uyarlama yapan, özgün eser diye karşımıza çıkartılan çalışmalarda da kendi çalıp kendi oynayan sektörümüze ‘Adamlar da yapıyor’ dedirtecek türden bir özelliğe sahip olan ‘Mr. Banks’, başarıya ulaşmak için gerçekçiliğe ve ayrıntılara önem vermenin gerekliliği üstüne mükemmel bir örnek.
Yazdığı kitabı filme uyarlama konusunda bin bir güçlükle ikna edilen Pamela Lyndon Travers’ın, yapımcı Walt Disney’e, film müziklerini yapan Sherman Kardeşlere ve senarist Don DaGradi’ye nasıl kök söktürdüğünü en ince detayına kadar işlemiş.
Hollywood endüstrisinin arka planında verilen emekleri duygusal ve keşfedici bir dille ortaya koyan yapımda, bizim çoğu dizide eksikliğini çektiğimiz her ayrıntı mevcut. Görmek gerek.
Bir filmin gerçekçi olabilmesi için karakterlerin ruhunun özenle yansıtılmasının, mekânların yaşam standartlarıyla uyumunun, senaryonun olayları hakkıyla vermesinin gerekliliği o kadar hassas çözümlemelerle aktarılıyor ki, insan bunları izlerken ister istemez özenti ve birbirinden kopya yerlilerin abukluklarıyla karşılaştırıyor. ‘Adamlar da yapıyor’ demek kaçınılmaz oluyor.
***
‘Mr. Banks’te eserinin uyarlanırken zarar görmemesi için direnen yazar, karakterin bıyığından bastonuna, binaların büyüklüğünden sokak isimlerine, kullanılacak renklerden müziğe her ayrıntısına kafayı takıp bunların gerçekle uyumu üstüne titizlenirken, bizim dizilerimizde ve dahi filmlerimizde bu hassasiyet hak getire…
Mesela bizdeki karakterler en hüzünlü anlarında bile, gerçekte asla olmayacak biçimde pırıl pırıl bir görünümle çıkarlar karşımıza. Makyajları her daim yerindedir. Ev ortamında dahi sanki baloya gidecekmiş gibi özenli kıyafetler ve yüksek ökçelerle dolaşırlar. Mükellef sofralar hemen her dizide kurulur ancak oturup da şöyle adam gibi bir yemek yendiği birkaç istisna dışında pek görülemez.
Bu ortamsal gerçek dışılıkların haricinde, yaşamsal aykırılıklar da yapımlarımızda bolca mevcuttur. Sanki Türkiye şartlarında değil de bambaşka bir evrende yaşanır her şey.
***
En son ‘Lale Devri’ndeki Zümrüt Hanım’ın bilmem kaçıncı kattan düşüp ölmemesiyle karşımıza çıkan olağanüstülükte olduğu gibi, ana karakterler gerçekleri zorlayan biçimde ölüme direnir. Kurşunlar, kazalar vız gelir onlara. Başlarına türlü melanet gelir, lakin birkaç özel hastane lüksündeki yapmacık sahnenin ardından turp gibi ayaklanırlar.
Ayrıca bizim dizilerde öyle bir pembe adalet sistemi resmedilir ki, yine ‘Lale Devri’nde olduğu gibi, çarçabuk delilleri toplanır; karmaşık cinai davalar iki celsede sonlandırılıverir. Mahkeme heyeti komedisi yetmiyormuş gibi hapislik durumları da tam anlamıyla evlere şenliktir. Zavallı görünümlü polislerin acizliği bir yana koğuştaki manzara da, kaçarı yok zırt pırt görüşe çıkan kahramanların lehinedir daima. Sanırsınız her başkarakter bir cengâver.
***
Gerçeklerden bağımsız hareket eden yapımlarda her karakter sırasıyla hapse ve hastaneye düşüp, ‘girdi-çıktı’ parodisini sürekli tekrarlarken çocuk karakterleri boylarından büyük bilmişliklerle sunup ekran başındaki çocukların kafasını karıştırmak da pek modadır.
‘Küçük Ağa’daki Mehmet Can’ın çocuk başına otobüse atlayıp adresini dahi bilmediği dedesine gitmek için yollara dökülmesi ve süper tesadüfle sağ salim hedefine varmasındaki gibi hayalciliklerin gerçek çocuk beyinlerinde nasıl algılandığını hiç düşünmeyen, dahası önemsemeyen diziciler, reyting getiren bu saçmalıkları mal bulmuş mağribi gibi işler durur.
Öte yandan bir bakarsınız başarılı bir uyarlama için kendini paralayıp, yapımcıyı ve tüm ekibi zorlayan Pamela Lyndon Travers burada da ders alınması gereken bir örnek teşkil ederek, çocukları hayata hazırlamak için gerçekçilikten yana ibretle izlenecek ahlaki tavır sergiler.
***
Beyinleri küstahça hayallerle doldurmak yerine, çocuklara heves ve anlamsız duygulardan uzak sahneler sunmanın gerekliliğini, Tom Hanks ve Colin Farrell’in mükemmel performanslarıyla zenginleşen ‘Mr. Banks’teki mantıkla hissederken, el âlemin bakış açısının sürekli kazançlı çıkılan pembe dünyaları ekrana taşıyan dizicilerle ne denli taban tabana zıt olduğunu da görürsünüz.
Sonuçta; bir yapım ister film olsun, isterse dizi, izleyicisine kendisiyle özdeşleştirebileceği bir şeyler sunmadığı sürece bir değer taşımaz. Bunu da ancak gerçeklerle at başı giderek başarabilir. Dizi süreleri bu noktada hiç bahane edilmesin. Çünkü filmlerde de karşımıza çıkan aşırı iyimserlik ve gerçek dışılıkları ortadan kaldırmak için her zaman bir çare illa ki mevcuttur. Gözlemlersiniz, ayrıntılara titizlenirsiniz, taklitçilikten vazgeçersiniz olur biter. Adam gibi bir yargılama sahnesi veya hastane-hapishane ortamı yaratmak; insanları doğal giydirmek de dizi süreleriyle bağlantılı değil ya! Adamlar yapıyorsa bizim adamlar da yapabilmeli.
Anibal GÜLEROĞLU