Cehennem görülmeye değer mi?

Öte tarafta kimse ‘Cehennem’i görmek istemez kuşkusuz. Ama Ron Howard ile Tom Hanks’i bir Dan Brown eseri uyarlamasında üçüncü kez buluşturan ve İstanbul’u da bünyesine katan ‘Cehennem’ gerçekten de görülmeye değer.

Anibal Güleroğlu Yazar guleranibal@yahoo.com

Uyarlamalar, senaryo dünyasının olmazsa olmazları. Ama uyarlama var, uyarlama var. Uyarlamaların alıp başını gittiği, Kore dizilerinden sonra Amerikan filmlerinin diziye uyarlanmış hallerinin çokça boy gösterdiği ekranlarımızda muhakkak ki her uyarlama, işin hakkını veren türden olamıyor. Benzer şekilde, duygusal ve samimi bir Meksika filmi olan ‘Çocuk Büyütme Rehberi’nin uyarlanarak Tolga Çevik’in kızıyla birlikte rol aldığı TME yapımı ‘Sen Benim Her Şeyimsin’e dönüştüğü, sinema âleminde de senaryoların uyarlama yolunu tercih etmesi hayli yaygın. Hal böyle olunca bu alışkanlığın senaryo olayını eskisine kıyasla daha kolay bir işe dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. Öyle ya birileri romanını yazmış veya daha önceden senaryoyu hazır etmiş, diğerlerine de bunu alıp kullanmak kalmış. Yani olay, pişmiş armudun ağza düşmesinden ibaret ve sık karşılaşılmaya başlanan verimli bir durum.

Hani yerli romanlardan uyarlama yapılmasına diyecek sözümüz yok ama yabancı yapımların yerlileştirilmesi çoğu zaman toplumla uyuşmayan bir eğretilik tablosu sergilediğinden benimsemek kolay olmuyor. Buna karşılık roman uyarlamalarının da orijinal işle ters düşmeyen bir özenle sunulması lazım ki keyfi kaçmasın. Maalesef bizdeki dizi dünyasındaki ‘uzun olsun’ hevesi bunun da suyunun çıkartılmasına sebep olmakta. Bizdeki bu olumsuzluğa karşılık çok satan kitapları filmleştiren Hollywood yapımlarında, bazı istisnalar hariç, her şey yerli yerinde. Dan Brown’ın son romanından uyarlanan ‘Cehennem’ de bunlardan biri…

Dante’nin ‘İlahi Komedya’sında ayrıntılarıyla şiirselleştirdiği; Botticelli’nin ‘Cehennemin Haritası’ tablosuyla ortaya koyduğu ürkütücülükten ilhamla ‘Cehennem’e farklı bir boyuttan yaklaşan yapım, kaliteli bir dünya için yaşamla-ölüm dengesini sorgulatan özelliğiyle bizi kendisine çeken türden. Öyle ki, tarihi dokusundaki gizemlerden, yaşamsal gerçekliğe yönelik mesajcılığına… Her anlamda görülmeye değer bir ‘Cehennem’ mantığı sunuyor bize.

Kısacası; Öte tarafta kimse ‘Cehennem’i görmek istemez kuşkusuz. Ama Ron Howard ile Tom Hanks’i bir Dan Brown eseri uyarlamasında üçüncü kez buluşturan ve İstanbul’u da bünyesine katan ‘Cehennem’ gerçekten de görülmeye değer. Dolayısıyla biz de, dünyanın ilgisini çekip İstanbul’un tarihi dokusundan kesitler sunarak turist sıkıntısı çektiğimiz şu günlerde reklamımızı yapar konuma gelen bu filme değinme gereği hissettik.

‘CEHENNEM’İN EŞİĞİ İSTANBUL MU?

Gizli örgütler, şifreler ve gerilim… Bu üçlüye bir de din ve bilimin tarihsel harmanından oluşan paradoksal felsefeyi ekleyip gerilimle sosladığımızda akla gelen ilk isim olan Dan Brown’ı ve sinema dünyasına da malzeme yaratan eserlerini bu alana ilgi duyanlar bilir. Dijital Kale, Melekler ve Şeytanlar, İhanet Noktası derken üstünde bir hayli tartışılan Da Vinci Şifresi, Kayıp Sembol ve nihayetinde ‘Inferno/Cehennem’…

Dan Brown’ın bu ünlü eserlerinin ortak noktası, dini konularda türetilen komplo teorileridir malumunuz. ‘Da Vinci Şifresi’nde Hıristiyanlığa yönelik komplo mantığıyla hareket edip tepkiler çeken yazar ‘Melekler ve Şeytanlar’da da terörist grup tarafından işlenmiş gibi görünen Cern cinayetini, İlluminati örgütünün Vatikan’ı yok etme komplosuna bağlamıştır. Üçüncü film uyarlaması olan ‘Cehennem’ ise çok daha global bir komplo teorisine sahip.

1800 yılda 1 milyara ulaşan Dünya nüfusunun bu sayıyı 100 yılda iki katına çıkartmasına ve dört katına ulaşmanın sadece 50 yıl sürmesine değinip insanlığın hızlı artışına dikkat çeken bilim insanı Zobrist’in ‘Orman kesiyoruz, çöp atıyoruz, türleri tüketiyoruz. İnsanlık kendi bedenindeki kanserdir. Cehennem tedavi, hastalıksa insanlar. Günahkârlar, günahlarınızın bedelini ödeyin’ şeklindeki çarpıcı sözleriyle açılışını yapan film, ‘İnsanlığın umudu Cehennem mi’ diye sorgulatmanın ardından kovalamaca sonucu intihara mecbur kalan ‘Gölge’ lakaplı milyarder Zobrist’in ölümüyle de sırlar ve şifrelerle dolu öyküsünü başlatıyor. Ruhların yıkımı kâbusuyla hastane odasında uyanan Profesör Robert Langdon’ın hafıza kaybını ve bu hale nasıl geldiğini sorgulama aşamasını süper zeki Doktor Sienna ile dolduran senaryo, erkeksi kadın polisin kurşun yağdırmasıyla da Floransa-Venedik-Roma-İstanbul güzergâhlı kaçış ve şifre çözüm sürecine geçiyor. Dünya Sağlık Örgütü, kazanç odaklı kötüler ve konsorsiyum, şifre çözme uzmanı Langdon’ı bulup virüse ulaşmak isterken, Langdon ile Sienna’nın hedefi Dünya’yı kurtarıp insanlığın doğuşunu yeniden başlatmak. Bunun için de yol haritası belli… İnsanlığı ölümcül virüsle yok etmek gerektiğine inanan ve sapkın fikrine dayanak olarak Rönesans öncesi yaşanan Kara Veba salgınını seçen çılgın bilim adamının kurduğu düzeneğin yerini saptamak! 700 yıl önce ‘Cehennem’i tanımlayan Dante ve Botticelli üstünden verilen şifrelerin çözümünde iyilerle kötüleri karıştıran bu süreçte kilit noktasıysa, İstanbul.

Yılda 20 milyon turistin ziyaret ettiği Venedik yerine, kara ölüm virüsünü yaymak için doğuyla batı arasındaki eşik olarak görülen İstanbul’u seçip bu eşikten ‘Cehennem’e kapı açmayı hedefleyen Yaratılmış Gerçeklik felsefesi bu açıdan bakıldığında oldukça düşündürücü… Zira ülkemizi ve insanımızı diğer Hollywood filmlerinin aksine aşağılayıcı bir bakış açısı yerine gerçekçi sunumlarla verip moralimizi yükselten içeriğin ‘yok ediş’ olayını İstanbul’dan başlatmayı seçmesi, çift taraflı yoruma müsait.

Pozitif bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, İstanbul’un eşik olma halini, Doğu ile Batı’yı birbiriyle kaynaştırma ve kötülüklerin-anlaşmazlıkların çözüm yeri olarak görüp gururlanmak mümkün. Öte taraftan nüfus artışı hızıyla paralel, doğaya en çok zararı verip tüketenler ve ölümü ilk hak edenler burada yaşıyor dercesine bir yorum getirildiğini düşünüp, Dünya’yı ‘Cehennem’e çevirecek eşiğin İstanbul olarak verilmesini ‘aba altından gösterilen sopa’ şeklinde de değerlendirebiliriz. Zaten Ortadoğu’nun sürekli sıcak savaşla sınanmasını, ülkemizin ısrarla bu cehennemin içine çekilme gayretini ve kimyasal silahları düşününce, ‘‘Cehennem’in eşiği İstanbul mu’’ diye sorgulamak daha akla yakın gelmekte. Ne dersiniz?

Romanlarının başında ‘Bu romandaki isimler, karakterler, mekânlar, olaylar, organizasyonlar kurmaca; anlatılanlarsa gerçektir’ yazarak anlattıklarının ilgi çekiciliğini artırmanın yanı sıra içeriklerle ilgili soru işaretleri de uyandırmayı başaran Dan Brown’ın yarattığı dünyaya sadık kalarak ilerleyen ‘Cehennem’i izlenir kılan detaylara gelince…

‘CEHENNEM’İN ARTILARI NELER?

Son 50 yılda 8 milyara dayanan insanlığın 40 yıl içinde vereceği yaşam savaşında başarısız olacağı söylemini detaylı biçimde kafalara işleyerek ciddi bir nüfus planlaması gereğine dikkat çekip bunun için en etkili yolun ‘salgın hastalık-savaş’ olduğu imasını yapan ‘Cehennem’in içeriği her bakımdan kayda değer özellikte…

Romanda uzun uzun verilen mekân detaylarının okumaya kıyasla daha etkili olan görsellikle karşımıza gelmesi ve her karesiyle tarihi diri tutan müzelerin görkemini sunması, filmi adeta turistik bir tura dönüştürmüş. James Bond’un sanat tarihçisi ve ikonoloji uzmanı versiyonu haline gelen Profesör’ün, kaçış esnasında ulaşılan yerler hakkında verdiği bilgilerle, rehberlik görevini üstlendiği akışta müzedeki Armenia kapısının ardındaki gizli geçidin kurtuluşa giden yol olmasından tutun da sergilenen Dante maskının aslında koleksiyoner tarafından satın alınıp teşhirine izin verilmiş olmasına kadar pek çok detay mevcut. Bu çeşni içinde İtalya’daki müze güvenliği zafiyetiyle dalga geçer havasındaki filmin bizim açımızdan en önemli yönü nedir derseniz… Elbette ki final bölümü. Çünkü bu etap ülkemizde geçmekte. Dolayısıyla İstanbul Üniversitesi, Sahaflar, Ayasofya, Süleymaniye ve Yerebatan Sarnıcı gibi tarihi yerlerin görselliğini İstanbul’un şehir siluetiyle buluşturup, görkemli sunum ve gerçekçi-güncel kullanım biçimleriyle değerlendirilmesi ‘Cehennem’in baş artısı. Dördüncü Haçlı Seferi’ni Bizans’a karşı başlatan ve 90 yaşında olmasına rağmen İstanbul’u kısa sürede alarak ‘‘İstanbul’un ilk fatihi’’ olan Venedik doçu Enrico Dandolo’nun mezarının Ayasofya’da olduğunu hatırlatan türden tarihi bilgileri de ekstrası.

Sonuçta; ‘Kötü adam’ olayı, önceki uyarlamalara nazaran fazlaca zayıf bırakılmış olsa da… Dünya Sağlık Örgütü’ne yapılan ‘İçme suyuna virüs katma’ teklifi aşırı derecede uçuk gelse de… İstanbul Üniversitesi’ne giren Sienna’nın kendini kamufle etmek için başörtüsü takması ve öğretim görevlisinin komplo teorisi işbirlikçiliği manidar dursa da… İnsanlık tarihindeki en büyük günahların sevgi adına işlendiği vurgusunu yapıp ‘‘Dante’nin ‘Cehennem’i kurgu değil gerçek’’ iddiasını, ‘Gerçeği görmenin tek yolu ölmekten geçer’ felsefesiyle buluşturan ‘Inferno/Cehennem’, artıları eksilerini görünmez kılan bir uyarlama. Bu nedenle Profesör’ün halüsinasyonlarıyla tasvir edilen cehennemi görselliğin ürkütücü çeşnisi, tarihi mekânların gücü ve aksiyonun akıcı temposuyla ilgi çekmeyi başaran ‘Cehennem’, görülmeye değer Dan Brown gizemi! Dünya’yı virüsle arındırma ve geride kalan insanlarla yeniden başlama olayının uygulanabilir olup olmadığı teorisi de, komplodan gerçeğe uzanabilecek fikir jimnastiği.

Anibal GÜLEROĞLU

www.twitter.com/guleranibal



Tüm yazılarını göster