Ülkemizde dizilere yöneltilen eleştiriler ve RTÜK’e yapılan şikâyetler arasında, ‘Manevi değerlerimizi ve Türk aile yapısını rencide etme’ durumunun başı çektiği su götürmez bir gerçek. Bu gerçeğin abartılması ve ekrana çıkartılan dizilere yönlendirilmesi neticesinde, tek tipçi ve sansürcü bir yayın anlayışının uygulamaya girme ihtimalinin varlığı da öyle. Peki, günümüz teknolojisi, sosyal medyanın varlığı ve değişen insan algısı çerçevesinde sansürcü baskıyla yapımları tek tipleştirmenin uygulanabilirliği var mı?
İşte bu konu ve ihraç edilen dizilerimizin kültürümüzü yaydığı görüşü, geçtiğimiz günlerde Okan’da düzenlenen sinema-TV’nin son 15 yılının değerlendirildiği bir panelde ele alındı. Panele katılanlar arasında TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in yanı sıra Doğan TV Holding CEO’su İrfan Şahin, Sinema Genel Müdür Yardımcısı Ali Atlıhan, Yönetmen Derviş Zaim ve Aktör Ediz Hun da vardı.
İrfan Şahin’in TV’yi yan iş olarak gördüğü ve Doğan grubunu içerik üreticisi haline getirmeyi hedefleyerek şirketin adını ‘Doğan Entertainment’ olarak değiştirmek isteğini dile getirerek, kanalların gelecekteki asıl işinin film-dizi-program üretmek olacağının sinyallerini verdiği panelde, TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’den de fikir jimnastiği yaptıran beyanlar geldi.
‘OTO’ SANSÜR, KRALDAN ÇOK KRALCILIK MI?
Televizyona yönelik ilginç ayrıntıların ele alındığı panelde, bir öğrencinin ‘Haber kanallarında bir telefonla yazılar veya programlar sansürleniyor’ saptamasını yapıp sansür ve tek tipleştirme konusundaki düşüncelerini sorduğu İbrahim Şahin’den gelen cevap, özellikle üstünde durulması gereken bir detay.
Öğrencinin sorusu üzerine medyaya yansıyan bir sansür anlayışı olmadığına işaret eden TRT Genel Müdürü, zaman zaman kraldan çok kralcıların olayı üstlenip kendilerince bir tarz belirlediklerini söylemekte. Bu da demek oluyor ki, bugün sayıları 500’ün üstünde olan özel kanallardaki diziler, programlar veya haberler öncelikle ‘oto’ sansürün kılcından geçirilmekte.
Yani bizim buradan anlayacağımız, dizilerdeki içki bardaklarının veya şişelerinin görüntü kirliliği yaratırcasına kocaman kocaman buzlanması veya fi tarihindeki Yeşilçam filminin bayan oyuncusunun yıllar önce gayet doğal karşılanan dekoltesinden dolayı günümüz yayıncılığında sansür yemesi hep kanalların kendi işgüzarlıkları!
Gerçekten olaya böyle mi bakmalıyız? AP’nin de uyarıda bulunduğu oto sansürün mevcudiyeti herkesin malumu da… Medya yönetimlerini bu işi abartmaya vardıran, dış müdahalelere sessiz kalmaya iten sebepleri de yok saymak mümkün mü?
En basitinden dizilerdeki masumane öpüşme sahnelerinden dahi rahatsız olunup sürekli ahlakımız bozuluyor diye şikâyette bulunanların veya haber yorumcularını taraftarlıkla suçlayanların varlığını göz önünde tutacak olursak, ekranlardakilere müdahalelerin öyle basite indirgenerek geçiştirilemeyecek bir konu olduğu çıkıyor ortaya.
Kanallar, şikâyetler neticesinde gelecek cezalardan kaçınmak için haliyle tepki çekmeyecek türden yayınlara, sansürlemelere yöneliyor. Kervancının develerini ürkütmeyelim mantığı da ortalığı sarıveriyor. Dizicilerse, hem bu yayıncılık politikasına hem de buluttan nem kapıp öküz altında buzağı arayan izleyiciye, hangi türden işlerle şirin görüneceklerse o kulvarda at koşturmayı seçiyor zorunlu olarak. Anlayacağınız buradaki oto sansürde ‘gönüllülük’ değil, ‘zorunluluk’ durumu var!
Ondan sonra gelsin kopyala yapıştır diziler… Yetmiş, seksen, doksan, yüüzzz… Nasihatlerden nasihat beğen tarzı söylemler… Suyu çıkartılmış sit-com’lar… Töresiyle, şivesiyle aynı konuların çevresinde dön baba dönelim misali beyinleri uyutan boşluklar… Velhasıl dizilerin kayda değer içerik geliştirememesi, suya sabuna dokunmayan aşk üçgenlerini işlemeyi tercih etmesi hep bu ‘zorunluluk’ yaklaşımının neticesi.
O halde bu manzaraya rağmen ‘tek tipleşme’ yok diyebilir miyiz? Birbirlerine baka baka kararan kanalların, ‘kötü’ olmamak adına, benzer işleri topluma sunma durumunda kalmaları gizli tek tipleşme değil de nedir? Bal gibi de tek tipleşme işte!
Dolayısıyla ortadaki gerçekleri, öyle kraldan çok kralcı olma, şeklinde tanımlayıp görünmeden uygulanan sansürü ve peşi sıra meydana çıkan tek tip yayıncılık durumunu küçümsememek gerek. Kabul edilmese bile, aynı reklamların aynı anda yayınlanmaya başladığı ekranlarda çaktırmadan tıkır tıkır işliyor sansür çarkları.
İHRAÇ EDİLEN DİZİLER ‘KÜLTÜR’ TRANSFERİ Mİ?
TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in açıklamalarında dikkat çeken bir başka çelişkili ayrıntı, yurt dışına satılan dizilerin yarattığı olumlu havaya dair sözlerinde ortaya çıkıyor.
Günümüzde bir bölümünü 226 bin dolara satan diziler bulunduğunu ve şu anda 102 ülkeye dizi sattığımızı belirten İbrahim Şahin, bu diziler sayesinde Türkiye’nin kendi kültürünü dışarıya aktardığının üstünde duruyor.
‘‘İhraç edilen diziler Türkiye’nin yumuşak gücüdür’’ diyen İbrahim Şahin, bu sayede Arapların bize bakış açısının pozitif yönde değiştiğinden övgüyle bahsediyor. Hatta öyle ki, Arap ülkelerinin en etkili kanallarından olan NBC bizimle birlikte bir dizi çekmek istemiş. Gerçi kendi ülkelerinde bu tarz diziler yapma becerisini ortaya koyup bizden dizi almalarının yolunu kapatmamak için bu istek geri çevrilmiş ama neticede ortada olumlu bir gelişme var.
Tebrikler… Lakin bu tabloya bakıp ‘Dizilerimiz Araplar başta olmak üzere pek çok ülkeye kültür aşılıyor’ diye sevinebilir miyiz? İşte çelişki de burada başlıyor.
İnsanın aklına ister istemez ‘O halde niye yurt içinde bu diziler sürekli değerlerimizi yozlaştırmakla suçlanıyor’ sorusu düşüyor. Misal ‘Muhteşem Yüzyıl’… Ekrana çıkma öncesinden günümüze, tarihimizi ve tarihi kişilikleri rencide ettiği gerekçesiyle feryat figan çeşitli şikâyetlere maruz bırakılmadı mı?
TRT Genel Müdürü, dizilerin manevi yapımızı rencide ettiği konusuna girmese de, dizileri değerlendirmede yaşanan çifte standart çok net.
Şayet yurt dışına satılan yapımların Türk toplumunun kültürünü yansıttığına inanıyorsak o zaman yozlaştırıcılıkla eleştirdiğimiz ‘Muhteşem Yüzyıl’ başta olmak üzere diğer diziler hakkında durup düşünmemiz lazım değil mi?
İhraç edilen diziler 150 milyon dolar getirileriyle kazanç sağlıyorlar da, iş kültür transferi konusuna gelince bu apayrı bir meseleye dönüşüyor. Zira kendi içimizde kalite ve gerçekçilik yönünden hemfikir olamadığımız, ‘Tarihi doğru yansıtmıyor, ahlak bozuyor’ şeklinde itham ederek karaladığımız yapımlar, içerikleri dâhilinde bizi yurt dışında temsil etmekteler.
Yani eleştirenlerin mantığıyla olaya baktığımızda, tarihi kurguların en göze çarpanı ‘Muhteşem Yüzyıl’ın ihracıyla, Sultan Süleyman, kahramanlıklarından ziyade Hürrem’in ve Rüstem’in yönlendirdiği bir padişah olarak yabancılara aktarılmış oluyor.
Yöresel dizilerin satışı halinde, insanımız ya abartılı komiklikleri ya da kan davası-töre vahşilikleriyle dış ülkelerde boy gösteriyor. Bunların ötesinde aile içi ilişkilerin verildiği yapımlarla da ‘akrabasına göz koyan’ durumunda imaj yaratılıyor.
Gençlik dizileri ve uyarlamalarsa, zaten Amerikan kültüründen bize devşirme yaşam tarzlarını resmettiklerinden Türk kültürünün transferiyle uzak yakın bağlantıları olamaz.
Peki, tüm bunlar ekranlarımızda yerli izleyiciden tepki toplarken, hatta RTÜK’ten ceza alırken yurt dışına satıldıklarında nasıl oluyor da kültürümüzü transfer ettikleriyle övünebiliyoruz? Bizdeki tepkilere ve eleştirilere bakılırsa, çoğunluğu kültürümüze halel getiren şeyler… Böyle tanımlandıklarına göre, olmayan veya bozulan bir kültürün başka ülkeye aşılanması da söz konusu edilemez, değil mi?
Bu durumda ya kafamıza uymayan her içeriğe gelişigüzel ‘Rencide ediyor’ yaygarası yöneltmekten vazgeçelim ya da maddi getiri açısından gelecek vaat ettiğini vurgulasak da kültür ihracı konusuna hiç girmeyelim. Aksi halde fiiliyatla söylemin çeliştiği noktada yaratılan tablo hem komik hem de inandırıcılıktan uzak oluyor!
Anibal GÜLEROĞLU