Önceki yazıda bölümler boyu umutla izlenen dizilerin vedalarıyla yarattıkları tatminsizliği ele alıp izleyici duygularına tercüman olmuştuk. Bu yazıda da, üç dizinin finalinden geriye kalanları değerlendirerek devamını getireceğiz… Mevcut dizilerin gidişatına ve finallerine yol gösterici olmak umuduyla!
İÇERDE’NİN DÖNÜŞÜM YAŞAYAN FİNALİ…
Devam potansiyeline rağmen işin suyunu çıkartmamak adına 39 bölümde veda etmeyi seçen ‘İçerde’, finali üstüne çokça fikir yürütülen dizilerden oldu. Muhakkak ki ‘Köstebek’ filminden uyarlanması, bu konuda en büyük etkendi. Kısaca hatırlatırsak… Sarp karakterine ilham kaynaklığı eden Leonardo DiCaprio’nun canlandırmasındaki, mafyanın içine sızan polis memuru, Billy finalde ölüyordu. Aras Bulut İynemli’nin Mert-Umut’uyla eşleşen, Matt Damon’ın canlandırdığı polis içindeki mafya elemanı Colin Sullivan da aynı sonu paylaşıyordu. Jack Nicholson’ın hayat verdiği mafya babası Frank Costello ise Billy tarafından öldürülüyordu. Filmin bu gerçeklerine bakıp en azından Yılmaz kardeşlerden birinin ölmesini beklemekten daha doğal ne olabilirdi ki! Buna karşılık mutlu son beklentisindeki izleyici tepkisini hesaba katan yapımcının ‘İçerde’nin birbirine kavuşmak için mücadele veren Yılmaz kardeşlerine ‘Köstebek’ filmindeki gibi ölümlü bir final yaşatmayacağı gerçeği de ortadaydı.
Nitekim yerli ile orijinalinin finalini hiç denkleştirmeyen gelişimden yana karar kılındı. Bu uğurda yol almayı kolaylaştırmak için sona yaklaşırken söylem üslubunu komediye kaydırarak, mafya öyküsüne mizahi dönüşüm yaşatan dizide olmazlar olduruldu. Coşkun’un ve Alyanak’ın iyileri destekler hale gelen tavırlarıyla çizilen yol haritasında, mantıksızlıklar da aldı başını gitti. Her duruma sonradan müdahil olmanın dışında büroda kös kös oturmaktan ve dahi kebapçıdaki üç beş boş adamı ı tutuklamaktan başka işe yaramayan polis teşkilatının beceriksizliğine rağmen adalet tıkır tıkır işledi. Yangıncı Davut da, Umut’u hemen öldürmek yerine kısa film çekme şaklabanlığına girişecek kadar amatör davranan Kebapçı Celal de iyiler karşısında mağlup oldu. Breh , breh, breh…
Davut’u zahmetsizce bulan Sarp’ın, polise haber verme gereğini hissetmeden gittiği Kebapçı Celal’in mekânından, Süpermenlik sergileyerek Umut’u ve kendini sağ çıkartması dizinin bendeki en önemli izi! Zira finalin tüm heyecanını sıfırlamaya yetti. Senaryonun iki kardeşin bu ölümcül anını birer koldan yenen kurşunla idare etmesi, ‘İçerde’den mutlu son bekleyenleri tatmini adına mantıklıydı ama… Gerçekçi mantıkla değerlendirildiğinde, silahların çekildiği o odadan böylesi basit iki yarayla kurtulmanın imkânsızlığı aşikârdı.
Diyeceğim o ki; ‘İçerde’nin orijinalindeki ciddilikle bağdaşmayarak çocukça dönüşüm yaşayan finaline ne mantık hâkimdi, ne de heyecan. Her şeyin yolunda gideceği ve kötülerin cezalarını bulacağı mutlu son o kadar belli edildi ki, onca bölümün köstebekliğiyle yaratılan aksiyon da finaldeki sevgi ve mutluluk pıtırcıklığıyla güme gitti. Plaketini Yusuf Müdür adına kabul eden Sarp ile Umut’un koldan gazilikle kurtuldukları dizinin finalindeki yegâne dram, Çetin Tekindor’un usta yorumuyla devleşen Kebapçı Celal’in hapislik hali oldu. ‘Ben iyiyim işte, yaşıyorum’ diyerek Yusuf Müdür’ün ve Melek’in hayaletlerini başından kışkışlamaya çalışan Celal’in hezeyanını, kendi kendinin cezasını verdirmeye vardıran… Alyanak ile Coşkun’a güle oynaya gidilen adaleti yaşatırken Yılmaz Kardeşlere de mutluluğu layık görerek ekstra çarpıcılık geliştiremeyen finalden geriye kalan ne derseniz… Kötülerin cezalarını buldukları, iyilerin galip geldiği adalet düzeninin arandığı yaşama ilham olma umudu! Hadi inşallah.
‘ANNE’ DE MUTLU SON KERVANINA KATILANLARDAN
‘İçerde’ dizisi gibi uyarlandığı işin ölümcül ve hüzünlü tablosuna karşın mutlu finali izleyicisine layık görerek ters köşe hali yaşatmayan ‘Anne’ dizisi de, orijinalinden farklı ve fazlaca iyimser bir yorumla veda etti ekranlara. Başlangıcını ‘Mazaa’ isimli Japon yapımla birebir gerçekleştirip çok başarılı bir uyarlama olarak yoluna devam eden dizi, finalinde, kötülere hak ettiklerini verirken, iyileri ayrı bir kefeye koyup mutlulukla ödüllendirdi.
Oysa Japon orijinalinde gerçek büyükannenin ölümünü yaşayan küçük kız, anne yerine koyduğu kadınla mutlu sonu yakalamak yerine, onun yıllar sonra okuması için kendisine bıraktığı mektupla birlikte yetimhaneye gitmenin üzüntüsünü tattırmıştı izleyicisine. Berfu Ergenekon’un başarılı uyarlamasıyla ekranımızda yer bulan ‘Anne’nin finalinde ise ne hüzün vardı, ne yıllar sonrasının tesadüfü. Mutluluğu sunmaya odaklı finalde yaşama veda eden büyükannenin, hastalıktan kurtulan Gönül değil de, Zeynep’e annelik eden Cahide’nin olması da ayrı bir adalet yaklaşımıydı. Böylece boşa hapis yatan Gönül ile Zeynep’e yılların acısını çıkartma fırsatı tanındı. Peki de Zeynep’i kendi kızlarından üstün görüp kollayan Cahide’nin günahı neydi? İşin o kısmı havada kaldı. Dahası Melek-Turna da yetimhaneye gitmeyip Zeynep’in kızı olarak aile ortamında mutluluğa kavuştu. Dizinin finalindeki en çarpıcı farkı yaratan detay ise bu mutlu sonun, öz anne Şule eliyle yazılmış olmasıydı!
Hayatın zorluklarıyla baş etmeye çalışmanın yanı sıra kızına gerçek anlamda annelik yapamamanın sıkıntısını da yaşayan Şule ile kadın çaresizliğine ayna tutan dizi, ona Coşkun’u öldürtmekle de, şiddet gören kadınların böyle pisliklerden kurtulmasının tek yolunun erkeğin ortadan kalkması olduğunu işaret etti adeta. Gönül’ün kavga ortamına silah sokmasıyla şekillenen bu dramatik sürecin devamında gelen mutlu sonda, geçmişte çöpe attığı kızıyla oğlunu bir başka kadına kaptırmanın ve sevdiği adamı elleriyle öldürmenin acısını yaşayarak hapse giden Şule de geçmişin hatalarının diyetini ödedi elbet.
Anlayacağınız, başarısına rağmen ana konusunu tükettiği için zorunlu finale giderek doğru iş yapan ‘Anne’ dizisi de yaşamla paralel yol almak yerine, hayali biçimde en adilinden gerçekleştirdi finalini. Hayaller güzeldir ama… Galiba gerçekler daha da güzel!
‘MUHTEŞEM YÜZYIL-KÖSEM’ TARİHİN ACI YÜZÜ OLDU
Rahmetli Meral OKay’ın yaratıcılığında 2011 yılında başlatılan ‘Muhteşem Yüzyıl’ın altı yıllık yolculuğu, tarihin acı yüzü olarak olanca gerçekleriyle huzura gelirken pek çok eleştiriyi de beraberinde getirmişti. Kadın entrikası bol Osmanlı dönemi Hürrem’le başlatılıp Kösem’in boğazlanmasıyla noktalandı ya... Şimdi ekranda bir devir kapandı.
Muhakkak ki çocuk yaştaki padişahların tahta oturtuldukları ve validelerinin, Saltanat Naibesi sıfatıyla onların yerine hükmettiği Kadınlar Saltanatı devri bu kadarla sınırlı değil. Bir de Turhan Sultan dönemi var bu alanda dişe dokunan! Osmanlı’daki kadın gücünü ortaya koyan Hürrem’i olabildiğince çığırtkan bir tarihsel yansımayla sunup tarihi, ezberlerin ötesinde sorgulamayan izleyiciye, Sultan Süleyman dönemindeki kan dökücülüğün gerçek yüzünü hissettirerek tarih ufkumuzu genişleten seride Mihrimah’ı, Nurbanu’yu, Safiye’yi de izledik ama… Kösem’li finalde dişini gösteren Hatice Turhan Sultan’ın dönemine el atılmadan ‘Muhteşem Yüzyıl’ bitiverdi.
Gönül isterdi ki, 7 yaşında tahta çıkartılan IV. Mehmet’in validesine de bir sezon açılsın! Zira Kösem Sultan’a kurduğu tuzakla ondan kurtulmanın ardından harem ve saraya tek başına hâkim olma mücadelesine girişip 34 yıl valide sultanlık yapan Turhan Sultan, Osmanlı’nın en uzun süreli valide sultanı sıfatına sahip. Üstelik ‘Ağalar Saltanatı’ denen kargaşa döneminde kendini sağlama almak adına ahalinin sevdiği Köprülü Mehmet Paşa’yı sadrazamlığa getirerek yeniden toparlanmasını sağladığı Osmanlı’da Köprülüler dönemini başlatırken stratejist-reformcu yönleriyle de dikkat çeken ve ölümü, ‘Devletin direği çöktü’ yorumuna sebep olan önemli bir şahsiyet! Öte yandan devlet işlerine hiç karışmayan, yönetimi Köprülülere bırakan, sadece saltanat sürüp avlanan, seferlere çıkan ve nihayetinde tahttan indirilip iki oğluyla birlikte Edirne Sarayı’na kapatılan IV. Mehmet’in dönemi de Osmanlı tarihinde önemli bir süreç. Çünkü hem I. Ahmet ile başlayan Duraklama Devri’nin son padişahı konumunda ve Lale Devri’yle Osmanlı’nın Gerileme Dönemi’ni başlatan Sultan III. Ahmet’in babası olarak kayda değer bir tarihi misyonu var… Hem de onun, Turhan Sultan destekli 39 yıllık saltanatında, sadrazamların elinde kalan imparatorluğun İkinci Viyana Kuşatması’ndaki başarısızlıkla girdiği zor döneme dek bir hayli entrika yaşanmış.
Buna karşılık ‘Muhteşem Yüzyıl’ın Kösem devriyle yerli izleyici nezdinde hak ettiği değeri bulamadığı gerçeği de olanca heybetiyle karşımızda durmakta. Lakin yabancı pazardaki ilgi yüksekliğinin içteki karşılığını alamayan yapımın ilk etaptaki sunuş ve akış hatalarıyla bu noktaya geldiğini hesaba katmak gerektiğini hatırlatayım. Anlayacağınız Turhan Sultan ve IV. Mehmet(Avcı Mehmet) devri de ‘Muhteşem Yüzyıl’ kapsamında ele alınmayı hak eden nitelikte! Şayet cazibe yaratacak bir projelendirme ve tanıtım yapılırsa, neden olmasın?
Bu hatırlatıcı girişin ardından AB’de sekizinci, Total’de 25’inci olarak onca zamanın harcanmışlığını incesinden resmeden ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’in final bölümünden geriye kalanlara geçecek olursak…
‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’ tarihin acı yüzü olmanın ötesinde bir tabloyla veda etti. Güç yolunda ilerlerken ilk kaybedilenin masumiyet olduğu gerçeğinde, bir kadının çocukluktan kadınlığa, analığa ve sultanlığa uzanan öyküsünü yansıttı izleyiciye. Tarihin gölgede kalan yönlerine ışık tutarken Hürrem’in ardından Kösem Sultan’ın Osmanlı’nın geleceğini etkileyen vasfını da tartışmaya açan seri, akılda soru işaretleri bırakarak gitti. Sultan Ahmet’in, suretine meftun olup da adasından koparıp valide sultanlığa taşıdığı bir kurban mıydı Kösem Sultan yoksa saltanat uğruna evlatlarına dahi acımayan hırsından gözü dönmüş bir zalim mi?
‘Valide-i Maktüle’ başlığıyla verilen finalin bana göre en etkili yönü, Valide-i Muazzama’lıktan Osmanlı tarihinde öldürülen ilk kadın sultan olarak ‘Valide-i Maktüle’ sıfatına erişen Kösem Sultan’ın, Nizam-ı Âlem’i koruma bahanesiyle saltanat hırsını her şekilde tatmin etmeye çalıştığını başarıyla resmederken, devşirme validelerin Osmanlı’nın kaderindeki yerini ortaya koyması. Atike’yi tecrit altına alan ve İbrahim’i zindana tıkarak ahalinin tepkisini çeken Kösem’in, Kemankeş’in desteğiyle yürüttüğü saltanatının sonunu vererek noktalanan dizi, tıpkı Sultan Süleyman dönemindeki gibi, fetvaların, menfaatlere ve saray kadınlarının iktidar hırslarına göre şekillendiğine bir kez daha tanık etti bizi. Dahası Kösem Sultan, Osmanlı’daki devşirme valideler olgusuna iki açıdan bakmamızı da sağladı. Nurgül Yeşilçay’ın en güzel performansı olarak gördüğüm canlandırmasıyla hayat bulan Kösem Sultan’ın, bu açıdan ekstra bir tarihi katkı olduğunu söylesek yeridir.
Oğullarına, ‘canlarını, canını siper ederek’ koruyacağına dair sözler verip verip ölümlerine giden yolun taşlarını döşemekte sakınca görmeyen Kösem’in, en nihayetinde vicdan yükünden kurtulmak için İbrahim’in de katlinde sakınca görmemesi... Ve ‘Samur Devri’nin padişahı İbrahim beddualarla boğazlanırken sessiz kalıp Turhan Sultan’ın yükselişinin önünü açmanın ardından hatasını anlayıp torununu da gözden çıkartması, ikili bir durum yarattı. Bir yandan tüm bu yaşananların kendi sonunu, kendi elleriyle hazırlayan Kösem’in Anastasia olduğu dönemden kalma intikamcılığından ibaret olduğu gerçeğini düşündürdü. Bir yandan da İbrahim’i IV. Murat’ın elinden kurtaran Kösem’in, padişah soyu tükenme tehlikesindeki Osmanlı’nın devamını sağlama gerçeğini vurguladı. İsteyen, istediği gibi yorumlar artık.
Tarihin yansız değerlendirilmesi gerektiği hakikatinde… Padişahların çocuk yaşta tahta çıkartıldıkları, genç yaşta sebebi bilinmeyen ölümlerle veya taht teamülleri gereği katledilerek göçüp gittikleri Osmanlı tarihinden ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’den yansıyan gerçek şu ki… Kösem’in özü, Anastasia idi! Şehzadelerini kendisine emanet eden Padişah Ahmet’in anısını canlandırıp ve ‘Ben öyle bir sultan olmayacağım. Vicdanlı olacağım’ diyen Anastasia’nın hayalinin gerçekleri dillendiren iç hesaplaşmasıyla, masumiyetini yitirmiş evlat katilliğinin ruh haline bürünen Kösem’in yaptıklarını mantık gözüyle değerlendirdiğimizdeyse, Anastasia olarak zorla Osmanlı’ya getirilirken kendi kendine verdiği intikam sözünü yerine getirdiği gerçeğine ulaşıyoruz haliyle. Dolayısıyla hırslara perde yapılan ‘Devletin bekası’ mazeretini ‘Bir torunum gider, bir torunum gelir’ demeye vardıran ve bu süreçte tüm fakirleri doyuracak kadar da yardımseverlik sergileyen Kösem’in tavırlarının temelinde, kötülükten ziyade kendi kimliğini yaşayamamış olmanın ve bilinçaltında Osmanlı hanedanını sebep görmenin yarattığı duygular bulunduğunu söylesek yeridir! Final bölümü bunu düşündürdü.
Veda bölümünde açığa çıkan bir diğer detay da, Kemankeş’in ölümüne bağlılığıyla sultanlığını pekiştiren Kösem’in saraydaki yaşamının ne denli zorlu olduğu ve ihanet içinde ihanetle baş etmek durumunda kaldığı hakikati… Ki bu da, yıllar boyu içinde tutuğu kini Kösem’in gırtlağını sıkarak dışa vuran Kuşçu Mehmet’le en etkili biçimde sergilendi.
Sözün kısası; Hacı Ağa’nın ummanda boğulmayı tercih ederek ölüme yürüdüğü… Canı bağışlanıp Mısır’a yollanan Kuşçu’nun merhametten hıyanet doğacağını gösteren ihaneti, Osmanlı’daki kanlılığın en hazin hali olarak yansırken 1651’de torunu Mehmet’in kanına susamışlığını canıyla ödeyerek devrini kapatan Kösem, Nurgül Yeşilçay’ın performansıyla hak ettiği değeri buldu. İnsanların tüm saltanatının ve gücünün sıfırlandığı ölüm halindeki çaresizliği alabildiğine çarpıcı biçimde gözler önüne seren Kösem’in sonu, Turhan Sultan’ın ‘Merhamet yok, acımak yok’ diyen devrini başlatırken, ‘Muhteşem Yüzyıl’ın tarihin acı yüzü olduğu gerçeğini de hafızalara kazıyan serinin bitmiş olması diziciliğimiz ve izleyicimiz adına oldukça üzücü. Bu noktada, emeği geçenlere teşekkürlerimizi iletirken ‘Türkiye’nin en objektif tarih dizisinin keşke devamı getirilseydi’ diyorum, başka da bir şey demiyorum.
SONUÇTA; Yeni diziler ekran macerasını bir bir başlatırken veda edenlerin arkalarındaki tablo, iyisiyle kötüsüyle, bundan ibaret. Hepsinin ortak noktası da izleyicide bıraktıkları ‘Keşke’ duygusu! İçlerinde en çok özleyeceğim ve ‘Keşke’ dediğim işin, yerli ekranlardaki harcanmışlığı ve devamının getirilmemesiyle, ‘Muhteşem Yüzyıl-Kösem’ olduğunu belirtip… Yeni dizilerin yorumlarında buluşmak üzere koyalım noktamızı.
Anibal GÜLEROĞLU