Diziler kırpılıp ne yapılır?

Biz kırpmaya çok meraklıyızdır… ‘Vergi’ der, geçim sınırının hayli altında kalmasına rağmen asgari ücretten kırparız… ‘İyi hal’ manasına cezalardan kırparız… ‘Katkı payı’ niyetine yıllarca prim ödemiş emeklilerden kırparız… ‘Tasarruf’ başlığıyla akla esen her şeyden kırparız… ‘Yaranma’ kaygısıyla muhalefetin haberlerini...

Anibal Güleroğlu Yazar guleranibal@yahoo.com

Bunca kırpıcılık icraatı varken ben de ‘dizi’ kırpmalarını ele alayım dedim. Yok, yok… Öyle ‘Yerli dizi, yersiz uzun’ diyerek süre kısaltmasından filan dem vuracak değilim. Hem zaten ‘Poyraz Karayel’, dört yüz kusur dakikalık hayli abartılı bir süre esprisiyle gayet güzel hatırlattı bir kez daha, yerli dizilerin yersiz uzunluğunu. Hoş sürekli vurgulandı da bir netice alınabildi mi bugüne kadar? Ne gezer. Daima olduğu gibi imam bildiğini okuyor sonuçta.

Ayrıca kırpmadan kastım dizilere yönelik sansür de değil. Bu olay da zırt pırt sosyal medya yasaklamalarına kadar uzanıp iyice laçkalaştı ve dalga geçilecek oranda kanıksandı. Yanisi dostlar, dizileri kırpma konusunda benim sözüm çok başka.

Eh bu tespitleri yaptığımıza göre, dizilerin kırpılıp ne yapıldığına geçebiliriz gönül rahatlığıyla.

KIRPIP KIRPIP YILDIZ MI YAPSAK YOKSA…

Farkında mısınız son dönemlerde yerli film furyası sardı ortalığı. Sanki yüz yıl boyu uyuyan prenses gibi biri tarafından öpüldü de uyanıverdi sinema sektörü. Komedisi, korkusu, aşkı… Üçer beşer çıkmaya başladılar vizyona. Tabii ki sinemamız adına güzel bir şey film üretiminin artması. Ancak buradaki önemli detay, çoğunun sinema filmi değil de ‘dizi’ kıvamında oluşu. Her hafta 90 dakikalık dizi yaratmanın formülünü bulanlar için dizilerin kırpılması ve bunlardan ‘dizi gibi film’ çıkartılması çocuk oyuncağı zaten.

Bu kırpıntı olayında ilk unsur senaryo… Birkaç istisna film dışında diğerlerinin senaryoları dizilerle işlenen öykülerin kırpıkları gibi… Repliklerinden sahnelerine, kopyala yapıştır havasındaki işlerin farkı, daha akıcı olmak ve fazla dallanıp budaklanmamak. Kestirmeden sonuca ulaşılıveriyorlar… Bir buçuk, bilemedin iki dizi sürecinde. Bir de yabancı filmlerden esinlenen veya romanlardan uyarlananlar var ki, istedikleri kadar gişe yapsınlar(ya da yapar görünsünler), onların da nitelik bakımından ‘dizicik’ olmanın ötesine geçemedikleri kesin.

İçerikleri, dizilerin kırpılmış haline benzeyen ve dizi gibi yönetilen filmlerde karşımıza getirilen oyunculuk deseniz… Yüzler ve canlandırmalar hemen hemen dizilerde boy gösterenlerle aynı. Başrollerden, yan karakterlere bu klişe değişmiyor. Sanki başka oynayacak isim yok piyasada. Ama yoook… Filme ilgi çekmek için ille de dizilerin kahramanlarına rol verilecek. Hem de aynı türden karakterlerle ve dış görünümlerle. Sahi… Sürekli aynı kişileri izlemekten gına gelirken bize, onca oyunculuk eğitimi alan ve cast ajanslarına başvuran isimler ne yapıyor sizce?

Dizi-sinema filmi kesişmesinde, emek olayının da bir ekstrası yok bu mantalitede. Diziler bir haftada çekiliyorsa, öyle uzun uzadıya çabayı-düşünmeyi gerektirmeyen filmler de 15-20 günde, hadi bilemedin bir ayda çıkıveriyor ortaya… Aşk olsun, lafı mı olur bu kadarcık farkın? Olmuyor da. Olsa, aynı kişiler 2-3 ay arayla farklı filmlerle karşımıza gelebilirler miydi hiç? Çat o filmde, pat bu dizide, hop filanca tiyatroda boy gösterilemezdi değil mi? Hatırlarsanız ‘Yalan Dünya’ dizisinin bir bölümüne de malzeme olmuştu bu ‘madalyalık’ koşturmaca temposu… Yabancılar da yırtınıp dursun senede bir film yapacağız diye. Senaryodan, oyunculuktan ve kaliteden kırpmayı bizim gibi beceremiyor ki garipler. Uzun uzadıya uğraşıyorlar.

Kaldı ki, bizim sektörel şartlarımızda dizi olayı film çekmekten daha yorucu. Çünkü süreklilik var. Bu durumda su akarken küpü doldurmak isteyenlerin de işine geliyor, dizilere ilaveten bunların kırpığı filmlerle sinemada varlıklarını perçinlemek. Yarınlar belirsiz çünkü.

Şimdi bu tabloya bakılıp ‘Alan memnun satan memnun sana ne’ denebilir. Ancak bu mantık bir yere kadar geçerli. Hele de Yağma Hasan’ın böreği gibi hesapsız kitapsız tüketmeyi marifet sayıp dibini getiren dizi sektörünün kendi kendini çelmelediği ve daralmaya doğru ufak ufak ilerlediği ortadayken!

Aynı tehlikenin gerek senaryo, gerekse oyunculuk bakımından kendisini ‘dizi’ mantığından kurtaramayan ve sürekli benzeri işler üretmeye başlayan filmciler için de geçerli olduğu görülmeli artık. Zira düşüş gösteren film getirileri, sinemacıların tepesinde kara bulutlar oluşmasının yakın olduğunun habercisi.

Son söz; Melaha’ti Sebahat’ti, yok mandanın yuvasıydı, karamanın koyunuydu, aşkın bir varmış bir yokmuş halleriydi… Derken… Yaratıcılıklar konuşturulmayıp bu tarz derleme kırpıntılarla yol alma uyanıklığı biraz daha sürerse gidişat pek parlak olamayacak ne yazık ki. Tıpkı dizilerin bıkkınlık vermeye başlaması ve konu sıkıntısının baş göstererek hayal kırıklıklarının yaşanması gibi, kaliteyi arka plana atarak günü kurtarmak için peş peşe film üretimine geçen sinemadaki bu yoğun tempo da aynı gerileme sürecine girecek.

İstanbul Film Festivali’nde yer alanlar da dâhil olmak üzere yabancı yapımlarla bizimkilerin, yenilik ortaya koyamayan, çoğunluğunu kıyaslayınca göze daha net çarpan bu hakikati hatırlatalım dedik. Bunca filme rağmen Oscar’a gidemeyiş burukluğumuzla birlikte…

Birileri eski yılları kırpıp kırpıp yıldız yapmış, yaratıcılıklarını ispatlamışlar… Biz de yıldızlar üstüne oynayan dizileri kırpıp kırpıp film yaptık, cılkını çıkarttık nihayetinde! Kim tutar bizi…

Anibal GÜLEROĞLU

guleranibal@yahoo.com

www.twitter.com/guleranibal

Tüm yazılarını göster