Oyunculuk… Dünyanın en zor mesleği mi, yoksa havadan para kazanmanın en kestirme yolu mu? Bu işin ekmeğini hakkıyla yiyen oyunculardan olan Johnny Depp bile oyunculuk dünyasını, ‘Karakterin içindeydim, o karaktere dönüşmüştüm ve benzeri şeyler diyen ikiyüzlü oyunculara acıyorum. Bu iğrenç bir şey. Sadece üst düzey bir kendi kendini tatmin’ şeklinde tanımlarken… Marlon Brando, ‘Oyuncu öyle bir adamdır ki, onun hakkında konuşmuyorsan seni dinlemez’ diyerek oyuncuların narsist kişiliğini ortaya koyarken… Ve dahi ödüllü aktör-yönetmen Gary Oldman ‘Herhangi bir oyuncu, size canlandırdığı kişiye dönüştüğünü söylediğinde, eğer kendisine şizofren teşhisi konmadıysa, sizi açıkça aldatıyordur’ saptamasında bulunurken… Oyunculuğu uzun uzadıya tarife bilmem gerek var mı?
Mesleklerini en acımasız biçimde eleştirmekten çekinmeyen ünlü oyuncuların çizdiği tabloya karşın gerçek şu ki, geçmişe kıyasla günümüzde daha çok rağbet görür ve pratik hale gelen oyunculuk, dizilerin yaygınlaşmasıyla iyiden iyiye ön plana çıkmış durumda. Özellikle de ülkemizde. Bugüne dek öyle çok ‘Beni bir yönetmenle tanıştırsana’ diyen, ‘Oyuncu olmak istiyorum, ne yapayım’ sorusunu yönelten oyunculuktan bihaber insan çıktı ki karşıma... Oyunculuğun kapanın elinde kalan bir fırsat olduğunu çok iyi anladım.
Velhasıl, Yeşilçam’ın bin bir güçlükle yaşam savaşı veren oyuncularından günümüze, köprünün altından çok sular geçti. Artık ev kadınları bile oyunculuğa heves eder oldu. Dizilerle yükselen değere dönüşen oyunculuk olayı sayesinde ortalık, ajanslarla ve bir yerlerde adam ayartıp rol kapma heveslileriyle doldu. Üstüne bir yığın laf edilen, ışıltılı magazinsel özellikleriyle iştah kabartan bu mesleği icra edenler her zaman hak ettikleri biçimde değerlendiriliyorlar mı peki? Dış görünüşün ve iş bağlama olayının, canlandırma yeteneğini silip süpürdüğü hakikatine takıldığımızda, buna olumlu cevap vermek zorlaşıyor.
Öyle ya… Bakıyorsunuz görselliğe hitap etme veya filancanın tanıdığı olma özelliği sayesinde keşfedilip birkaç aylık atölye dersleriyle oyuncu niyetine parlatılan dünkü çocuklar başrolleri parsellemiş. Öte yandan rol yeteneklerini köklü eğitimle tamamlayarak tiyatroya gönül veren gerçek sanatçılar yan rollere talim etmekte. Çünkü başrolün içini layıkıyla dolduracak çok az sanatçıya şans tanınıyor ekranda. O fırsatı yakalayanların yer aldığı içerikleri kapsamlı, kaliteli diziler de ne yazık ki oyunu bozamayıp zıpır işlere karşı ayakta kalamıyor reyting savaşında.
Hani ‘Küçük insanların büyük gururları vardır’ demiş ya Voltaire… İşte gerçek sanatçıların yan rolleri de o hesap bir züğürt tesellisi! Gel gör ki, her ne kadar günümüz dünyası büyük gurura ve yeteneğe sahip küçük insanların yükselişine geçit vermeyen tepeden inme, yetersiz büyükleri el üstünde tutuyor olsa da, başrolleri tamamlayanlar çoğunlukla yanlardaki renkli ve yetenekli tiplere hayat verenler… Sözün özü, gerçek değerler yan rollerde ve onlar işin püf noktaları! Bu doğrultuda biz de oyunculuğa dair saptamalar yapıp yaz ekranındaki yapımlar arasından, dizilerin elini güçlendiren püf noktalarının birkaçına göz atalım dedik. Buyurun bakalım, renk katmak adına, kimler kayda değermiş…
NO: 309’UN GÜÇLÜLERİ…
Kore’den devşirme yerli dizilerde, yanlış anlaşılmalar ve tesadüflerle gelişme yaratmaya pek meraklı olan, kaderin cilvesi sonucu karşılaşıp cumburlop yatağa giren Lale ile Onur’un miras ve çocuk odaklı evlenme macerasını ekranımıza kazandıran ‘No: 309’, sevilen dizi olmayı başarmanın ötesinde yan karakterleriyle de dikkat çeken yapımlardan. Lale-Onur-Pelinsu üçgeninde aşk-izdivaç-kapris öyküsünü sürdürürken, olayın belini doğrultan asıl gelişimini ailelerden alan dizinin kaynanalar-kayınbabalar cephesi müthiş bir enerjiye sahip.
Deneyimli isimlerin oyunculuk katkısıyla Lale-Onur-Pelinsu üçgeninin klişesini aşmayı başaran ‘No: 309’u bu yönüyle değerlendirdiğimizde kuşkusuz her karakterin yeri ayrı duruyor. Ancak gerek tipleri gerekse sergiledikleri rolle, iki kadın karakterin yan desteğinin öne çıktığı da kesin. Bunlardan biri, Onur’un annesi Yıldız; diğeri de Erol’un miras kapma hevesine alet edilen Filiz! Özlem Tokaslan, zaman zaman içindeki öfkeyi boşaltıp ardından fabrika ayarlarına dönen Yıldız karakterini… Ceren Taşçı ise her an mide fesadına uğrayabilecek pozisyondaki fil Filiz’i sergiledikleri performanslarla iyiden iyiye parlatmış durumda. Bu iki sıra dışı kadının yarattıkları mizahi zenginlik, Lale-Onur arasındaki boş muhabbetlerle çarçabuk kısırdöngüye düşen diziyi çekici kılan püf noktaları. Dolayısıyla, izlenmeleri gayet keyifli olan bu iki karakteri rahatlıkla ‘No: 309’un güçlüleri olarak ilan edebiliriz.
HAYATIMIN AŞKI’NDA ‘BARTU’ FAKTÖRÜ
Patron-çalışan olayına farklı bir boyut katan Gökçe’nin bol gaflı mahalle ağzıyla ve aşırı rashat tavırlarıyla tavladığı Demir’e duyduğu aşkla, Kaan’ın Gökçe’ye hissettiği yakınlık arasında ikileme düşürdüğü izleyicisini reklam şirketlerinin ciddiyetsiz atmosferine tanıklık ettirip… Rezzan ile Hikmet’in evlilik cilveleşmelerini, ‘taş’ Yonca Evcimik’in telâşe varlığından nasiplendirerek yol alan ‘Hayatımın Aşkı’, bol dekolteli ve müzikli yaz eğlenceliklerinden.
Çok güzel mi veya çok farklı mı? Tabii ki hayır. Altı üstü bir romantik komedi. Bununla birlikte bir yığın abartı sergileyerek, kimi zaman hayli şamatalı hale gelen… Lakin Hande Doğandemir’in sevimli duruşuyla Gökçe’nin gerçeküstü varlığını dahi kabul edilebilir kılan ‘Hayatımın Aşkı’nda klişelere tat katan faktörler de mevcut. Bunlardan biri ve bana göre en önemlisi, Sadi Celil Cengiz’in canlandırdığı Bartu! Evin omuzdan sakat, mazarat ve açıkgöz geçinmeye çalışan oğlu olarak ortaya çıktığı andan itibaren dizinin ufkunu genişletti adeta. Zira Rezzan’ın oğluşu-teyzoşunun kuzusu Bartu, her karaktere dayanak olmuş halde. Gerek Rezzan-Hikmet çifti, gerek Kaan kanadı, gerekse Gökçe-Demir olayında katalizör durumunda. Bundan dolayı, Seda Türkmen’in canlandırdığı Sema’ya yönelik ilgisiyle de epeyce ses getireceğini düşündüğüm Bartu faktörünün, kahve efradıyla birlikte, daha dişe dokunur mizahlarla değerlendirilmesi gerek diyorum.
N’OLUR AYRILALIM’IN İKİ ÇEŞNİSİ
Eleştirisini önümüzdeki günlerde yapacağım dizilerden olan ‘‘N’olur Ayrılalım’’, ‘Çünkü evlenmem lazım’ diyerek yola çıkıp modern telli baba hikâyesini anlatırken karakterler arasında dengeleri çok iyi tutturmuş nadir işlerden. Buna karşılık onun da ilave takdiri hak eden özel çeşnileri bulunmakta.
Tru-gay Show’un kameramanı olup her daim Azize’yi kollayan Efe, bunlardan biri. Çok az konuşmasına rağmen sahnelerdeki durgun-gamsız duruşuyla çok şey söyleyen karakter, en son ‘Kızılelma’nın Abdullah’ı olarak karşımıza çıkan ve ekranda daha sık görmek istediğimiz Hüseyin Gülhuy’un profesyonel oyunculuğundan fazlasıyla nasiplenmekte. Tebrikler.
‘’N’olur Ayrılalım’’ın çok renkli içeriğine çeşni olan diğer karakter ise Saadet’in babaannesi Şükufe… Çok iyi ceviz kırdığını, ahretliğinin torunu Yusuf da dâhil olmak üzere cümle erkek düşkünlüğüyle gösteren, vücut röntgenlemek için maçlara giden iskeletli Şükufe, nineliğe bambaşka boyut kazandıran bir tip. Tabii karakterin bu denli güzel yansımasının sebebi, iyi yazılmasının ötesinde, Şehir Tiyatrolarından gelen oyunculuk kariyerini ödülle taçlandırmış Meriç Başaran’ın ustalığıyla şekillenmiş olması! Önüne gelenin oyuncu olarak çıktığı ekranda böylesi değerlerin kattığı çeşnilerin kıymetini daha iyi bilelim derim.
AŞK LAFTAN ANALAMAZ’IN FARKI, ‘TUVAL’İ…
Hayat’ın imkânsızı, mümkün kılarak girdiği işte ayaküstü patron Murat’la aşk hallerini yaratıp ekrandaki ‘çalışanına âşık olan patron’ dizi rutinine katkıda bulunan ‘Aşk Laftan Anlamaz’, hâlihazırda Show’da tutunmayı başarmış dizilerden. Aman nazar değmesin. Peki, bu başarı sadece başrollerin eseri mi? Hande Erçel ile Burak Deniz’in uyumu şahane ama… Ötesini de unutmamak lazım.
Didem ve Cenk üzerinden kıskançlık geliştirerek yol alıp köstebeklik öyküsü sayesinde kendince bir dargın bir barışık temposu oluşturan içerikte başrolleri ve dahi İpek’le Aslı karakterlerinin Hayat’a dopingini geçersek… Dizideki en göze batan karakter, Münih Konservatuarı’nda oyunculuk eğitimi alan Demet Gül’ün cıvıl cıvıl Tuval’i…
‘Ulan İstanbul’da, Alamancı Maşuka olarak gördüğümden beri hoşuma giden oyuncu, Tuval’i kendine has bir yorumla sunmakta. Övünmeyi hiç sevmediğini söyleyip dünyanın övgüsünü her fırsatta dile getiren uluslararası moda ikonu Tuval, hem renkliliği hem canlılığı hem de tatlı-seksi konuşmasıyla ‘Aşk Laftan Anlamaz’da ortalığı şenlendirenlerden. Kısacası; Sarte’nin can damarı olmakla kalmayıp Emine Anne karşısında durumu idare ederek Hayat’ın da hayatını kurtaran… Durup durup bakarken bir tuhaf etkileyen ve insanlara ‘Peş düşüme’ enerjisi aşılayan Tuval, sadece izleyicinin değil dizinin de canı kanı adeta! Düşelim peşineee…
RENGÂRENK’TE ‘HALAY’ VAR!
Yediği darbeyle aşka inancını yitiren, Renk sayesinde kanka grubuyla da limonileşen Can ile şöhretin mutluluk getirmediğinin aynası olarak duran Renk’in kader değiştirme çabasını, dizi sektöründen seçmece tiplerle ve yaz renkliliğiyle anlatmaya soyunan ‘Rengârenk’ de içinde gizli cevherler barındıranlardan… En renkli kişisiyse, ‘Re re re… R ara ra… Renk Hanım’ diyerek özünü belli eden Zeki Halay… Öyle ki, ‘Halay var dediler geldik’ dedirten bir tip!
Aslında Zeki Halay formatının benzerini, farklı yapımlarda da görmüşlüğümüz var. Ancak onu diğerlerinden ayırıp renkli kılan, Ferdi Sancar’ın role katkısı. Muammer Tali tarafından canlandırılan ve Renk olayıyla bombayı patlatıp yürümek isteyen azılı magazinci Fırat’ın da ilgi çekicilik potansiyeli taşıdığı dizide, paranın gücüyle böbürlenmeyi seven Halay karakteri, Ferdi Sancar’ın falsosuz performansıyla yerini alırken hem diziye özgün bir boyut katmakta… Hem de cehaletle maddiyatın, uyanık yapımcı noktasındaki mükemmel harmanını bize sunmakta. Ne diyelim… Zeki Halay’ı düşünenin de, onu canlandıranın da emeğine sağlık.
Sonuçta; Dizilerin elini güçlendiren püf noktaları, başrollere nazaran daha arka plandaki karakterleri canlandıranlar! Nasıl ki bir holding sadece baştakilerin gayretiyle başarıya ulaşıp ayakta kalmıyorsa, kurgular da yalnızca başrollerin varlığıyla değil, onların fark edilmesini sağlayan yan rollerle gücüne güç katmakta. Bu arada mevcut yan karakterlerden övgüyü hak edenlerin burada saydıklarımızla sınırlı olmadığını da belirtelim. Yeri geldikçe diğerlerini de ele alacağız. Hem zaten önemli olan başrollerin de bunları fark edip fazla havaya girmemesi ve izleyicinin-medyanın-yapımcının hak edene hak ettiği değeri verebilmesi. Gerisi teferruat.
‘Rolün, büyüğü-küçüğü yoktur. İyi-kötü oynananı vardır’ diyerek ve bize farklı tatlar sunan tüm gerçek oyunculara selamımızı yollayarak koyalım noktayı.
Anibal GÜLEROĞLU