Kurgular ve gerçekler… Günümüz dünyasının en önemli ikilemlerinden. Zira o denli iç içe geçmiş bir halde çıkıyorlar ki karşımıza kurgular mı gerçeklerden doğuyor yoksa gerçekler mi kurgulardan gelişiyor belli olmuyor çoğu zaman.
Özellikle televizyonun ardından hayatımıza girip hızla gelişen internet platformları sayesinde sayıları gittikçe artan dizilerin içerikleri bu ikilemi iyice hissettiriyor bize. Ekran kurgularına kıyasla daha özgür biçimde geliştirilen ve söylemleri de daha iğneleyici olan bu kurgular, yaşamın gerçeklerini yansıtıp taşlamanın ötesinde, gelecekte olabileceklere de işaret etme özelliği taşıyabiliyorlar kimi zaman.
Nitekim salgın sürecinde televizyondan daha kayda değer seçenekler sunarak ciddi alternatif haline gelen Netflix yapımlarında bu durumun farklı örnekleriyle karşılaşmaktayız.
Misal; FBI ajanlarının en çok arananlar listesinde başı çeken adamla birlikte çalışma aksiyonu üstünden Amerikan yönetimindeki yozlaşmaya ve ‘virüs’ başta olmak üzere çeşitli yollarla tehdit oluşturan uluslararası suçlulara-ajanlara dair saptamalarda bulunan ‘The Blacklist’…
Keza Amerika’daki gizli güçlerin amaçlarına ulaşmak için nasıl büyük komplolar kurabileceklerini, en umulmadık kişileri Başkan yapabileceklerini ve hedef şaşırtarak toplumu oyalamada usta olan bu kişilerin ellerinin Beyaz Saray’a kadar rahatlıkla uzandığını işleyerek gerçekte olup bitenlere dair hayli düşündürücü hale gelen ‘Designated Survivor’!
Örnekler bu kadarla sınırlı değil kuşkusuz. Başka platformlarda veya başka dizilerde yaşamla kurguyu buluşturan, kurgular üstünden gerçeklere ışık tutup mesajlar veren bir dolu yapım bulunmakta. Ayrıca Amerika’nın iç dengelerinin ve dünyadaki komploculuğun hakikatle bağdaştığı içeriklerin yanı sıra uzaya-bilime yönelik yapımlar da kendilerince bu ikileme katkıda bulunuyorlar elbet!
Nitekim uzayda hâkimiyet kurmanın ve dünya dışı kolonilerle yaşamı uzaya taşıma hedefinin yükselen değer haline gelip sıkça dillendirildiği günümüzde, konuyla paralel dizilerin, kurgularla gerçekleri iç içe geçirme hususunda öne çıktığını çokça görüyoruz. Bu doğrultuda ben de dikkatimi çeken iki Netflix dizisine değineceğim.
ABD Başkanı Donald Trump’ın, son yıllarda uzay faaliyetlerine yönelik yatırımları artıran Çin ve Rusya’yla rekabette geri kalmamak ve ‘Uzaydaki rakiplerden gelen saldırıları cesurca caydırma’ hayalini gerçeğe dönüştürmek için kurdurduğu ‘Uzay Kuvvetleri Komutanlığı’ şimdilerde ‘Space Force’ komedisi olarak dünyaya açılmış halde.
Gerçek hayatta Amerikan Hava Kuvvetlerinden ayrılarak oluşturulan ABD’nin altıncı komutanlığı, Rusya tarafından ‘‘ABD’nin gezegen işgalciliğine hazırlık’’ şeklinde tepkilerle karşılaşırken, konunun, başrolü de üstlenen Steve Carell ve Greg Daniels’ın yönetmenliğinde diziye dönüştürülmesi, gerçekle kurguların harmanlanmasına güzel bir örnek teşkil etti açıkçası. Nasıl ki, içeriğin bu denli güncel ve gerçekçi olması, John Malkovich ve Ben Schwartz’ın da başrolde yer aldığı yapımı, Netflix’in popüler dizilerinden biri haline getiriverdi. Peki, ‘Space Force’ neler vermekte bize? Kısaca bakalım.
İlhamını, gerçek olaylardan alıp bunları, Trump yönetiminde oluşan aksaklıklara ve abartılara yönelik taşlamalarla geliştiren senaryodan değerlendirmeye başlayacak olursak… Öncelikle yönetimin hoşa gitmeyen ‘Ben yaptım oldu’ mantığının ve aşırı şişirilmiş Amerikan egosunun hedef tahtasına oturtulduğunu söyleyeyim. Ancak olay bu kadarla sınırlı kalmıyor. ABD Uzay Kuvvetlerinin rakiplerinden önce Ay’da yaşam ortamı kurma macerasını ti’ye alan dizinin içeriği, politik eleştirilerin ötesinde, ‘askeri-ailevi-bilimsel-toplumsal’ konuları da eleştiriyor.
Bu doğrultuda; cinsiyetçilikten ve ırkçılıktan, bayrak-vatan kutsallığı abartısına… Açık evlilik yozlaşmasından, inanç olayına… ABD Uzay Kuvvetleri’ndeki yabancı eleman bolluğundan, Amerikalı komutanların kendi aralarındaki yetki çekişmesine… Dünya’daki Ay habitatını dahi doğru düzgün kuramayan Amerika’nın uzaya gönderecek astronot bulmakta güçlük çekme mizahından, reklamla şişirilmiş şirket yüzlerinin yönetim zaaflarını fırsat bilerek orduya ve uzay faaliyetlerine kancayı takıp hükümete daha ucuza yakıt, malzeme vs. pazarlama hilebazlığına kalkışmasına… Pek çok hususta gerçekçi yergiler yapılmakta.
Bunun ötesinde ABD’nin askeri ve yönetim yapısını bolca eleştiren senaryonun, gerçekte yaşananları absürt komedi tadında işleyip yergilerini yaparken, evlilik kurumunun aile bireylerini bir arada tuttuğu, evliliğin sürme noktasında seksin her şey olmadığı, gençlerin uyuşturucudan uzak durması gerektiği gibi söylemleri unutmadığını da belirtelim.
Özetle; ABD’nin geçmişteki Ay’a çıkma hikâyesini ve Apollo yolculuğunu da şüpheli bulup sorgulayan… Çin’in Ay’da yaşam alanı kurma yarışındaki galibiyetini vurgulayıp Trump-Çin çekişmesini komedi malzemesi yapan… Bilimsel yenilikleri ABD Uzay Kuvvetleri’nden daha önce gerçekleştiren Hindistan’ı da, ‘Bizi geçmişler’ saptamasıyla uzay faaliyetlerinde önemli bir ülke konumuna yükselten ‘Space Force’, uzayda egemen ve lider güç olma hevesindeki ABD’nin bilimde-teknikte dışa bağımlı olduğu gerçeğini ortaya koyan bir komedi niteliğinde.
Öte yandan ABD balonlarını birer birer patlatmaya soyunan içeriğin böylesine güçlü bir potansiyele sahip olduğu halde bunun diziye yansımasının yeterince gerçekleştirilemediğini de söylemek isterim. Zira akışın düşük temposu ve karakterlerin dengesiz kullanımıyla olayın tam hakkının verilememesi içeriğin yergisel mizahının gücünü de düşürüyor.
Diyeceğim o ki; Sağlam kadrosu ve gerçekçi içeriğiyle çok daha iyi bir performans sergilemesi mümkün olduğu halde General Mark Naird ile gizli(!) Uzay Kuvvetleri Üssü’nün bir numaralı bilim adamı Adrian Mallory’nin zıtlıklardan oluşan muhabbetlerine bağımlı kalarak ilerlemeyi seçen ‘Space Force’, beklenenin birkaç tık gerisinde kalıyor. Ancak 30 dakikalık bölümlerden oluşan ve aksiyondan ziyade absürt diyaloglarla uzay komedisi hamlesini yapan dizinin bazı bölümlerde durağanlaşmasına bakıp hemen pes etmemek gerek.
Çünkü sezon finaline doğru yönetimi taşlama temposunu artırarak General Mark’ı atağa geçiren dizi, devamına yönelik merak uyandıran bir gelişim yaratıyor. Dolayısıyla İngiliz medyasına göre ikinci sezon onayı alması kuvvetle muhtemel yapımı, gerçekçi dille işlenmiş ‘‘Amerika’nın Uzay Kuvvetleri komedisi’’ olarak yorumlayıp ‘Dikkate değer’ diyorum.
Bir göktaşının dünyaya çarpması, dünyanın iklim değişimiyle yaşanamaz hale gelmesi ve insanlığın yok olma tehlikesini aşmak için gözünü uzaya-gezegenlere dikmesi… Geçmişten günümüze, türlü komplo teorileriyle de özdeşleştirilen, merakları diri tutan konular. Dahası gerçekle hayali buluşturan bu konular, fantastik senaryolara da sıkça malzeme yapılır. Nasıl ki, 60’lı yılların efsane bilim kurgu dizisine dönüşen ‘Lost in Space’ de bunlardan biri!
1965-68 yılları arasında televizyon dizisi olarak CBS’te varlık gösteren; 1998’te sinema filmi de çekilen ‘Lost in Space’, yıllar sonra intro’sunda insanlığın uzay hayalindeki gelişmeleri adım adım veren yeni versiyonuyla Netflix’te tekrar çıktı karşımıza.
Dünyanın bir göktaşı çarpması sonucu ekosisteminde bozulma yaşayarak insanlık için tehlikeli bir hal almasının ardından başlayan uzaya koloniler yollayıp başka gezegene yerleşme macerasına odaklı olarak gelişen dizinin senaryosu, genelde kolonileşmeyi ele alırken özelde Robinson Ailesi’nin başından geçenleri sunuyor bize. Böylece bir yandan testleri başaranların dâhil edildiği koloni gemisinin kaza geçirmesiyle hedeflenenden başka bir gezegene düşen ailenin, buzul çağıyla dünya benzeri güneşli bir ortamı birlikte sunan bu bilinmeyen yerde hayatta kalma çabasını izliyoruz… Bir yandan da aileye katılan robot ve kendini Dr. Smith diye tanıtan kadınla aile bireyler arasındaki ilişki yumağına dalıyoruz.
Özetle değindiğimiz senaryo cephesinde dikkat çeken baş özellik nedir derseniz… Tabii ki, uzayda kolonileşme fikrinin, gerçeklerle kurgular arasındaki iç içeliğe uyumu! Zira Mars Davası’nın yazarı Robert Zubrin’in 1998’de ‘Mars Derneği’ni kurarak Amerikan hükümetini Mars’ta koloni kurmaya ikna çalışmalarının ardından Elon Mask’ın 2024’te başlatmayı planladığı Mars’ta 1 milyon kişilik koloni kurma projesiyle gündemde yer bulan ‘koloni’ hayali, ‘Lost in Space’ dizisiyle en basit ve insani biçimde varlık göstermekte.
Buna karşılık yeni nesil ‘Lost in Space’ dizisinin, mantıkla pek bağdaşmayan ve içeriği kabul edilebilir olmaktan uzaklaştıran olumsuzlukları bulunduğu da bir gerçek. Hal böyleyken orijinaline kıyasla görselliği, çekimleri ve bezdirici detaylardan arınmış karakterleriyle gelişim kaydeden, özellikle içerikteki robotu insan formunda tasarlayarak günümüz bilimkurgu kalıplarına uyum gösteren dizide en önemli mantık sorununun, olağanüstü durumları olağan kılması olduğunu söyleyebiliriz.
Şöyle ki; adeta çocuk oyunuymuşçasına yansıtılan kaza sonucu ana gemiden kopup düşülen gezegende gördükleri karşısında hiçbir ekstra tepki vermeyen… Hatta buza sıkışıp kalan kızlarının ölüm riskine karşı da gayet duyarsız tavırlar sergileyen Robinson Ailesi’nin rahatlığı, inandırıcılık adına büyük sorun durumunda. Dünyayla aynı atmosfer şartlarına sahip olan gezegeni sanki çok iyi tanıyormuşçasına hemen kabullenip benimseyen kahramanlarımızın karşılaştıkları sorunları da aynı rahatlıkla göğüslemesi hiç normal gelmiyor. Bu da kolonileşme işinin ciddiyetini zedeleyip olay akışını ve öyküyü çocuk dizisine dönüştürüyor çoğu yerde.
Oyunculuğun fazlasıyla yüzeysel kaldığı; küçük Will ve robotunun en başarılı performansı sergilediği dizide ayrıca Bayan Robinson’ın böyle bir ortamda dahi ailenin tek karar vericisi olma iddiasını sürdürmesi, büyük kurtarıcı havasında ortalıkta dolanması, her durumda kocasını suçlaması ayrı bir iticilik. Robinson kızları da annelerinden farklı değil. Onlar da kendi havalarını basıyorlar bu felaket ortamına. Uzmanlıklarını konuşturmak yerine, uzayda bilinmeyen bir gezegende mahsur kaldıkları halde yapmacık ergen tavırları sergilerken, bilimkurgu mantığıyla bağdaşmayan detaylara dönüşüyorlar. Kardeşinin kimliğini çalarak seçilmişlerden oluşan ana gemiye girmeyi başarıp orada da Dr. Smith kimliğine bürünerek sahtekârlığını sürdüren ve sürekli herkesin burnunun dibinde biten karakterin entrikacı eylemleri deseniz, hepten mantık dışı. Böyle bir gezegende neyi paylaşamıyorsun, neyin kavgasını veriyorsun? Hiçbir eğitimin yokken gemiyi ele geçirip tek başına mı gideceksin koloni gezegenine? Robota kafayı takmanın amacı ne? Anla, anlayabilirsen.
Velhasıl; İki üç tane canavarımsı yaratıkla ve bakir doğa görüntüleriyle, Dünya’nın dinozorlar çağını mahsur kalınan gezegende yansıtmaya çalışıp adeta ‘Dünya evrende benzersiz-tek değildir’ demeye getiren ‘Lost in Space’ ile koloni hayali, izleyeni ikileme düşürecek bir iş. Çünkü kolonileşme noktasında, gerçekle kurguyu bağdaştırma yolunda bir yapım olsa bile geçmişteki efsaneliğiyle dikkatleri üzerine çeken dizinin mantık yönü fazlasıyla havada kalmış. Yine de bilimkurgu ciddiyetine ergen zihniyetiyle yaklaşanlara hoş vakit geçirtebilir.
SONUÇTA; Gerçeklere Netflix dizileriyle baktık kısaca. Amerika’nın ‘Space Force’ komedisini ve ‘Lost in Space’ ile koloni hayalini de, günümüz gerçekleriyle geleceğe yönelik olası projeleri buluşturan; bunu yaparken topluma-aile ilişkilerine dair aksaklıkları sorgulatmayı ihmal etmeyen yapımlar olarak dikkatimizi çektikleri için değerlendirmeye alıp yorumladık. İkisi de izlenebilir işler lakin dört dörtlük performans sergilemedikleri muhakkak. Olumlu yönleri kadar eksikleri-kusurları da var nihayetinde.
Tercih konusunda son sözü sizlere bırakırken yazımızı sinema dünyasının ünlü isimlerinden Alfred Hitchcock’un gerçekçi kurgusal tanımıyla noktalayalım… ‘Sinema sıkıcı yerleri makaslanmış hayattır’!
Makaslanırken algılarla donatılan hayatların kurgu cephesinde, iyi seyirler herkese.
Anibal GÜLEROĞLU