Öyküsü gerçek midir? Kim bilir. Senaryo konulu yazıyla ne alaka, diye soracak olursanız… Genç Osman’ın dudağına tarağı batırıp yiğitliğin bıyıkta değil yürekte olduğunu ispatlayacak kadar fedâkârâne bir biçimde yaşadığı Osmanlıya hizmet aşkıyla, 2 binli yılların demokratik Türkiye’sindeki senaryoların, öz benliklerini bir yana bırakıp, emrine amade oldukları alanlara koşulsuz bağlanmalarının örtüşmesi, diyebiliriz. Bu öyle bir örtüşme ki, her iki durumun da sonucunda ruhlar ölmekte. İşte tarihi çağrışımdan senaryo dünyasına uzanmamın sebebi bu!
100 yıl önce ‘fırsatlar ülkesi’ olarak anılan pembe düşler devi Amerika, eğitim açığının büyümesi, gelir dağılımındaki eşitsizliğin artması gibi olumsuzluklarla bu sıfattan hızla uzaklaşırken… Yeşili yok eden gökdelenleri, neredeyse her mahalleye bir tane haline gelen AVM bolluğu, Afrika ve Asyalı göçmenleri, Obama’yı dahi kıskandıracak türde sanatçı destekli seçim kampanyası ve nihayet aklı, daha doğrusu adamı olan için taşı toprağı altına dönüşen sektörleriyle, dünyanın yeni ‘fırsatlar diyarı’ sayılan yurdumuzda… Dizicilere hizmet eden senaryolar da, ruhunu bağlı olduğu hükümdarlığı yükseltmek için feda eden küçük uşak niteliğinde çıkmakta karşımıza. Şimdi bu küçük uşağın yarattığı ibretlik tabloya bir bakalım…
EVDEKİ SENARYO YAPIMCIYA UYMAZSA…
Sayıları hızla artan diziler, ilk bakışta hem sektörün gelişimi adına övünç kaynağı şeklinde algılanabilir hem de yaratıcı insanların hayal dünyalarının dışavurumunu destekleyen bir fırsat olarak görülebilir. Ancak kazın ayağı öyle değil. Önemli olan sayıları artarken, senaryoların da kalite çıtasının yükseltilmesi. Ama bir bakıyoruz, arka arkaya sıralanan yapımların senaryoları, bırakın çıta yükseltmeyi, gün güne yerlerde sürünmeye başlamışlar.
Çünkü farklı yerlerden alıntılarla toplama usulü yaratmanın veya yapımcı arzusuyla konu geliştirmenin senaryo yazmak şeklinde algılanması, uydur bozdur taklitçi içeriklerle seyir keyfini dibe çekmekte... Tıpkı oyunculuğu; doğal yetenek sonucu tercih ettiği akademik eğitimle değil de, yarışma veya model seçkisi gibi organizasyonlarda sivrilip bir vesileyle kamera karşısına çıkma şansı yakalayanları şekillendiren ‘koçluk’ müessesesinden geliştirenlerin yarattıkları nahoş yapaylıklar gibi!
Amerika’nın tahtını sallayan fırsatlar ülkesi olmak kolay değil tabii… Önüne senaryo yaratma fırsatı çıktı mı, bunu özgün biçimde değil de ısmarlanan şekilde geliştireceksin veya defalarca işlenmiş hazır konuları devşirme kolaycılığında değerlendireceksin ki rağbet gören, kazanan taraf olasın. Yoksa öyle oturup kendi yaratıcılığınla bir öykü yazıp, detaylarını da inceden inceye düşünmüşsün kime ne? Sizden istenen iyi senaryo sunmanız değil, amaçlara iyi hizmet eden söz dinleyen senaryo yazmanız! Yazan köşeyi döner, yazamayan köşesine çekilir.
Evdeki eli yüzü düzgün senaryonun yapımcıya uymadığı ve bir takım gerekçelerle tırpanlanıp yeniden şekillenme dayatmasının alabildiğine hüküm sürdüğü dizi fırsatçılığı sisteminde, izleyiciye yedirilmeye çalışılanlarla yaratılan iticilik örnekleri gırla… En popüleriyse; ne kadar üstünde durulsa yeridir misali kendini tekrar tekrar ele aldırtan, senaryo değişimi tüyolarıyla sosyal medyanın diline dolanan ‘Güneşi Beklerken’…
GÜNEŞİ BEKLERKEN İYİ Kİ BİTİYOR
Bir oldubittiyle ve senarist çalkantılarıyla varılan son deminde, her bölüm daha da kötüye gidip ‘İyi ki bitiyor’ dedirten dizideki senaryo mantığı, tam da ‘Senaryo dediğin bir küçük uşak’ kıvamında…
Bu kıvamı tutturmayı beceremeyenler çekip gitmiş miymiş, becerenler beline ibrişim kuşak bağlamış mıymış? Bilemem. Ama finale doğru yaşanan senaryo can çekişmelerini görmemek için kör olmak lazım. Hiçbir dizi giderayak bu kadar dibe vurdurulmamıştı.
Birlikte sabahlamakta ya da odasına almakta sakınca görmeyip birden bire ‘Geçmişi unutamam’ triplerine sokulan Zeynep’in arkadaş kalalım-birbirimizden uzak duralım zırvalamalarıyla suyu çıkartılan aşk duygusunun içine edilmesi de cabası. Şoföre kancayı takan zengin kız safsatasının tepesinden boca edilen suyla, sululukta tamama erdirilen ZeyKer ilişkisinde romantik bir kare oluşturma gayretlerinin, şoför Ufuk’un kıskançlık krizli ve telefon trafikli düğün uydurmacılığına vardırıldığı son bölüm meydanda.
Dahası, ‘Senaryonun içine ettik buyurun keyfini sürmeye’ dercesine, beyaz gelinliğe mor kuşak bağlayarak millete göbek attıranların, gırtlağına kırık şişe dayayan Melis ile mafya babasına dönüşen Aksel için buldukları ‘birlikte yaşama’ formülünün komedi dozunu aşan saçmalaması da ortada. Durup dururken nereden çıktı bu evcilik oyunu? Kızlı erkekli evde kalma yorumu mu, yoksa Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu durumu mu? Düşün düşün…
Yok, böyle bir senaryo derken aklıma takıldı birden… Melis ile Aksel o yer yatağını kullandılar mı? Yattılarsa aralarında aganigi yaşandı mı? Senaryo niye böyle hallere izah getirmiyor? Sahi Zeynep ile Kerem de ormandaki çadırda birlikte yatmışlardı. O pozisyon da akıllarda aynı soruyu yaratmıştı. Demek ki, bu sahnelerin çekim zahmetine girmek istemeyenler, yorumu izleyicinin hayaline bırakan senaryolar şekillendirmeyi uygun görmekte. Ama bence her iki çift de kesin sevişme amelini gerçekleştirmemiştir. Çünkü onlar, işkembeleri geniş ailelerine rağmen aşkı çok masum yaşayan saf gençlerimizden. Hem sayısız kişiyle sevgili olduğu halde halen ‘Kız oğlan kızım’ diyen ünsüz ünlülerden de aşikârız biz bu masum aşk-yatak hallerine.
Bu hesapla en masumun YağCan olduğu dizide, ZeyKer ve AkMel’le ilgili geliştirilen senaryo saçmalıklarını geçtim, onca zaman kimliği gizlenen Güneş’in hikâyesine ne demeli? Uydurulacak şey mi bulunamadı da, sırf yüzündeki bir izden dolayı öldürülmek istenen ikiz kardeş olarak karşımıza çıkartıldı? Cevap, senaryo matematiğini yapanlarda gizli.
Bu komediyi, hastane odasında, perdelemesi dahi başarılamayan bir sunumla yaratılan bebek dramatikliğinde vererek kendini aşan senaryo, sanki cümle mantıksızlığı bir arada işleyerek izleyiciyi kendinden iyice nefret ettirmek ister gibi! Yoksa intikam mı alınıyor, dermişimmm…
Düşündükçe zıvanadan çıkıyor, yazmaya doyamıyorum. Be ey senarist gurubu, siz çok mu Pamuk Prenses masalı okudunuz ya da bir yazımda belirttiğim gibi ‘Şubat’ dizisini izleyip taklitçiliğe giriştiniz de yüzü yaralı Güneş’i yaratıp onu bu dandik kimliğe layık gördünüz?
Her şeyiyle sağlıklı olan bir bebeğin yüzündeki izi, plastik cerrahiyle düzelttirmek o kadar zor mu ki, acayip bakışlarla abartılı hale getirilen ve masaldaki kötü kraliçenin yerine geçirilen Ahmet Sayer öldürtmek istesin? Çocuğu öldürmek için alarak Pamuk Prenses’in gaddar avcısı konumuna gelen vatandaş da, sonradan acıyıp yaşamasına izin versin; hatta aile kütüğüne geçirtmiş olsun? De get, senaryo de gettt… Eli kalem tutanlardan geriye nen kaldı?
Kısacası; ‘Senaryo dediğin bir küçük uşak’ mantığını doğrularcasına, elle tutulur bir yeri bırakılmayarak tüketilen ‘Güneşi Beklerken’de, geçmişin anılarına dalıp karavan temizliğini ve oradaki kırık biblonun ucunu hatırlayarak, annesi gibi suç delilini saklama meraklısı Melis’in yalanını yakalayan Aksel’in dedektifleri imrendirecek detaycılığından… Giderayak ortaya çıkartılan taş biblo annenin, seks CD’si saklama tutkunu Tülin’i kurtarma aşkına sergilediği cinai zekâya… Tüm senaryo zıvanadan çıkartılmış durumda.
Dolayısıyla sabır taşını çatlatıp bıçağı kemiğe dayayanlar sayesinde, biz de artık ‘Yazık oldu’ faslını geçip ‘Güneşi Beklerken iyi ki bitiyor’ diye sevinir olduk. Batsın bu Güneşşş… Bitsin bu işkenceee… Kula kulluk edene yazıklar olsuuunnn… Of, offf… Senaryo bir küçük uşak dedik… Güneşi beklerken karanlığa dalıp dertlendik, kendimizden geçtik işte böyle sonunda.
Madem öyle, beri gel şöyleee… Senaryoların, yazıldıkları gibi çekilemediği veya ısmarlama yaratıldığı düzenlerde karşımıza çıkan bu ‘küçük uşak’ türküsü kıvamındaki gidişe bakıp, izleyiciyi nahoşluklarla bezdirenlerin aynı ekiple oluşturacakları yeni projelerin de kısa sürede sıfırı tüketeceği öngörüsünde bulunursak sanırım pek yanılmış olmayız. Değil mi?
Ne de olsa yapılanlar, yapılacakların teminatıdır buyurmuş büyüklerimiz. Gerçi çoğu konuda yapılanları görüp yine aynılarının peşine takılarak aynı hataları sürdürme, yanlışlardan doğru çıkartmaya çalışma tutkusu da bize mahsustur ama… Genç Osman gibi kelle koltukta üç gün savaşıp ruhunu teslim etmek yerine, ruhu mumla aranan senaryo dediğimiz şey de bir küçük kurgusal uşak, nihayetinde! Kurgulardan gerçeklere, küçük uşakların ‘Ruhuna El Fatiha’.
Anibal GÜLEROĞLU
guleranibal@yahoo.com
www.twitter.com/guleranibal