İstanbullu Gelin’i niye izleyelim?

Cuma gecesinde Emrah ile Özcan Deniz rekabetini başlatan dizi, psikiyatri alanından bir isim olan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun hikâyesinden Ali Aydın’ın kalemiyle senaryolaştırılmış.

Anibal Güleroğlu Yazar guleranibal@yahoo.com

Baharın başlangıcıyla birlikte kanalların yeni dizi hevesi de canlandı. Arka arkaya yüzlerini gösteren yapımlara baktığımızda, dizicilerin yine konaklı-yöreli ve aile gelenekli konulara ağırlık verdiğini görüyoruz. Birbirlerinin kopyası gibi işlenerek bıkkınlık verir hale getirilen romantik komedilerde sıfırı tüketmekten midir yoksa hayli popüler olan ‘Asmalı Konak’tan beri kendini geliştiremeyen sektör, izleyicinin bu tür işlere düşkünlüğünden faydalanma kolaycılığına tekrardan sarıldığından mıdır bilmem…

Görkemli konaklarda boş oturmaktan sıkılıp kafayı ona buna takan zengin hanımların-ağaların baskıcılığına karşı direnerek aşk yaşamak isteyen fakir kızların öyküsü farklı kalıplar içinde ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilmekte.

Nitekim ‘Aşk ve Mavi’nin birinci olduğu Totalde 16’ıncı sırada yer alarak ‘Dayan Yüreğim’ ve ‘Payitaht Abdülhamid’in gerisinde kalan, ‘Aşk ve Mavi’nin 10’unculuğa gerilediği AB grubundaysa dördüncü olarak izleyiciyle buluşan ‘İstanbullu Gelin’ de bunlardan biri.

Başlangıç reytinglerinden görüldüğü üzere Total izleyicinin şu an için pek itibar etmediği dizi AB kesiminin ilgisini çekmiş gibi. Lakin bu sonuçlara bakıp yapımın ekrandaki geleceği hakkında peşin karar vermek de yanlış olur. Zira önümüzdeki bölümlerde izleyicinin tercihinin iyi veya kötü yönde değişmesi pekâlâ mümkün. Ne var ki bunun için de haftalardır Total’in üst sıralarında kalmayı başaran ‘Aşk ve Mavi’nin güçlü rekabetçiliğine karşı ‘İstanbullu Gelin’i izleme isteği uyandıracak detayları izleyiciye sunabilmek lazım.

Kısacası; ‘Aşk ve Mavi’nin dışında yıllara meydan okuyan ve hâlihazırda başlangıçtan bu yana epeyce kendini geliştiren ‘Arka Sokaklar’, II. Abdülhamid döneminin tarihi gerçekliğini Bülent İnal canlandırmasıyla aktaran ‘Payitaht Abdülhamid’ ve dahi konusu oturmaya başlayan ‘Dayan Yüreğim’ gibi seçeneklerin olduğu gecenin çeşnisine bakıp olaya sonradan dâhil olan ‘‘İstanbullu Gelin’i niye izleyelim’’ sorusunun cevabı dizinin kaderini etkileyecek bir unsur. Evet… ‘İstanbullu Gelin’i niye izleyelim? Gelin birlikte arayalım cevabı.

İSTANBULLU GELİN’İ İZLETTİREN ÖZELLİKLER NELER?

Cuma gecesinde Emrah ile Özcan Deniz rekabetini başlatan dizi, psikiyatri alanından bir isim olan Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun hikâyesinden Ali Aydın’ın kalemiyle senaryolaştırılmış. Zeynep Günay Tan ve Deniz Koloş’un yönetmenliğinde, bir film kalitesinde ekrana gelen dizi için söylenecek söz çok. Hatta gerçek bir hikâyeye dayandığı vurgulanan yapıma bir sürü kulp takmak da mümkün. Misal, konusu pek çokları tarafından ‘Asmalı Konak’a benzetilebilir… Özcan Deniz’in karakterdeki duruşu eleştirilebilir… Baştan sona her şeyin klişelere dayalı olduğu öne sürülebilir. Özcan Deniz ile Aslı Enver’in yarattığı ‘dizi çifti’ tablosunun cazip olmadığı söylenebilir. Velhasıl en baştan izlememe veya kötüleme maksadıyla yola çıkılmışsa ‘İstanbullu Gelin’e verip veriştirmek gayet kolay. Hoş, bu yaklaşım sadece burada değil tüm dizilere karşı geçerli. Öte yandan bir işi eleştirirken, hele bu bizdeki uzun süreli dizilerse, içerikten ziyade sunum ve içerik mantığı üstünde durmak daha doğru… Ki bunu çeşitli yapımlar için vurgulamıştım. Nasıl ki, ‘İstanbullu Gelin’i niye izleyelim sorusuna da bu görüşle cevap arayacağım. Tabii dizinin aksayan yönlerini de işaret ederek.

-Bu doğrultuda ‘İstanbullu Gelin’in göze çarpan ilk özelliği, Özcan Deniz’in alışılmış üslubunda yol alırken aynı zamanda kendine has bir sunum dili de yaratabilmesi. Yani başlangıcıyla farklı yabancı filmleri çağrıştıran, Süreyya’nın arkadaşının yerine işe gidip aşkın tohumunu atmasıyla ‘Grinin Elli Tonu’nu dahi anımsatabilen yapım bütün benzeşme ve klişeleri, su gibi akan gidişatındaki planlı basitlikle kamufle edebilmiş. Bu planlı basitlikte her sahne o denli tıkır tıkır işliyor ki, görselliğin desteğiyle bu basit akışa dalıp kafa dağıtmak dizinin rakiplerine kıyasla tercih nedeni olabilir.

-Dizinin ikinci güzelliği, konak işi olduğu halde sürekli kullanılmaktan beynimizi ve dilimizi bozan ‘şive’ olayına girmemesi! Hani taşı toprağı altın denilerek akın etmeler ve bir şekilde göçüp gitmeler yüzünden gerçek İstanbullunun mumla aranır hale geldiği İstanbul’da yaşıyor olmanın ‘İstanbullu’ olmaya yetemeyeceği hakikatini unutarak… Ve dahi Bursa’nın İstanbul’un burnunun dibinde olduğunu es geçerek Süreyya ve Faruk’un ilişkisine isim olan ‘İstanbullu Gelin’ ibaresi ilk etapta sanki Doğu’daki bir konağa İstanbul’dan gelin gidecekmiş çağrışımı yaratıp işin içinde yine ‘şive’ var düşüncesini doğuruyor ama… Şükür bu kez gayet temiz Türkçe konuşan bir köklü aile durumu var karşımızda. Bu da bir türlü tutturulamayan şiveli konuşmaların yarattığı sıkıntıya karşı bir seçenek yaratıyor.

-‘İstanbullu Gelin’i farklı kılan ve izleme nedeni olabilecek bir diğer özellik, dizinin abartısız ve sakin ilerleyişi… Daha net ifadeyle, ilgi çekmek için kavgacı ve şamatacı bir dil kullanılmamış. Mesela 23 milyon dolarlık sözleşmeye attığı imzayı her şeyi yapma hakkı olarak gören Rado’nun mekândaki olayında veya Ömer’in sokaktaki taciz ve saldırı sahnesinde yaşananlar büyütülmemiş. Müdahaleler de, konuşmalar da gayet ölçülü tutulmuş. Böylesi sükûnetle yaklaşılmış olması, yaşamın içinde yorulan bizleri bir de ilaveten dizi karakteri agresifliğine maruz kalmaktan korumuş.

-Dizinin öne çıkan detaylarından biri de, kadrosundaki isabetlilik. Bazılarının aksine, bana göre Özcan Deniz ile Aslı Enver’in birlikteliği gayet başarılı bir tabloya sahip. Ne Özcan Deniz babası konumunda, ne de Aslı Enver ergenliği henüz aşmış kız durumunda. Dolayısıyla bu ikili iş yapma kapasitesine sahip. Hatta ‘Kaderimin Yazıldığı Gün’deki Özcan Deniz-Hatice Şendil birlikteliğinden katbekat isabetli olmuş! Yanı sıra İpek Bilgin de despot anne konumundaki Esma karakterine cuk oturmuş. Yerine göre oğullarından kopup yalnız kalma korkusu yaşayan anne kaygısıyla gelişen baskıcılığı, yerine göre de anaç-sevecen anne tavırlarını mükemmel yansıtıyor. Salih Bademci’nin, abisinin gerisinde kalmış gibi hisseden Fikret’teki duruşu… Güven Murat Akpınar’ın naif karakterli Osman’daki performansı da dizinin kayda değer yönleri. Anlayacağınız her oyuncu, kendisine biçilmiş kaftanı geçirmiş üstüne. Yalnız burada bir detaya mim koymakta fayda var… O da, aynı oyuncuların sürekli aynı tarz karakterlerle karşımıza gelmesi hem bıktırıcı olabilir, hem de oyuncunun gelişimini kısıtlar!

-‘İstanbullu Gelin’in büyük şehirlerde unutulmaya yüz tutmuş bazı gelenekleri ve Bursa’nın özelliklerini sunması da dikkat çeken ayrıntılarından. Saray Hamamı’ndaki hamam sefası, el işi kaftan, Bursa’nın havlusu-ipeği gibi vurgulamalar bu açıdan örnek. Diyeceğim o ki, Doğu’ya veya Kapadokya yöresine ağırlık veren konak işlerine Batı’dan bir alternatif getirmesi kültürel değişim yaratmak adına iyi olmuş.

-Ve her şeye rağmen doğallık… Her şeye rağmen diyorum çünkü ‘İstanbullu Gelin’in özünde doğallık yok aslında. Mesela Özcan Deniz’in açılış sahnesindeki tavırları veya Süreyya’nın Orhan’a yardımı… Faruk ve tayfasının mekâna gelmesi… Şarkı söylemeyen şarkıcı Burcu ile yardımcısının muhabbeti… Ya da konaktaki çalışanların tavırları, Asiye’nin yılanlı falı… Velhasıl dizinin çoğu yerinde doğallığı zedeleyen unsurlar mevcut. Lakin tüm bunlar bütünün sevimli ve hızlı akışı içinde eriyip giderken, doğalmışçasına algılanabiliyor. Anlayacağınız ‘İstanbullu Gelin’in mayası sevimlilikle yoğrulduğundan her şeye rağmen doğallık gelişiyor. Parantez içinde, bu özelliğin Özcan Deniz’in sinema filmlerinde de mevcut olduğunu belirtelim.

Altı maddede ‘İstanbullu Gelin’i izlettiren özellikleri saymanın ardından gelelim dizinin göze batan ve kendini sorgulatan ayrıntılarına…

‘İSTANBULLU GELİN’İN TUHAFLIKLARI

Tüm dizilerde olduğu gibi ‘İstanbullu Gelin’in de soru işareti yaratan tuhaflıkları olduğu bir gerçek. Ben de dikkatimi çekenleri paylaşmak istiyorum… Ki, en çok soru Süreyya kanadında mevcut. Para sorunu yaşadığını her fırsatta dillendiren birinin neden evde kahvesini içmek varken her gün gidip dışarıdan dünya paraya white mocha içtiğini anlamak mümkün değil mesela. Dahası iki-üç günlük kahve parasına kablolu yayının ücretini ödeyebilecekken, teyzesini ‘param yok’ diyerek yegâne eğlencesinden mahrum bırakması kabul edilemez. Sahi normal antenle günlük dizi izlenemiyor muydu? Ses olayı da keman çalamayan kemancı Süreyya’nın handikabı… Reklam çekiminde sesinin güzelliği vurgulanırken sahnede müsamere çocuğundan beter icraatta bulunması hayli itici oldu. Sezen Aksu’nun devreye sokulması işi kurtardı ama… Mümkünse Süreyya ses yeteneği icrasından uzak dursun derim.

Olayın Faruk kanadına gelince… Burada kameranın Özcan Deniz’in yüzüne sıkça odaklanıp kadrajı onla doldurup ışıl ışıl dişlerini gözümüze sokmasındaki yersizliğin dışında pek bir şey yok da… Baştaki tesadüf aklıma takıldı… Hangi zengin patron işyerine giderken durup bir mekânda kuyruğa girerek kahve almaya kalkar? Plaza’sında kahve mi yok arkadaş?

Bunların dışında Süreyya’nın kendine yanık Ömer’in pat diye karşımıza getirilmesi, sosyalleşme korkusu olan hayata küskün teyzesinin havada kalan bir başlangıçla yüzünü göstermesi, Rado’yla anlaşmanın bir sözcükle bozulma pratikliğinin iş hayatında karşılığının olmadığı gerçeği, koca işadamı Rado’nun sanki kadın kıtlığı varmış gibi Süreyya’ya sokak ortasında musallat olmasındaki abeslik, Süreyya’nın Uludağ’da gündüz sert davrandığı Faruk’la gece yılların sevgilisiymiş gibi yakınlaşmakta sakınca görmemesi gibi ayrıntılar da tuhaflıklar listesini kabartanlardan. Devamı nasıl gelir göreceğiz.

SONUÇTA; Sürekli ‘Yok artık’ dedirten tesadüflerle ilerleyen Süreyya-Faruk yakınlaşmasını yıldırım evliliğe ulaştıran… ‘‘İstanbul’da yaşayanlar ne aile biliyor, ne sadakat’’ diyerek külliyen karalamaya girişen ‘İstanbullu Gelin’, olanca klişelerine ve bildik öyküsüne rağmen kendine özgü bir iş. İlaveten… Erkeğin ayağı eve gitmiyorsa o ayağı tutan bir kadının var olduğunu dillendirirken İstanbul’da yaşayanların yozluğundan da dem vuran Esma Sultan’ından, ‘her kuşun eti yenmez’ modunda posta koyarak yılların kurdu Faruk’u kuzuya çevirme akılcılığındaki kemancı-şarkıcı Süreyya’ya… Kız evinin naz evi olduğu bilinciyle diğer dizilerdeki annelerin aksine daha çekinik davranan Kısmet’ten, Esma’ya gelin olma ateşiyle yanıp tutuşurken masumiyete oynayan İpek’e… Güçlü ama ölçülü kadınların boy gösterdiği bir yapım olarak yaşamla özdeşleştirilmesi kolay bir içeriğe sahip. Dizideki erkeklerin dünyasındaysa, iş-güç ve anne-kardeş çekişmesinden ibaret durum… Aşk da bu çekişmelerin acılı ve kimi zaman iç bayan sosu!

Hal böyleyken ‘İnsan birine yakınlaştıkça ancak onu tanıyabilir’ diyen Faruk’tan ilham alıp ‘‘İzleyici ‘İstanbullu Gelin’i izledikçe ancak onu sevebilir’’ diyerek bağlayalım sözümüzü.

Anibal GÜLEROĞLU

www.twitter.com/guleranibal

Tüm yazılarını göster