Şimdi bu saptamanın ardından gerek beyazperdede gerekse televizyonda farklı yapımlarda denenen aksiyon olayında ne kadar başarılı olduğumuza bakacak olursak…
AKSİYON SİCİLİMİZ NASIL?
Filmlerimizin aksiyonculuğu hayli kısıtlı kalsa da bu nitelikteki dizilerimiz oldukça bol. Ne hikmetse hep üçgenlerde yaşanan aşkı bir yanımıza almışız, erkekliğin göstergesi olarak sayılan aksiyonu diğer yanımıza. Gel gör ki fantastik, korku gibi türlere bulaşmamayı seçenler aşkın ve aksiyonun da hakkını tam verememiş bugüne dek.
Show TV’den Kanal D’ye transfer olan ve ‘Arka Sokaklar’ın atası diyebileceğimiz içeriğiyle ‘155 Polis İmdat’, ses efektleri ve aksiyonuyla tam bir abartıydı mesela… Tabii özel televizyonların çiçeği burnunda olduğu 1994 şartlarından da çok bir şey beklemek olmazdı.
Sonra 1999 yılı itibariyle yine Kanal D ekranında yer bulan bir ‘Yılan Hikâyesi’ var ki, yarattığı Memoli karakteri halen hafızalarda. Ancak ilk karakter fenomenimizin aksiyonundan akılda kalan bir şey olduğu da söylenemez.
İstanbul’un altını üstüne getirmekle yetinmeyip farklı illere de açılan, her olayın içine anında dalan, suçlu yakalayıp sorun çözmede rekor kıran ekibiyle, ezelden gelip ebedileşmekte kararlı olan ‘Arka Sokaklar’ da aksiyoner dizilerimizden. Ne var ki bunca sevilmesine, reyting almasına rağmen polisiye aksiyonu genelde çocuk oyunu kıvamında basite indirgenmiş halde.
Yerli aksiyonlar mazimiz tabii ki bu kadar değil… Pusat, Karanlıkta Koşanlar, Köprü, Araf Zamanı, Gece Gündüz, Kaçak, Behzat Ç., Deli Yürek, Kılıç Günü … Say sayabildiğin kadar.
Bu tabloyu elekten geçirince izleyicinin beğenisini kazanan dişe dokunur aksiyoner öncü olarak ‘Kurtlar Vadisi’ kalıyor elde… Çok mu şahaneydi aksiyon sahneleri? Yoo… Üstelik camı kırılmadan içindeki adamın vurulduğu arabalı çatışmaları, yaralandığı halde gömleği kanlanmayan kahramanları ve daha nice komiklik aksiyon niyetine yaşandı geçmişin ‘Kurtlar Vadisi’nde. Ama yer altı dünyasının ağır ağabeyliğini, uluslararası ajanlıkla buluşturarak veren içeriği ve Polat Alemdar başta olmak üzere karakterleri o denli etkiledi ki bu tarz aksiyon özlemi çeken izleyiciyi, dizinin fenomenleşmesi kaçınılmaz oldu. O da mecburen zaman içinde kendini geliştirdi ve aksiyonuna da eskiye oranla daha fazla özen göstermeye başladı.
Yılların emektarı olup reyting verimliliği devam ettiği sürece birkaç yıl daha varlık göstereceğini düşündüğüm ‘Kurtlar Vadisi’ sayesinde yerli ajan aksiyonunun yönetimsel mesajcılığa da müsait tadını iyice alan ekran dünyamız bu klasikleşmiş dizinin ardından benzer türde işleri daha bilinçli üretir oldu.
Osman Sınav imzalı ‘Kızılelma’, geçmişteki işlere nazaran daha iyi bir aksiyon dizisi mahiyetindeydi… Ama onun da ömrü uzun sürmedi. Sonra ‘Reaksiyon’ dendi. Buradan bir iş çıkması kuvvetle muhtemeldi. Lakin içeriğin akış temposu, oyuncuların sanki rollerini benisememiş tarzı duruşları derken, o da aksiyon adına ciddi bir reaksiyon yaratamadan uçup gitti. Kanal D ekranına yeni bir ‘Kurtlar Vadisi’ olma ümidiyle çıkan ‘Kara Kutu’ da, yerli yapım ‘Geçmişi Olmayan Adam’ımız olmaya adaydı fakat sezon ortası dezavantajıyla başaramadı.
Bunca aksiyon denemesinin yarattığı hayal kırıklıkları olur da, çıkartılması gereken ders olmaz mı? Olur elbet. Oldu da. Gerçekçi bir aksiyon yaratmak için ‘büyük prodüksiyon’ ve ‘özen’ gerektiği anlaşıldı… Bunlardan ödün verildiği sürece yabancılar ayarında bir yapım ortaya çıkartılamayacağı kafalara dank etti.
Nihayetinde özel televizyonların maliyet çekincesiyle öteledikleri ve basitleştirdikleri aksiyon kalitesini düze çıkartmak için TRT 1 girdi devreye. Peş peşe üç farklı türde aksiyon sundu izleyicisine… Tarih aksiyonu: ‘Diriliş-Ertuğrul’… Tarihi polisiye: Bir Osmanlı Polisiyesi ‘Filinta’… Ve istihbarat dünyasına açılan pencere: ‘Milat’… ‘Diriliş’i, ‘Filinta’yı yazdık. Sıra ‘Milat’ta. Boynu bükük kalmasın, değil mi ama?
KAZANAN, ZAFERİ TARİF EDEN OLDU MU?
Daha yayına başlamadan çok konuşulan dizilerden biri, ‘Milat’… Kimi propaganda yönünü çıkardı öne, kimi aksiyon iddiasını. Neticede sezon ortasına rağmen cesaretle girdi devreye.
‘Zaferi kim tarif ederse kazanan da odur’ mantığının ışığında, Milli İstihbarat Teşkilatı’daki ‘kitabın ortasından yürüyen’ kahramanlarının öyküsünü anlatmaya soyunan ‘Milat’, aksiyon-macera türünde çığır açma iddiasındaydı ya... Peki, bu iddiasını gerçekleştirebildi mi?
Yılların ajanı Murat Bey’in özel görevlerle donatılarak yeni yapılanmanın başına getirilmesiyle diziye ‘Milat’ isminin neden verildiğini ortaya koyan senaryo, olayın ilk ayağı… Öncelikle, öyküsünü oldukça geniş kapsamlı tutmuş… Ki, sürecin ilerlemesi için gerekli olan bu detay bize hiç de yabancı değil. Öte yandan böylesi derin konulu yapımlar kimilerine karmaşık da gelebilir. Ancak bu tarz dizilerin içeriklerinin bölüm ilerledikçe oturacağını, kafalardaki soruların cevap bulacağını da hatırlatmakta fayda var.
Uluslararası terörist Asaf’ın Hollanda’daki hapishaneden kaçıp Türkiye’ye zarar vermek isteyen örgütleri birleştirme çabasını yerel destekçi baronlarla buluşturup Hamza’nın şefliğindeki ekibi operasyon aksiyonuna yönlendiren hikâyede, bilgisayar korsanı Begüm, analiz uzmanı Gökçe, sahadaki yetenekleriyle İbrahim, küresel enerjici Yağız ekibin elemanları olarak karşımızda. İş dünyasının kötüleri-işbirlikçileri olur da vatanseveri olmaz mı? Bu sorunun cevabı da, AB pazarına karşı duruş sergileyen vatansever iş kadını Esin. İlaveten, zengin kötünün dürüst kızı Avukat Duru da mevcut.
Bu çerçevenin bize sunduğu detaylar, ‘Kurtlar Vadisi’ de dâhil olmak üzere yerli-yabancı tüm benzer işlerde mevcut tabii. Yer altı dünyası, kendi çıkarları için siyasileri yönlendirip kötüleri kollayan baronlar, terörist örgütler, istihbaratın görünen yüzü ve perde arkasındaki oluşumlar… Nihayetinde ülkeyi korumak için operasyonları yapanlar ve kahramanları destekleyenler... Ara yerlerde ise aşkın aksiyonla karmaşasından bukleler. Tekmili yerli yerinde... Yani şablonu aynı olan isimleri değişen bir kavga mevcut ‘Milat’ta!
Hani tam da Agâh Bey’in ‘Gerisi, her gün sadece adı değişen, aslında bitmek bilmeyen kadim bir kavga’ tarifindeki gibi, Suriye ve Irak’ı da kapsama alanına alan ‘Milat’ın öyküsünün niteliği, hedefini izah gücünde gizli… Ki buradan açığa çıkan gerçek de, fark yaratıp ‘kazanan’ olabilmek için ‘zafer’i iyi tarif edebilmenin önemi oluyor nihayetinde.
Daha açık söylemek gerekirse, ‘Milat’ın aksiyonunu farklı kılabilmesinin ve aradan sıyrılabilmesinin çaresi, sorunların çözümüne giden yolu işleme sürecindeki kalitede ve gerçekçilikte yatmakta! Bu vasıfları sağlama göreviyse, her zamanki gibi büyük ölçüde senaryonun ve oyuncuların omzunda.
Bakan Amcalara yollanan mektupların okunup böyle ilgi gösterileceği konusu en baştan aklıma takılı kalsa dahi, ‘Milat’ın, mecburiyet ve gözdağlarıyla 30 yıl geri bırakıldığı söylenen ‘enerji sektörü’ gibi günlük sorunlara mesaj yollayan senaryosu, taşları yerine oturtma görevini layıkıyla yerine getirmekte. Ama bu olumluluğun dışında, mekân ve sahne zenginlikleri, uydu koordinatlarıyla yaşatılan görselliğin kattığı havayla kalitesini yükselten, ‘Milat’ın bazı pürüzleri olduğu da bir gerçek.
‘MİLAT’, ABARTIYLA BASİTLEŞME HATASINDA!
Düşman güçlerini kafasından vurup kan fışkırtacak kadar ‘kanlı’ ve de ‘sakıncalı’ aksiyon gerçekçiliği yansıtan dizinin en büyük kusuru, ara ara karşımıza çıkarttığı yersiz abartıları…
Ufuk Bayraktar’ın genelde iyi olduğu diziye oyunculuk açısından baktığımızda, bu olumsuzluk özellikle kadın karakterlerde gösteriyor yüzünü. Hep yaşanılan bu ayrıntı ne yazık ki ‘Milat’ta da mevcut. Artık erkeklerin dünyasına adapte olamamaktan mı kaynaklanıyor, yoksa onlara rağmen öne çıkma kaygısından mı? Bilemem. Biraz daha rahatlık ve doğallık lütfen!
Bunun dışında akış esnasında bazı detayları seyirciye aktarmak için kamerayla yapılan vurgulamalar da olayın profesyonelliğini zedeleyecek türden. En basitinden örneklersek, başlangıçta Zürih’te olunduğunu ispat için arabanın plakasına zumlanması veya dönemsel geri dönüşlerde eşyalara odaklanılması… Her bölümde benzer durumlar göze çarpıyor. Bunları böyle mimlemek öylesine manasız ki! Çok hayati ayrıntılar olmadıkça ne gerek var?
Dış mekân çekimleri çoğunlukla başarılı olan dizide ayrıca aksiyon esnasında sahnenin etkisini artırmak için oyuncuların yüz ifadelerini yakın plan çekimlerle fazlaca göze sokmak da hata. Bu esnada yersiz mimiklere yönelen oyunculuktaki zorlama tablosu izleyiciye yansıyor ve o anki duyguyu hissettirmek yerine canlandırmanın doğallığı kayboluyor. Dolayısıyla dizinin gerçekçiliği de zedeleniyor. Aynı sorunun, ‘düşman’ kanatlarındaki kişileri aşağılama-zayıf gösterme maksadıyla, onların aksiyonlarını çocukça sahneleme alışkanlığında yaşandığını da belirtelim… Ki Hollywood’un da propagandist bir mantıkla Çin-Rusya-Kore gibi ülkeleri temsil eden film karakterlerine uyguladığı bu olgu, Yeşilçam tarzı kahramanlıklardan günümüze yadigâr… Oysa ‘Filinta’ ve ‘Diriliş’ ufak tefek falsolar hariç, komediye dönüşen bu rutini başarıyla aşmış durumdalar. ‘Milat’ neden yapamasın ki!
Sonuçta; Antika arabaları, müzesi, dış çekimleri, görev koordinasyon yansımaları, bireysel aksiyonları ve sahne bağlantılarıyla iyi bir iş çıkartmaya odaklanan ‘Milat’, içeriğinde şekillendirdiği güncel-yönetimsel konulara yönelik ‘zafer’ tarifleriyle de ‘kazanan’ olmayı misyon edinmiş bir yapım. Dizi olayını, konuları en basitinden ve renklisinden anlatanları baş tacı etmekle eşdeğer tutan total izleyicinin karmaşık bularak pek itibar göstermediği… Buna karşılık AB izleyicisinin konu algısına daha çok hitap eden ‘Milat’, görünen o ki bu misyon doğrultusunda, eksiğiyle artığıyla, yolunda yürümeyi de sürdürecek.
Bu meyanda şayet ‘fark yaratma’ niyetinde samimiyet varsa, aksiyonunu tutarlılıkla geliştirip kendisini aşması da mümkün. Yapımı güçlü olan dizinin bunun için yapacağı tek şey, gereksiz vurgulamalardan vazgeçmek ve oyunculuktan, mesajcılığa ‘abartı’ hatalarına kapılmamak!
Aksi takdirde reytingi tavan bile yapsa ya da ‘Reyting bana vız gelir. Her şartta ekrandayım’ dahi dese… Ülkeye-bölgeye musallat olan kötülükleri işaret edip yapılması gerekenleri kurguyla ifadeye soyunan ‘Milat’ın hitap gücü, tabanda kalır. Kendini aşamaz.
‘Milat’ yazayım derken, ‘Kendin çal, kendin oyna’ durumuna düşmeden… Hadi bakalım aksiyoncular, kolay gelsin…
Anibal GÜLEROĞLU