Yüksek bütçesi, oyuncu kadrosu ve devletin derinliklerine inmeye hedefli senaryosu ile Star TV’nin en iddialı yapımı olarak yeni sezonda ekrana gelen ‘Reaksiyon’, reytinglerin derin dünyasında tatminkâr bir varlık gösteremeyip vedaya hazırlanırken başrol oyuncularından Erdal Beşikçioğlu bir başka iddialı yapımla çıktı karşımıza.
Dayı lakaplı emekli istihbaratçı Yavuz olarak yer aldığı ‘Reaksiyon’da uluslararası derinliklerde kulaç atma tutkusuna kapılan, ancak bu kapsamlı konunun izleyici tarafından yeterince benimsenememesi sonucu gizli kapaklı işlerin aksiyon yönünü uzun soluklu kılamayan Erdal Beşikçioğlu bu kez İlhami Algör’ün kitabından uyarlanan ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’daki Arif olarak, aşka meyledip derinliksiz bir tutkunun yüzeysel felsefesine dalıyor.
Bu yüzeysellikte en derin şey, Erdal Beşikçioğlu’nun kaygısız canlandırması. ‘Kertenkele’ dizisinin Komiser Ünsal’ı olan Erdinç Gülener’in de yer aldığı filmdeki Arif’in karakteri, sanat yaşamında her türü denemek isteyen Beşikçioğlu’nun başarılı canlandırması sayesinde oyuncunun önüne geçiyor. Öyle ki Behzat Ç.’den Yavuz’a geçiş yaparken çok değişmeyen dış görünümü Arif’te de aynı kaldığı halde, seyirciye aktarılan rol gücü bunu göze batmaz kılıyor ve çoğu kez yaşandığı gibi karakterler arası çağrışım uyanmıyor.
AŞK FİLMLERİNİN KLİŞESİNDEN UZAK AMA…
Yönetmen Çiğdem Vitrinel’in ikinci uzun metrajı olan filmin başlıca özelliği, bugüne dek sinemamızda işlenen ‘aşk’ olgusunu farklı bir boyuta taşıyan yapımlardan olması!
Kadın-erkek ilişkisini incelemek için Erdal Beşikçioğlu-Sezin Akbaşoğulları ikilisini seçen yapım, sigaralarıyla konuşan yazarın uçarı zihninde gezinerek aşka ve tutkuya baktırırken şimdiye dek görmekten bıktığımız klişelere pek rağbet etmemiş. Onun yerine, kadın-erkek rollerinin değişimine tanıklık ettirip günümüz ilişkilerini sorgulatmayı seçmiş. Ancak bunu yaparken öyle sulu göz bir duygusallığa veya abartılı romantizme kaçmak gibi bir kaygıya da düşmemiş. Kadınların erkekleri terk ettiği içerikte her şey gayet net ve kestirmeden yaşanmakta... Yani filmin ismine bakıp büyük tutku, derinlikli bir aşk beklememek gerek.
Yazmaya çalışan ve kitabının basılmasının derdinde olan bir adamın kendine dönük bencil dünyasını, ‘Evde bekleyeni olan insanlar iş yerinde daha verimli oluyormuş’ diyen kadının ayrılık öncesi fırtınasıyla buluşturan başlangıçta akla takılan sorular; ‘Ayrılıklar ölüm öncesi prova mı’ ve ‘Aşk hikâyeleri başlangıcı farklı, sonu aynı olan bir şey mi’…
Aslında bu sorular da, verilen cevaplar noktasında, filme artı sağlamayan rutinler olarak kabul edilebilir. Şöyle ki… ‘Aşkın meselesi nasıl bir kadın istediğimiz mi’ sorusunu ortaya atıp aşk ve kadına dair irdelemesini kahvehane köşesine taşıyarak gelişen senaryonun, mizahla bulduğu yanıtlar fazlasıyla sıradan ve derinliksiz. Kimi erkek güzel kadın isterken, kimisi akıllı olanı tercih ediyor. Biri kımıl kımıl kadın arıyor, diğeri becerikli olmasını arzu ediyor. Yani erkeğin nasıl bir kadın istediği hususunda detayları sırala, sıralayabildiğin kadar. Tabii hepsinin ortak reaksiyonu aşktan ziyade cinsellikte buluşuyor nihayetinde, o da başka.
Bu nedenle, kitapla paralel giden süreçte kahvehanede oturan Arif’in aklından geçenlerin dışavurumunu ve çevreden gelen ‘aşk-kadın’ konusundaki fikir beyanlarını izlerken, erkeğin kadını gerçekten anladığına veya nasıl bir kadın arzuladığına dair sürpriz yaratacak herhangi bir derinlik yakalamak mümkün olamıyor.
Erkek dünyasının kadına yönelik sıradanlığını, gizemsiz yüzünü yazarlık vasfıyla aktaran yapımın kırılma noktası, kitaptan ayrıldığı kurgusallıkta ‘Müzeyyen’in vücut bulması! Bundan sonra gelişenler, aşk-ilişki-evlilik olgularına yönelik negatif analizciliğe ortam yaratırken ithal popüler kültürle beslenen kadın-erkek deformasyonunu da ortaya çıkartıyor.
EKONOMİK GÜÇ KADINI ERKEKLEŞTİRİYOR!
‘Yaşama farklı bakanların sığlığı’ da diyebileceğimiz filmin içeriğini özetlemek gerekirse bunun için en güzel tanım, ‘Sıra dışı görünen insanların sıradanlıkla yozlaşmış avare hayatı’ olurdu.
İronik diliyle ilgi çeken, tilkilerini salıp Tophane’ye inerken Orhan Baba’nın ‘Kula kulluk edene yazıklar olsun’unu anarak koşulları yırtamayanların dünyasına değinen ve ‘Satmışım anasını ben bu dünyanın’ diyerek dönemin şarkılarını unutmadığını gösteren romandan soyutlayarak, filmdeki Müzeyyen’i ve dolayısıyla Arif’le olan birlikteliğini ele alacak olursak…
Sinemamızda, erkeğe bağlanmak istemeyen onlara karşı güçlülük taslayan kadın figürlerinin yoğunlaşmaya başladığı bir gerçek. Bunun önde gelen sebebi, erkekle eşitlik isteyen kadın mantığına seslenme kaygısı. Artık ekonomik bağımsızlığını eline alan kadınlar, filmlerdeki hemcinslerini de erkekle aynı pozisyonda görmek istiyorlar, diye mi düşünülüyor? Yoksa modernleştikçe daha artış gösteren güçlü kadın tipini yabancılara öykünerek filmlere taşıyanlar, sinemamıza farklı bir renk mi getirmeye çalışıyor? Tartışmaya açık bir konu.
Ancak gerçek şu ki; filmlerde erkeğe eyvallahı olmayan, her anlamda erkekle aynılık çabasına giren, çapkınlıkta erkekle aşık atan, ne istediğini bilen kadın figürü yaratılırken ortaya çıkartılan tablo bir hayli düşündürücü…
Kadın açısından özgürlüğü ve bağlantısızlığı işlerken hızını alamayanlar, bu kavramları kimi kez ukalaca başkaldırılara dönüştürmekte. Kimi kez da bar köşelerinde varlık gösteren kadınsı erkekleri malzeme yapıp hayatı her türden yaşamanın gerekliliğini vurgulamayı misyon edinmekte. Bunların toplumun ihtiyaç duyduğu ‘özgürlük’ kavramıyla bağlantısızlığı şöyle dursun, duygulardan soyutlanmış aşk ve ilişkileri özendirici kılarak birliktelikleri yozlaştırıcı bir süreç başlattıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz!
‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’ da, Müzeyyen’in ortaya çıkışıyla kişilik değişimi yaşayan Arif’i ‘Senin fahişen olmak istiyorum’ diyen bu kadınsı bilmişliğin ve farklılığın peşine takarken kadınla ayakta duran aşk ve sevginin derinliğindeki ilişki olgusunu yok etmiş durumda. Bu noktada karşınızdaki işin, evliliği öteleyen ve biriyle yetinmeyip farklılıklar peşinde koşanların geliştirdiği popüler kültüre göz kırpan içeriklerden olduğunu hissetmeniz mümkün. Yalnız buradaki denge biraz farklı… Kantarın topuzu kadının değişiklik arayışından ve fütursuzca terk edişinden yana… Sonuç her ne kadar klasik olsa da!
Öte yandan böylesi tipleri Beyoğlu ve çevresinde oturtarak ‘özgür aşk’ olayını geliştirme modasını sürdüren benzeri yapımlarla paralel yol alırken, kadın parasıyla geçinen günümüz bedavacı erkeklerinin geleneklerden soyutlanmış özenti-ithal yaşam biçimini salt negatif yönden değerlendirmek de yanlış olur.
Mesela işinde başarısız erkeklerin kadını nasıl sömürdüklerini düşündürmeye müsait olan ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’, ekonomik güçle özgürlük elbisesini giyen kadınların da erkeklere ‘kapuska’ muamelesi çektiklerini yansıtarak çift yönlü mesajını veriyor.
Aynı zamanda yazarlar âlemine dalıp kitap bastırmanın zorluklarını ve değer anlayışlarındaki kargaşayı ara mesajlar olarak içeriğine iliştiren yapımda, tüm kadınsı özgürlük sunumlarına karşın yaratılan çelişkiler de dikkate değer. Zira bunlar sonuçta erkeği yine avantajlı çıkarıyor.
Bir erkeğin sevgilisi, aşkı, kadını olmak yerine fahişesine dönüşmeyi tercih eden kadının, erkek özgürlüğünde hava atarken bir yandan da eski sevgisinden kopamaması… Buna karşılık çok bağlanmış görünen ve önceki yaşam tarzıyla zıtlaşıp kendisinden beklenmeyen kıskançlık halleri sergileyen erkeğin paraya ve mesleğindeki hedefe ulaştığındaki tutku değişimi, filmde sadece bir kez telaffuz edilen ‘derin tutku’ kavramıyla çelişmekte.
Sonuçta; ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’, derinlik ve tutku adına çok bir şey ortaya koyamayan… İlişkilerdeki vazgeçemeyişleri, tutkuya endeksleyip aşkı hepten sahneden indiren… Ekonomik bağımsızlığını kazandıkça erkekleşen kadınların bağlılıktan ve sevgiden uzaklaştığını, parasız erkeği nasıl oynattığını resmeden bir ‘rol değişim öyküsü’. Buradan çıkartılacak mesaj ise günümüz ilişkilerini yönlendiren şeyin aşktan ziyade ‘para’ olduğu ve sevgiyle kurulan birlikteliklerin-evliliklerin modern yaşam nezdinde önemsizleştiği…
Nihayetinde çevremizde bir hayli artan feminenliğini yitirmiş kadın örneklerine ve ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’ya bakıp, ‘Kadınla erkeğin her alanda eşitlik peşinde koşturması kadınlık ve aşk adına çok da iyi neticeler doğurmuyor’ diyebiliriz! Dahası, nasıl ki bir ilişkinin bitmesi onun yaşanmışlığının yanlış olduğunu göstermezse, bir kadının ekonomik gücünü kazandıkça erkekleşmesi de gerekmez. Tutkunun derinliksizliğinde, Erdal Beşikçioğlu’nun yüzü suyu hürmetine varlık gösteren ve orijinal kitabın aksine pop müziğin abartılı gücüyle kulaklara hükmeden ‘Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku’nun hal ve gidişatı böyle.
Anibal GÜLEROĞLU