Yerli film üretmekte dizilerle yarışa girmişçesine bolluk yaşayan sinema sektörümüz her geçen gün daha iştah kabartır hale gelmiş durumda. Özellikle komedi, aşk ve korku türünde yapımlarla yol almayı tercih eden filmcilerimiz genellikle dizi tadında işler sunsalar dahi, yerli film gişesi geçmişe kıyasla daha parlak bir tabloda. Tabii bunda 7,3 milyona ulaşarak rekor kıran ‘Recep İvedik 5’ ve 2,8 milyon biletle ‘Çalgı Çengi İkimiz’ gibi filmlerin katkısı büyük. Öte yandan, 2017’nin dört ayında 30 milyona yakın biletle Türkiye’nin sinema tarihinde bir ilk gerçekleşirken bu ilgi artışındaki diğer etken, birbirinden ilginç yabancı filmlerin varlığı.
‘Hızlı ve Öfkeli 8’ filminin 1,8 milyonla üçüncülükte yer aldığı rekorda bundan sonrası nasıl getirilir bilemem. Ancak hemen her hafta kayda değer yabancı filmlerin vizyonda yerini aldığını… İlaveten Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın telif haklarına yönelik iyileştirme çalışmaları sonucu internetten film indirme-izleme olanağının hayli kısıtlanacağını ve dahi bir ihtimal, bu vesileyle dijital platformlardaki özgür izlenceye müdahalenin yolunun açılabileceğini de hesaba katarak, sinema ilgisinin artma eğilimli olacağını rahatlıkla söyleyebilirim.
Kısacası; Yılmaz Ali, Vurun Kahpeye gibi eski Yeşilçam filmlerini de ‘Eskimeyen Filmler’ ve benzeri organizasyonlarla seyirciyle buluşturmaya başlayan sinema sektörümüzde gerçeğin iki yüzü böyleyken, ekrana alternatif filmlerin içerik kalitesi ve övgüyü hak edenleri saptama eylemi daha çok önem kazanmakta. Bu mantıkla, dördü yerli olmak üzere toplam 11 filmin beyazperdeye çıktığı haftaya baktığımızda, dünya gerçeklerine değinerek toplumsal bilinç uyandırmaya yönelen bir yapım özellikle üstünde durulmayı hak ediyor… Ekranda efsane ‘Doktorlar’ dizisinin dönüş hevesi yaşanırken bizi, sinemada bambaşka ortamdaki bir doktor tablosuyla karşı karşıya bırakarak içimizi acıtan ‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’!
‘GERÇEĞİN İKİ YÜZÜ’NÜ YUHALAMA DENSİZLİĞİ…
‘Eğer gerçeği açıklamak istiyorsan zarafeti terziye bırak’ demiş Albert Einstein… Gerçekleri dillendirmede kelime oyunlarına, süslü ifadelere yer yoktur zira. Gerçek dediğin, olanı biteni tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktan ibarettir. Serttir, acıtır ve yalanların gölgesine sığınıp gerçekleri görmemeyi adet edinenlerin hoşuna gitmez kesinlikle. Nasıl ki, Sierra Leone’den iki çocuk evlat edinen Erin Dignam’ın senaryosu ve insan haklarına dair görüşleriyle öne çıkan iki Oscar’lı Sean Penn’in yönetmenliğinde, gerçek olaylarla kurmacayı harmanlayarak dünyanın gözüne sokan ‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’ filmi gibi!
Altın Palmiye için yarışıp Batı’nın günümüzde dahi sömürmekten bıkmadığı Afrika’daki acı gerçeklerin böyle yansıtılmasına tahammül edemeyenlerce aşağılanan film, sığ bakışla eleştiri getirme meraklılarınca ‘sulu gözlü aşk öyküsü’ ya da ‘kafası karışık senaryo’ şeklindeki nitelemelere hedef olsa dahi bunların hiçbirini hak etmediği kesin. Gerçek şu ki; ‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’ aşk hikâyesi anlatırken Güney Sudan, Sierra Leone ve Liberya’da yaşanan dehşeti kendine fon yapmış bir film değil! Aksine Birleşmiş Milletlerin buralardaki katliamcılığa-sefalete duyarsızlığını dünyanın dikkatine sunmayı hedeflerken, gönüllü doktorları kendine yol haritası yapmış… Aşk öyküsünü de seyirci geneline hitap edebilmek için zorunlu olarak bünyesine almış. Yani aslında fon konumunda olan acılar değil aşk! Dahası onca zorlu koşul altında filizlenen aşkın temelinde, sevginin destekleyiciliği ve tüm kötülükleri silebilecek güçte olduğu gerçeğinin izi var. Lakin Cannes adaylığını alan bir yapımı, galasında yuhalamayı marifet sayanlar bu hakikati görmediler. Tıpkı burunları havada ülkelerin Ortadoğu’da barış havarisi kesilmeyi vazife edinirken, çocukların iç savaş malzemesi yapıldığı, sivillerin canlı kalkan olarak kullanıldığı Afrika’yı görmezden geldikleri gibi! Bazı insanlar ve devletler neyi görmek istiyorlarsa değerlendirmelerini de o yönde yapıyorlar maalesef.
‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’nü yuhalama densizliğine karşı bu saptamayı özellikle yapmak istedim. Çünkü filme dair yersiz kötülemelere kapılmak, hem özverili çalışmaları kısmen ortaya konan ‘Dünyanın Doktorları’nın kendi yağında kavrulan gönüllü çabalarına… Hem de o topraklarda bir yandan isyancılar eliyle, bir yandan da hastalık ve kıtlıkla yok olup gidenlere haksızlık olur! Haksızlıkların tüm dünya genelinde alışkanlığa dönüştüğü gerçeğini ispatlarcasına eleştiri yağmuruna tutularak horlanan filmle ilgili gerçekçi vurgulamanın ardından yapımın kendi gerçeğine gelirsek…
‘DÜNYA DOKTORLARI’NIN ÖZVERİLİ ÇABASINA ALKIŞ…
Sınır tanımadan insanlara yardım için koşturmayı, yaşam ve meslek felsefesi edinen gönüllü doktorların idealist çalışmalarını karşımıza getiren ‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’nün öyküsü, babasının izinden giden Dr. Wren (Charlize Theron) aracılığıyla Afrika’daki zorlu yardım çabalarına ve bir o kadar güç olan bütçe denkleştirme olayına tanık ediyor bizi… Bu tanıklık çerçevesinde, bir kadınla bir erkeğin 10 yıllık ayrılığa dayanarak ayakta kalan aşkı sayesinde var olan mücadelenin öyküsel kıvrımlarında ilerlerken, hüzün ve isyan birbirine karışıyor. Çünkü kendine özgü akış yaratan yapımda ağırlığını hissettiren duygu, alabildiğine kanlı insani gerçeklere dayanıyor. Bu ise filmi yüzeysellikten çıkartıp akılda iz bırakıcı kılıyor.
Malzeme yokluğuna ve çete baskınlarının yıkımına rağmen muhtaçlara yetişmeye çalışan deneyimli cerrah Dr. Miguel (Javier Bardem) ile Dünya Doktorları oluşumunun yönetim kademesinden gelen Dr. Wren arasındaki yakınlaşmayla, aşk ve cinsellik olgularının temel ihtiyaç misali her ortamda yaşanabilecek doğallığını sergileyen filmin bir diğer artısı, her oyuncunun kendisine teslim edilen karakterin hakkını layıkıyla vermesi... Üstelik senaryo kaygısına kapılıp rol yapma abartısına ihtiyaç hissetmeden. Bundan dolayı her şey sanki doğaçlama gibi akıp gidiyor. Mesela Dr. Miguel, aile hekimi olmak yerine zorlu şartlarda hayat kurtarmayı seçen ve modern dünyanın olanaklarından uzak kalan bir erkeğin tüm vasıflarını sunuyor seyirciye. Boş zamanda oturduğu yerde uyuklarken bir yandan yerli çocukları hoşnut edebilmek için onlarla oyun oynaması… En berbat bölgelere dahi gözünü kırpmadan gidip eldeki mevcutları en verimli biçimde kullanmaya uğraşması… Yeri geldiğinde de kadınlarla, şayet onların rızası varsa, ilişki yaşaması… Bunların hepsindeki doğallık, tek isyanı tıbbi yardım eksiğine olan Dr. Miguel’i film karakteri olmanın ötesine taşıyıp Afrika’daki hayatın içinden gerçek bir figüre dönüştürüyor. Aynı şekilde özellikle vakfa yardım için düzenlenen yemekteki konuşmasıyla asıl varlık sebebini açığa çıkartan Dr. Wren de, babasının tehlikeli bölgelerden uzak tuttuğu kızken, bir anda kendini ölümün kol gezdiği ortamda bulan bir kadın pozisyonunda… Hem baba adının gölgesinden kurtulup kendi kimliğiyle gücünü ispata çalışıyor, hem de çok yabancısı olduğu bu insanlıktan uzak ortamın şartlarına adapte olmaya. Dr. Miguel ile yaşadığı aşksa, bu sürecin doğal bir parçası… İnsanlıktan çıkmış bir bölgede ayakta kalmaya çalışan iki insanın birbirine tutunması!
ABD eliyle kurulan Liberya’daki ABD özentisi korku film konseptli ergen çetesiyle vurucu noktayı koyan filmin ekstra süslemeye ihtiyaç duymayarak akışına bıraktığı yan karakterlere gelince… Bu kanatta da her şey yerli yerinde… Kaybetmenin hüznünü içinden atamayan Dr. Love (Jean Reno) ile kadın-erkek ilişkisinde aşkın önemini saptayıp ‘Evlilik, birini ağa düşürme mantığıyla değil, sevgiyle olur’ fikrini aşılayan yapımda Jared Harris’in canlandırdığı doktor karakteriyle de ilahi söylemler geliştirilmiş. Anlayacağınız Afrikalı çocuklardan, yardım vakfındakilere… Bu filmde neden var olduğunu sorgulatan bir karakter kesinlikle yok.
‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’nün bu yapısal gerçeğinin ötesinde öne çıkan en çarpıcı detayı, hiç kuşkusuz tüm çıplaklığıyla sergilenen iç savaş halleri ve gerçekçi saptamaları. Aslında filmin yansıttıkları iç savaştan ziyade çeteleşmiş kabilelerin, kendilerini sömüren yabancılarca alttan alta desteklenen, masum halka yönelik vahşetinden ibaret. Dolayısıyla çocukların karınlarını deşip bağırsaklarını yol kapatma ipi olarak kullanabilecek derecede insanlıktan çıkan bu yaratıkların tecavüzcülüğünü, erkek çocukları ailelerinden nasıl kopartıp kendi çetelerine asker yaptıklarını, sığınmacı kamplarındaki yetersizliği ve can güvenliği olmamasına aldırmadan hayat kurtarmaya uğraşan ‘Dünyanın Doktorları’nın gönüllülüğünü seyrederken asıl sorgulanması gereken senaryo değil, dünyanın neden bunlara göz yumduğu konusu olmalı! Gerçi cevap, Ortadoğu’daki petrol paylaşımı varken Afrika’daki garibanların düşünülmeyeceğini çok net ifade eden filmin senaryosunca verilmekte ama… Anlayana.
SONUÇTA; Afrika’da yetişerek oranın gerçeklerine hâkim yapımcı Bill Gerber… Afrika deneyimine sahip senarist Erin Dignam… Ve yönetmenlikte kalıpları yıkıp kendi tarzını sunarak dünyaya kafa tutan Sean Penn üçlüsünün eseri olan ‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’, bir yandan ‘Dünya Doktorları’nın özverili çabasına alkış… Bir yandan da Afrika’nın kara yüzünü yaratan beyaz dünyanın laflarına karınların doyduğunun en saf ifadesi. Geri dönüşlerle ilerleyen yapımı izlerken önemli olan, zaman kavramına takılı kalmadan bütünün ana fikrine ve sömürgen dünya gerçeklerinin özüne hâkim olabilmek… Ki bu noktada da, saplantılı ahkâm kesme yapaylığından ziyade, yaşamsallığa odaklanabilme doğallığı gerekli!
Katar, Güney Kore, Suudi Arabistan, Rusya gibi ülkeler bizden kelepir toprak kapmaya çalışırken bizim de bu ‘fırsat’ kervanına katılıp Sudan’dan 99 yıllığına toprak kiralayarak ithal tarıma niyetlendiğimiz şu zamanlarda ‘The Last Face/Gerçeğin İki Yüzü’ filmindeki kara tablo bir başka değer kazandığından seyri tavsiye edilir. İyi seyirler…
Anibal GÜLEROĞLU
guleranibal@yahoo.com
www.twitter.com/guleranibal