Ağıt ve şiddetten bıktık!
‘Dünya dört şeyin üzerinde durur: Bilgelerin ilmi, yücelerin adaleti, haklıların duası ve yiğitlerin cesareti’ der, ünlü yazar Frank Herbert ‘Dune’ isimli romanında. Peki... Yaşadığımız dünyaya baktığımızda bu özelliklerden hangisi var?
Ne bilgelerin ilmi kalmış, ne yücelerin adaleti. Bilgeler yok edilmeye çalışılırken adalet yücelerden aşağı inmiş. Haklıların duasının yerini ‘Ah’lar almış. Tüm bunlar olurken ortada ‘Dur’ diyecek yiğit bırakılmamış. Velhasıl günümüz dünyası; cehaletin zulmü, alçakların adaletsizliği, haklıların bedduası ve korkakların sinmişliği-satılmışlığı üzerinde durmakta. Bu düzenin kurbanları da boşa çırpınmakta.
İnsan gibi insanları değersizleştiren yeni dünya düzeninde hal böyleyken kurguların içerik tablosu çok mu faklı? Hayır. Alabildiğine ağıt ve şiddet var. Her fırsatta işaret ettiğimiz üzere yaratıcılıktan ziyade toplumsal dengesizlikleri körükleyen işler dolu.
Çocuk-aile mağduriyetinden beslenen sefillik öykülerinin... Kadınları ezmeye odaklı zorba erkek düzeni veya hanımağaların azmettirici olduğu uyduruk töre şiddeti klişelerinin ardı arkası kesilmiyor. Nasıl ki daha ilk bölümlerinden ‘Ağıt ve şiddetten bıktık’ dedirten Star’ın yenisi ‘Sahipsizler’ de bunlardan biri.
YENİ DUYGU SÖMÜRÜSÜ ‘SAHİPSİZLER’İN OLAYI NE?
‘Yalı Çapkını’ dizisindeki tutarsızlıklarla ‘Gerçek hikaye’ etiketinin suyunu çıkartma başarısı sergileyen OGM Pictures anlaşılan şimdi de kimsesiz çoklu kardeş dramının takipçisi olma niyetinde. Artık ne kadar başarılı olunur bu modada, o da izleyicinin takdirine kalmış. Ama gerçek olan şu ki, Mardin modasından da eksik kalmayan ‘Sahipsizler’, en basit tanımıyla sefaletten pay kapmaya çalışan klişelerden biri konumunda!
Türlü türlü zorluklara karşı direnip ayrı düşmemek için çabalayan altı kardeşin ayakta kalma mücadelesini Mardin geçmişinden alıp ormandaki masalsı atmosfere taşıyan, oradan da yoğun dramla İstanbul’a aktaran diziye baktığımızda aklımıza gelen ilk şey, çeşitli felaketin yaşandığı, cümle karakterin acıdan acıya sürüklendiği ‘Kardeşlerim’in başarısından cesaret alınarak yaratıldığı hissi oldu. ‘Anne babasız ve de parasız ortada kalan bol kardeşli aile dramları; mağduriyetler iyi iş yapar’ mantığı bizde her devir geçer akçe. Nitekim Yeşilçam sinemasında da anne-oğula odaklı 1974 ve 1989 yapımı ‘Sahipsizler’ filmi mevcut.
Bu noktada gözden kaçmayan bir diğer ayrıntı; dizinin hikayesinin fikir noktasında, ünlü yazar Hana Tooke’un, özelliklerinden dolayı kimse tarafından istenmeyen beş yetimin Amsterdam’ın zorlu koşullarında birbirlerinden kopmadan kötü adamlara karşı yürüttükleri varoluş mücadelesini anlatan, ‘Sahipsizler’ isimli eseriyle örtüştüğü.
Öte yandan duygulara oynamak adına böyle bir ismi tercih ederken köleliğin şekil değiştirdiği modern dünyada insanların sahibinin olamayacağı detayının unutulduğunun da altını çizmekte fayda var. Çocuklar veya kadınlar hayvan mı ki sahiplenilsin ya da sahipsiz kalsın?
Neyse efendim... Bu saptamaları yapmanın ardından gelelim içeriğe...
İçerik olayı çok basit aslında. Ne kadar kardeş o kadar dram! Dünyada da bu yapılıyor kuşkusuz. Ama abartıya kaçmadan ve çok daha kaliteli bir mantıkla. Mesela yerli malı ‘Sahipsizler’i Hana Tooke’un ‘Sahipsizler’iyle kıyaslayabiliriz. Orada da bolca kimsesiz çocuk var öykünün temelinde. Fakat bizdeki kimsesizler, ağlaklıkları ve hırçınlıkları dışında pek özellikleri olmayan; saflıkta sınır tanımayan türden. Gerçi İstanbul’a gitmeyi akıl eden Samet, kitaptaki Milou misali yol gösterici bir rol üstlenmiş...
Cemo, giysi kumbarası fikriyle, kıyafet onaran Sem benzeri kardeşlerinin kılık kıyafetini düzeltmeye soyunmuş ama... Elbette ki cebindeki paraya dahi sahip çıkamayan, kuruşları yokken verilen yardımı geri çevirecek ya da iki elmanın ‘hak geçme’ hesabını yapacak kadar sözde onurluluk kasan(Ki, bu ayrıntı benzeri dizilerin klişesidir)...
Kendilerine yardım eden Yusuf’a gözlerini belertip saldırırken her halinden dolandırıcı olduğu anlaşılan Emrah’a anne yadigarı altın bileziği pat diye vermekte sakınca görmeyen yerli sahipsizlerimizin varlığını, hayal gücünün sınırlarını zorlayan Hana Tooke karakterleriyle kıyaslamak büyük haksızlık olur. Dahası kötüler cephesinde de benzeşmeye rağmen dağlar kadar fark var.
Mesela yetimleri kötü adama satmak isteyen ve çocukları canından bezdiren yetimhane müdürü Gasbeek, apartmanda ve ailesinde şiddet fırtınası estiren Haşmet’le denk düşüyor. Beş çocuğu almak için gelen kötü adam Rotman, ailenin peşindeki Yavuz’a benziyor. Lakin ‘Kadınına sahip çıkamayan kızına mı sahip çıkacak’ diyerek ruh hastası bir kötüye çevirdiği oğlunu ‘Torun’ bahanesiyle daha da gaza getirmeye çalışan annenin kapkara kalbiyle ‘Kadının asıl düşmanı kadındır’ gerçeğini yine hissettiren ve dramına dram katarak yol alan senaryo, yaratıcılıktan ziyade ağlaklık klişesinin peşine takıldığından bu benzeşmelerin ötesine geçilemiyor. Yeni duygu sömürüsü ‘Sahipsizler’in tüm olayı da bu zaten.
‘SAHİPSİZLER’DE MANTIK YİNE YERLERDE!
‘Sahipsizler’in içeriğini ele alırken vurgulanmadan geçilemeyecek bir başka husus hikayedeki ve akıştaki mantıksızlıklar. Klişeler arka arkaya sıralanarak, bol dramla soslanarak gelişigüzel bir şey çıkartılmış ortaya.
Öğretmen Rıfat’la Bala’nın aşkına müdahale edip Bala’ya zorla sahip olan Yavuz’un intikamcılığı mesela... Yavuz’dan hamile kalan Bala’yı kaçıran Rıfat kalkmış ormanın içinde masalsı bir atmosfer kurmuş. Peşlerinde Yavuz’un bulunduğunu bile bile de arka arkaya çocuk yapmış. Geçiniz.
Yakalanmaktan korkan hangi aklı yerinde kişi altı tane çocuk doğurmayı düşünür? Üstelik gelir kaynakları da dört kavanoz bal. Dört kavanozun birini muavine veren Rıfat’ın üç kavanozu satmasını ‘bal ticareti’ olarak göstermekte sakınca görmeyen senaryonun aradan 20 yıla yakın zaman geçtikten sonra Yavuz’a Rıfat’ın yerini buldurtmasına ne demeli?
Hem de ne hikmetse ormanda hayvan otlatırken Rıfat’ın kızı Zeliha’yla sevgili olan çoban sayesinde. Oraya buraya ziller takıp çocuklarını evde eğiten Rıfat, gün gelip de çocuklarının büyüyüp hayatın içine gireceklerini ve bu yolda başına iş açacaklarını düşünmemiş demek ki...
Tıpkı ormandaki kulübeye mahkum ettiği çocukların okumalarını, meslek edinmelerini düşünmediği gibi! Ne gerek var okula gitmeye değil mi? Yedi cücelerin kulübesinden hallice yerde üç beş kavanoz bal satıp mantar toplayarak yaşanır nasılsa. Allah akıl versin bu dahiyane fikirlerle karşımıza çıkanlara.
Amma velakin evdeki hesap çarşıya uymayınca olmuyor. Zeliha’nın aşkı başlarını yaktı işte. Çocuklarıyla birlikte gizli yere saklanmak varken yiğitlik sergilemeye kalkan Rıfat’la Bala işi gücü bırakıp yıllarca kendilerini arayan Yavuz’un kurbanı oluverdi. Sonrası evlere şenlik.
Kardeşlerini düşmek varken sığınağın kapısına pat pat vuran deligöz Cemo’nun yerlerini açık eden üfürükten cengaverliği mi dersiniz... Hayati önem taşıyan parayı elinde tutmak yerine cebine koyarak düşüren Fadime’nin aymazlığı mı?
Aklı kendilerini ele veren çoban sevgilide kalan ve kamyona koşarak gereksiz heyecan yaratma hevesinde olan Zeliha bir başka alem, ayaklarına gelen jandarmaya sığınmak dururken ‘‘Cemo’yu bizden alırlar’’ saçmalığıyla gereksiz dramın önünü açan Azize’nin iç bayan boş mantığı bambaşka bir alem.
Çiş diye tutturan Balım’ın da dahil, kardeşler arasında en akıllısının Samet olduğu bu süreçte hemencecik İstanbul’a giden kamyona denk düşülmesi ve şoförün çocukları Yavuz’a gammazlaması deseniz hepsinden beter. Anlayamadım ki... Kendilerini öldü gibi gösteren Rıfat’la Bala başka şehre gitmek yerine Yavuz’la aynı bölgede mi kalmışlar da herkes Yavuz’a onlarla ilgili haber yetiştiriyor?
Keza İstanbul’un sokaklarını yalınayak yürüyerek arşınlayan model model kardeşlerin caddede karşıdan karşıya geçme daha doğrusu geçememe saçmalığına ne buyurulur? Büyük oynamalarla, abartılı yüz ifadeleriyle iyice parodiye dönen o sahne neydi öyle arkadaş? Hayvanlar bile araçların arasından sorunsuz geçerken bizimkilerin tablosu bariz komedi olarak yansıdı izleyiciye. Neyse ki bıcırık akıl etti de ışıklardan geçtiler.
İlaveten park havuzunda yıkanmalarını, pet şişeden ayakkabı yapma becerisini, cami mikrofonundan şarkı söyleyerek anne-babaya seslenme duygusallığını, kedilere bırakılan dönerleri yeme akılcılığını, anahtar almadan ev kiralama saflığını, kömürlüğe sığınma zavallılığını da unutmamak lazım. Hepsinin gerekçesi de hep aynı. Neymiş efendim polise gidemezlermiş, adamın başına vuran Cemo yakalanırmış. ‘
‘Yahu adamlar evinizi bastı, ananızı babanızı katletti. Siz neyin kafasındasınız? Zaten devamında Azize Yavuz’u arıyor. Cemo adam dövüyor. Kardeşler birbirine düşüyor. Boşa niye dram yaratıyorsunuz’’ diyeceğim ama... Bu noktada ‘Böylesi dramdan nemalanmaya hedefli işlerde aklı çok zorlayıp mantık aramaya gerek yok’ demek en iyisi galiba.
SONUÇTA; Kimileri istediği kadar ‘çok gerçekçi’ diyerek bu mantıksızlıkları övüp dursun, ağıt ve şiddetten bıktıran ekranlardaki gerçekler gün gibi ortada. Oradan buradan fikir devşirmekle ya da ‘gerçek hikaye’ etiketini öne sürmekle iş bitmiyor. Etkileyici dramlar ve kurbanlar yaratılıp başarı yakalanamıyor. Dolayısıyla ‘Sahipsizler’in asıl kurbanı da, komediye varan dramlara maruz bırakılan izleyici oluyor.
Ağıt ve şiddetten usandığımız gerçeğinde son söz George Orwel imzalı ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ romanından gelsin... ‘Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler’.
Bilinçli izleyici, bilinçli toplum temennisiyle...
Anibal GÜLEROĞLU
guleranibal@yahoo.com
www.x.com/guleranibal