Günlerimiz Afrika sıcaklarıyla kavruluyor olsa da kışın ayak sesleri olarak gördüğüm yeni sezonun işleri yüzlerini göstermeye başladı. Biz de sırası geldikçe yapımlarla ilgili görüşlerimizi paylaşıyoruz sizlerle. Sıra neye göre geliyor, derseniz…
Dereyi görmeden paçayı sıvamanın yanlışlığı kadar derenin kıyısına bakıp ilerisi için kesin konuşmanın da hatalı bir yaklaşım olduğunu düşündüğümden, ön değerlendirmenin ötesinde, yeni işleri eleştirmek için birkaç bölüm beklemeyi doğru buluyorum genellikle. Zira yüzde yüz rengini belli eden istisnalar hariç, yapımların çoğunun temiz mi lekeli mi olduğu ilk bölümden netlik kazanamaz. Oyunculuk ve yönetim istikrarlı gitse dahi, içeriğin grileşme hatta kararma olasılığı her daim mevcuttur… Özellikle de ‘uyarlama’ şeklinde ekrana taşınan işlerde!
Nitekim bu mantık çerçevesinde ‘Bizim Hikâye’nin üstüne hemen atlamayıp sonraya bırakıyorum, bilginize. Gerçi henüz yayına çıkmadan paylaştığım yazımda ‘‘Bizim Hikâye’yle ilgili ilk sözüm, bu işin tam da ‘Bizim Hikâye’miz olacağı ve orijinalinin şablonundan yola çıkıp kendi özünü-sözünü yaratacağı yönünde’’ diyerek değerlendirmede bulunup önyargılı karalamalara karşı yorum getirmiştim ama…
Şimdi ilk bölümün sonrasında koro halinde övgüler dizip benim çok önceden işaret ettiğim detayları dillendiren ve ‘‘Kendi özünü yaratmaya soyunan ‘Bizim Hikâye’ye, yabancı özentisiyle değil bizim gözle bakın’’ şeklindeki uyarımla paralel yazanlar kervanına katılmamayı tercih ediyorum. Farkımız olsun değil mi?
Dolayısıyla bu günkü konumuz, iki bölümü ardında bırakan ‘Ver Elini Aşk’… Çıkış noktamız da ‘‘Ver Elini Aşk diyor muyuz’’ sorgusu. Bu sorgu önemli. Çünkü ortalık birbirinin gözünü oymaya çalışanlarla dolmuşken… Nifak tohumları ekme merakı, mezar saldırganlığına kadar uzanmışken… Kiracı olunan dünyayı mülk edinme hırsıyla, sevgi-saygı gibi yüce duyguların defteri dürülmüşken… Baba sıfatını hak etmeyen cani babalar ortalıkta cirit atarken ‘Ver Elini Aşk’ diyebilmek yegâne kurtuluşumuz gibi. Öte yandan tek sese dönüşen haberciliğin dayattığı atışmacılıkta, çöpçatanlığı bırakıp dedektifçiliğe soyunanların haddini aşan sahte üsluplarında ve dahi silahların-entrikaların gölgesindeki duygusuz dizi bolluğunda ekranların kurtuluşu da, ‘Ver Elini Aşk’ mantığıyla yol alınmasında!
Velhasıl; Gittikçe sahteleşen, çıkarcı kurgularla dolan yaşamından ekranın kurgusallığına… ‘Ver Elini Aşk’ diyebilmek her şekilde gerekli. Hal böyleyken nasıl demişiz bir bakalım şimdi.
‘VER ELİNİ AŞK’ DEMENİN GÜZELLİKLERİ
Zıt dünyaları buluşturan ‘Siyah Beyaz Aşk’ı yakında devreye sokmaya hazırlanan Kanal D’nin bir başka ‘zıt dünya’ öyküsü olan ve aşka komedi tadında bakan işi ‘Ver Elini Aşk’, fragmanını gördüğüm andan itibaren umutla beklediklerimden oldu. Nasıl ki, ön değerlendirmemde ‘‘İnadına Aşk’ta da birlikte çalışan senaristlerin burada da eğlendirici ve aynı zamanda mesajlar verici bir içerikle karşımıza geleceklerini düşünmekteyim. Özellikle karakterlerin kültür ve yaşama bakış tarzlarını çatıştırmaları ve kıyaslamalardan espri türetmeleri güzel olacaktır. Bununla paralel olarak karakterlerin kolayca benimsenmesi kuvvetle muhtemel’’ yorumunda bulunduğum yapım bu umudumu fazlasıyla tatmin etti. Yeni sezonu için ağırdan alınıp izleyicinin zihninde olumsuz soru işaretleri oluşturan ‘Vatanım Sensin’in gününe kurularak izleyici karşısına çıktığı andan itibaren güzelliklerini bir bir sergilemeye başladı…
Su Ellen olarak kadroda yerini alan Gülsün Sare Fil’in ‘başrolün başrolü’ sıfatını hak eden, şirin mi şirin bebek doğallığıyla baş güzelliğini yaratan… Ve onun akışına gelişen davranışlarıyla içerik neşesini geliştirip, diğer karakterlerinin samimiyet tablosuna zemin hazırlayan yapımla ilgili güzelliklerin başını çeken detay, her şeyin dengeli ve doğal oluşu!
Gaziantep’ten İstanbul’a köprü kuran içerikte, ne zorlama şive olayıyla izleyici yorulmuş, ne zengin-fakir yansımasında yersizlikler sergilenerek ipin ucu kaçırılmış, ne de erkek egemen cinsiyetçilikle ezicilik söylemi geliştirilmiş. Yani ağalığı bile alçakgönüllü ve kadir kıymet bilir pozisyona sokan dizide köylülük de, modern yaşam da abartılara meyledilmeden dozunda işlenmiş. Üstelik kadını öteleyen unsurlar da yok. Bu ölçülülük önemli zira böylece dizinin akışı, normal hayatın bir parçasıymışçasına gelişmekte. Ayrıca bazı yapımlarda rastladığımız kopyala yapıştır tarzındaki konuşmaların olmaması ekstra güzellik. Bu kolaycı mantıktan hayli uzak olan orijinal repliklerin gayet başarılı olduğunu ve dizinin özüyle bağdaştığını, mizahı-dramatikliği dozunda aktardığını belirtmek isterim. Yazanların emeklerine sağlık.
Tek gecelik ilişki sonrası kapıya bırakılan sürpriz bebekle Amerikanvari havada başlayıp Ayşe Ferda Eryılmaz ve Nehir Erdem’in kaleminden kendi özünü yaratan senaryonun karakterleri derseniz… Onların yapılanması da bu iç denklemle uyumlu yol almakta haliyle.
Su perisinin Sultan Ayperi’si olarak karşımıza gelen Sevda Erginci ne cevhermiş de haberimiz yokmuş. ‘Karagül’ün ağalık düzenindeki ezik kanatta olduğundan pek fark edememiştik, ‘Hayat Bazen Tatlıdır’da kıskançlığın iticiliğine kapıldığından karakterini çok tutmamıştık. Fakat kendini layıkıyla gösterme fırsatı olan Ayperi’de almış başını gidiyor doğrusu. Yöreselliği ve duygu harmanını yansıtmayı başaran… Su perisinin gerçek annesi gibi sımsıcak bir tablo yaratarak, annelik güdüsünün temelinin koşulsuz sevgi olduğunu işaret edip, bebekli dizi izleme keyfimizi pekiştiren Sevda Erginci’ye teşekkürler.
Fırıldak camışın önde gideni pozisyonuyla birlikte aynı zamanda kızı için hayatını verebilecek baba figürü de olan Kaan derseniz, sadece bekâr baba olunabileceğinin değil aynı zamanda karizmatik erkeklerin kadın patron tacizine nasıl maruz kaldıklarının da başarılı bir göstergesi. Karakteri bu denli başarılı kılanın, iyi yazılmış olmanın ötesinde, sempatikliğin zirvesindeki Ali İl’in performansı olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Baba gibi bakıyor resmen.
Asım Onbaşı’nın torunu Kiraz’ın İstanbul’a kaçmasını diline dolayan köylülere, kendi geçmişlerini hatırlatarak kimsenin kimseye ahlak dersi vermeye hakkı olmadığı gerçeğini vurgulayan Emin Ağa karakteri de, ‘Ver Elini Aşk’ın farkını yaratanlardan. Köksal Engür’ün tiyatro gücü bir kez daha çıkmış ortaya. Bu noktada Asuman Dabak ile Hakan Pişkin’in karakterlerine yeterli ağırlığın verilmediğini de belirtmek isterim. Oysa her iki isim gayet güçlü oyunculuğa sahip ve Mine ile Fedai karakterleri de mizah yaratmak adına oldukça elverişli. Umarım devamında daha çok görürüz kendilerini. Keza doğal komedi havasına sahip Metin Keçeci’nin canlandırdığı Selo da taksi parası ödeyen yeğenlikten ötesine geçirilmeli diyorum. Duygu Karaca’nın Simten’i bu açıdan güzel bir yol ancak burada da sadece aşk olayına kısılıp kalmamalı.
‘Ver Elini Aşk’ta özellikle dikkatimi çeken karaktere gelince… Gökay Müftüoğlu’nun sinemanın taçsız kralı Ayhan Işık havasında sunduğu Oğuz! Oyunculuğunu hep takdir ettiğim Mesut Yılmaz’ın canlandırdığı Mesut da hayli başarılı. Ancak Ceren Koç’un komediye yatkınlığıyla güç kazanan Lalin’le güzel bir çift olup arkadaş grubunda ayrık otu gibi duran soğancı Oğuz’un bir başka enerjisi var. Bundan daha yoğun faydalanılması önerimdir.
Büyüğünden küçüğüne tüm rollerin yerli yerinde olduğu dizinin güzellikleri bunlarla sınırlı değil kuşkusuz. Kurgu ve görsellik oldukça başarılı… Sahnelerin kurulmasındaki mantık gayet ölçülü… Oyuncu yönetimi harika… Böylece espriler yerli yerine oturuyor. Misal, Uzak Doğulu turist ile Ayperi’nin kayıp ilanı muhabbetinden arananın eşek mi, kız mı olduğu yönüne dikkat çekilme yöntemi müthişti. Benzer şekilde Lalin’in balkondan kaçış denemesi de çok güzel oturtulmuş. Hani en abartılı bulunabilecek, havluyla kaş yolma tuzağında dahi eylem mantığı unutulmamış. Anlayacağınız dizideki her sahnende özen var, içi dolu ve yalap şalap sunumlarla geçiştirilmiyor. Bravo.
SONUÇTA; Kendisine ümit bağlanarak yurt dışlarına yollanan torunların, teknolojik gelişimden uzak saf aile büyüklerini nasıl kazıklayabileceklerini gösterirken bir yandan da ebeveynlerin çocuklarını mal varlığı tehdidiyle ezmelerindeki yanlışlığı işaret eden ‘Ver Elini Aşk’, kaliteli bir iş sunmaya odaklı görev aşkıyla oluşturulmuş ölçülü bir dizi!
Kuşkusuz ufak tefek akıl kurcalayan pürüzler de çıkabilir… Mesela, Ayperi’nin nasıl olup da iki ay boyunca şirketin malzeme odasında fark edilmeden kalabildiği ya da sırf bebek yüzünden de olsa hangi cesaretle Kaan gibi birinin evinde konakladığı sorgulanabilir. Bir de Selo’nun kimin nesi olduğu hususunun muallâkta bırakılması var! Kaan’a ‘Ağam-beyim’ diyen Selo, Nazmiye Hala’nın oğlu mu yoksa konağın çalışanı mı? Eğer yeğen ise o halde niye böyle ezik kalmış? Dahası Kiraz’ın evden kaçış gerekçesi, sevdiğine kavuşmak değil miydi de bir anda seyyar satıcılıkla İstanbul’u yenme maceraperestliğine dönüştü, bunu da anlayamadım.
Neyse efendim… Diğer yenilerin devreye girmesi ve yerini işgal ettiği ‘Vatanım Sensin’in gelişiyle, ikinci kuşağa çekilmek yerine, gün değişimine maruz bırakılıp gözden çıkartılmadığı müddetçe elbet bir izah yolu bulunur böylesi ayrıntılara da. Önemli olan hamsili pilavı, hamsili Mine’ye çevirtip Kaan-Emin Dede restleşmesini Ayperi’nin başına iş yapan ikinci bölümün devamının da hayli renkli getirileceği ümidini diri tutmak ve her daim ‘Ver Elini Aşk’ diyebilmek! Biz diyoruz, darısı demeyenlerin başına. Demeye değer doğrusu.
Anibal GÜLEROĞLU
guleranibal@yahoo.com
www.twitter.com/guleranibal