Yazın adı ‘Yalan’ oldu
‘Gelen gideni aratır’ demiş atalar... Çok da doğru demişler. Zira yaşanmışlıklarla çok net hissediyoruz bu sözün gerçekliğini. Siyasetinden gündelik hayat şartlarına hangi konuda olursa olsun önümüze konanlar ‘Beterin beteri var’ dedirtiyor sürekli.
Nitekim açlık sınırında yaşar konuma getirildiği halde Nasreddin Hoca’nın uzun kulağı misali yemi daha da kısılarak adeta dayanıklılık testine tabi tutulan ve ücretli platformalara gücü yetmeyen sade vatandaşın yegane eğlencesi olan televizyon dünyasının yaz performansında da aynı durum geçerli. Futbol şampiyonası ve Olimpiyat süreci nimet bilinip ‘Nasılsa bu süreçte erkekler televizyona hakim olur. Kadınlar da sabah programlarının düzmece çatışmacılığıyla idare etsin’ diye düşünülmüş olacak ki, yazın akşam kuşağında yeni dizi hak getire.
Günün yorgunluğunu atmak için televizyon karşısına geçtiğinizde size sunulan seçenekler ya defalarca tekrarlanmış eski film ve diziler... Ya da ‘Eskiye itibar olsaydı bit pazarına nur yağardı’ sözünü kulak ardı edip bayatlıklardan ‘yenilik’ yaratmaya soyunanların göz kanatan görüntüleri ve itici şovları. Anlayacağınız geçen yazların masumiyeti aptallıkla karıştıran şapşallıklar ve klişe aşk üçgenleri üstüne kurulu yapımlarını arar hale geldik bu sene. Tabii hal böyleyken eleştirecek, masaya yatırılacak konu da çıkmadı bize. Neyse ki gideni aratan bu süreçte Kanal D bir istisna olup ‘Yalan’ı ekrana sürdü de eleştirecek malzeme verdi.
Peki, ‘‘Yazın adı ‘Yalan’ oldu’’ dedirtircesine dizi yokluğunda reytingleri toplayan ‘Yalan’ın performansı gerçekten de izleyiciyi tatmin edecek ve yapımın yazdan kışa yol almasını sağlayacak kalitede mi? Yoksa sıralama başarısı ‘Koyunun Bulunmadığı Yerde Keçiye Abdurrahman Çelebi Derler’ kıvamında gelişen zorunluluktan mı ibaret? Bu soruların cevabı elbette ki dizinin içerik gelişiminde ve canlandırmalarda gizli.
‘YALAN’DA BAŞARILI OLMAK USTALIK İSTER
Yalan, insan doğasının ve hayatın en büyük gerçeklerinden malumunuz. Yalana dair sayısız söz söylenmiş olsa da içlerinde en dikkat çekeni yazar ve eleştirmen Samuel Butler’ın ‘Her budala doğruyu söyleyebilir. Ama ustaca bir yalan uydurabilmek ancak akıllıların işidir’ saptamasıdır bana göre. Zira ustalık ve başarıda aklın önemini vurgular.
Bu doğrultuda Kanal D’de sergilenen ‘Yalan’a baktığımızda... Öncelikle hikayenin çıkış noktasında, kendisine kötü davranan kocasını öldürmekle suçlanıp 10 yıla mahkum olmanın ardından hapiste doğurduğu çocuğu evlatlık vermek zorunda kalan... Hapisten çıktığındaysa çocuğunu geri almak için uğraşırken eski kayınvalidesinin ihanet ve yalan ağını ortaya çıkartan bir kadının öyküsünü anlatan 2020 tarihli ‘Lie After Lie’ isimli Güney Kore dizisiyle benzeştiğini söylemek isterim. Ancak bunun ötesinde ‘Yalan’ın tamamen ‘yerli malı’ gelişimle ilerlediği aşikar. Zira ‘Lie After Lie’ dizisindeki örgü mantığı ve kalitesiyle uzak yakın benzerliğinin bulunmaması bir yana... İlk bölümden itibaren ne akıllıca bir akıştan ne de içerik başarısından söz etmek mümkün değil maalesef.
Şöyle ki; ‘Yalan’da gelişime yön veren Melike karakterinin olayı ve varlığı tamamen inandırıcılıktan uzak bir mantıkla senaryolaştırılmış halde. Daha net ifade edecek olursak...
Başlangıçta kocasını yaralı bulan Melike’nin adamı sarsıp sorgulamak yerine derhal polisi ve ambulansı araması gerekirken kadının işi daha da batırıp bıcağı kanırtarak çekip komşu kadına ‘katil’ pozu vererek faltaşı gözlerle bakması... Adalet mekanizmasının parmak izi vs gibi araştırmalar yapmadan (ki, yapılsa eniştenin parmak izleri çıkardı) hapse tıkması gibi detaylar senaryonun nasıl mantıksız bir ‘Yalan’ performansı sergileyeceğinin kanıtı olmuştu her şekilde. Lakin peşin hükümlü davranmamak için bekleyip görmek istedik. Peki... Devamında senaryonun ‘Yalan’ mantığı düzeldi mi? Tabii ki hayır.
20 yılın yıpratamadığı(!) kahramanımız ailesine kavuşma mutluluğuna dalamadan onca yıl Melike’ye ilişmeyen Kadir ve annesinin intikam ateşi birden devreye giriverdi... Ve tabii ‘Cyrano de Bergerac’ misali abisi yerine aşk mektupları yazıp sevdiği kadını abisine kaptırmanın acısını yüreğinde taşıyan Kadir’in ‘Bak gözlerime bak! Ben miyim ağabeyinin katili’ cümleleriyle sıfırlanan intikamcılığı. Arkadaş sormazlar mı adama... ‘Madem bu kadar güçlü insanlardınız. Niye yıllar boyu Melike’yi hapiste rahat bıraktınız’ diye? Hatta o kadar rahat bırakılmış ki Melike oturup ders çalışarak hukuk fakültesinin dördüncü sınıfına ulaşmış.
Söz Melike’nin hukuk eğitiminden açılmışken aklıma takılan bir ayrıntıyı da sorgulamak isterim. Hapisteki Melike hukuk eğitimini nasıl almıştı? Giriş sınavsız okunan yurt dışı kurumlardaki uzaktan eğitimle mi? Hadi öyle diyelim. Oraya verecek parayı nereden buldu? Velhasıl üç dört kitapla hukuk öğrenciliğine soyunan ama okuduğu hukuktan kesinlikle nasiplenmediğini Berrin’in elindeki makası almak için uğraşıp yeniden suçlu durumuna düşerek ortaya koyan Melike’ye başka yapımlardan ilhamla yakıştırılmak istenen eğitim etiketi çok kofti.
Keza ‘Yalan’ın en mantıksız karakteri konumundaki Melike’nin annelik mücadelesi de oldukça zorlama. Çalışmadan maaş almayı başaranlar sınıfında yer alan Melike, sürekli Berrin’in tepesine binip ‘Sen mi açkıklarsın ben mi’ derken birdenbire sözde gerçek kızı Duru’yu ve Hazal’ı korumak için hapse girmek pahasına susuyor. Şaka mısınız?
Duru’nun sözde babası deseniz... Onca laf karşısında kalkıp bir DNA testi yaptırarak gerçeği öğrenmeye gerek duymak yerine Melike’nin kaçık olduğu masalına fit oluyor. Bu konuda Duru da aynı kafada. Sıkça Melike’nin kızı olduğu söylemini duymasına karşın şüphelenip bir test yaptırmak aklına dahi gelmiyor. Bıktıracak oranda ‘Güzel kız ama’ övgüleriyle sunulan bir figür olarak ancak hissetmediği ve hissetiremediği karakteri podyumda salınırcasına oradan oraya sürüklüyor ve en az kendisi kadar boş yazılan Kerim’e trip atıyor hepsi bu.
NETİCEDE; ‘Yalan’da başarılı olmak ustalık ister. Ancak Feyyaz Duman’ın etkisiz eleman gibi yazılan Kadir’de harcandığı... Hülya ve Cengiz’in dizide mantıkla bağdaşan yegane karakterler olup Yeşim Ceren Bozoğlu’nun ve Emir Benderlioğlu’nun gerçekçi performanslarıyla diziyi izlenir kıldıkları... Serra Pirinç’in Hazal karakteriyle kötü-fırsatçı kız klişesini yıkarak fark yarattığı... Bunların dışında kayda değer bir detayın bulunmadığı ‘Yalan’ bu ustalıktan nasiplenememiş. ‘O Hayat Benim’i de hatırlatan, oradan buradan katkılarla yaratılan ‘Toplama yapım’ niteliğinde bir iş adeta! Gerçek güzelliklerin yalan olduğu ortamda algısal güzellikler sıkça dayatılıyor ya insanlara... İşte öyle bir şey bu da.
Son tahlilde... Yazın adı ‘Yalan’ olurken ekrana taşınan bu dayatmanın yazdan kışa taşınma ihtimaline gelince... Bu içerik mantığıyla ve role adapte olamayan oyuncu performanslarındaki zorlama tabloyla pek mümkün görünmüyor açıkçası. Yine de kısmet tabii...