"Yüzde 51 aslında tek başına sonuç açısından baktığımızda cumhuriyetçi/çoğunlukçu bir bakış açısı" diyen Dilipak, "Peygamberimiz Peygamberlik gelmeden de 'El emin' sıfatına sahip olsa da, hiçbir zaman toplumun çoğunluğunu arkasında bulmadı. Mekke döneminde de bu böyleydi, Medine döneminde de. Vefat etti geride kalanlar yüzde 51’i bulabildi mi? Peygamberimizin cenaze namazında bile çoğunluk sağlanamadı" ifadesini kullandı.
"Kalabalıklara güvenmeyin. Ayaktaysanız ve onlara mal ve makam dağıtıyorsanız alkışlarlar, yorulur, oturursanız, önce başınızdan dağılır ve ardından saldırırlar ve sizden uzaklaşırlar, düşerseniz vururlar" diyen Dilipak'ın "%51 sendromu" başlığıyla yayımlanan yazısı şöyle:
“Beka”yı bir sorun olarak tanımlamak gibi %51 konusunu “sendrom”a dönüştürmek büyük bir yanılgı. Sendrom diye, “birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren bulgular bütünü”ne deniyor Sonunda bu da bir “sorun yumağı”na verilen ad.
%51 aslında tek başına sonuç açısından baktığımızda cumhuriyetçi/çoğunlukçu bir bakış açısı. Ama bu çoğunluğa ulaşmak için başkaları ile uzlaşmak zorunda olmanız bizi çoğulcu olmaya zorlaması açısından demokratik bir yaklaşım gibi gözükse de, sonunda toplumun bütününü kucaklayan ve onların çoğunluk içinde yer bulma ve çoğunluk tarafından haklarının korunma garantisi olmayınca ittifak, “son koalisyon” yerine “ön koalisyon”a dönüşüyor.
Aslında bu yapılar bu haliyle, “Demokratik Cumhuriyet”ten çıkıp, “oligarşik uzlaşı”ya dönüşebilir. Demokrasi zemininden kayınca oportünist bir söylemle demagojik bir polemiğe dönüşür.
Demokrasi de cumhuriyet de mutlak bir erdem / fazileti içinde barındırmaz. Bu yapılar ile güzel uygulamalar gerçekleştirilebileceği gibi, bunlar tekil olarak ya da birlikte bir felakete de dönüşebilir. Cumhuriyet rejimlerinin diktatörlüğe, demokratik devletlerin sınıfa dayalı parti diktatörlüğüne dönüştüğü gibi. Ya da kapitalist, emperyalist, sömürgeci devletlerin “Demokratik Cumhuriyet”le kendilerini etiketledikleri gibi. “Tekasür”e takılmayın, sonra kaybedenlerden olursunuz.
Rejim devletin canıdır. İster dini, ister seküler temelli olsun, hiçbir rejim mutlak anlamda mükemmellik garantisine sahip değildir. Evet “Din” mükemmeldir. Peygamberler de “Mükemmel örneklerdir” ama bunun uygulamaya dönük yanına baktığımız da ya uygulayıcılar ya da toplum tabanında ciddi sorunlar yaşandığı da muhakkaktır.
Peygamberimiz Peygamberlik gelmeden de “El emin” sıfatına sahip olsa da, hiçbir zaman toplumun çoğunluğunu arkasında bulmadı. Mekke döneminde de bu böyleydi, Medine döneminde de. Vefat etti geride kalanlar %51’i bulabildi mi? Peygamberimizin cenaze namazında bile çoğunluk sağlanamadı. Hz. Alizamanına gelince zaten ümmetin ne hale düştüğü biliniyor. Yakub aleyhisselamın evinde yaşananlardan yola çıkarsanız sonuç ne olacaktır. Ya da Hz. Nuh, Hz. Lut.. Hangi örneği saymam gerek. Dikkatlerden kaçan bir nokta var.
Peygamber Efendimiz zamanındaki seçim dini ve etnik topluluklar adına kullanılan oylarla yapılan bir seçim vardı. Yani “intihabı sani” sistemi. Amerikan anayasasını eyalet temsilcileri kendi aralarında oylamıştı. Mesela Magna Carta da derebeylerin kıralla bir uzlaşısı şeklinde kendini göstermişti. Çoğunluk ve/veya çoğulculuk önemsiz değil, ama bunlar her zaman hak ve hakikatin ölçüsü değildir ve olamaz.
Bizde mahkemeler millet adına karar verir ama mahkemede millet temsilcisi yok. Sovyetlerde halk mahkemeleri vardı, Amerika’da hâlâ halk temsilcileri olur. Halk temsilcisi oldu diye mahkemeler her zaman doğru karar verecek diye bir şey yok. Bütün bunlar bir kontrol mekanizması.
Yasama, yürütme, yargıyı niye ayırıyoruz!. Devleti bölüyoruz yani! Yasal bir bölücülük yapıyoruz!. Maksat servet, silah ve iktidar tek elde toplanmasın diye, hepsi birbirini denetlesin diye.
Particilik bölücülüktür. “Part” İngilizce “parça” demektir. Madem toplum, dini, etnik, politik, vicdani kanaat farklıklarına sahip parçalardan oluşuyor, onlar kendilerini iktidar veya politik olarak ifade edebilsinler diye. “Siyasi Parti”, “siyasi parça” demektir. Parça kendini bütünün yerine koyduğunda “kendi başına” kalır. İşte o zaman ondan korkmak gerekir. Bu anlayış, “Beni bana bırakma Rabbim” anlayışının dışındadır.
O zaman iktidarlar başkalarının, ötekilerinin müdahalesine, eline, etkisine mecbur kalabilir. Bu mümkün. Bunu “ebed”e karşı tehdit olarak algılamak, devlete “mutlak” ve “kutsal” bir anlam yüklemekle ilgilidir. Herkes diğerine göre “öteki”dir. Ötekini tehdit olarak görür ve bunu ebed sorunu olarak tanımlarsanız bu siyasal sistemin kangrenleşmesi, kanserleşmesi anlamına gelir. Bu çatışmanın dinamiğini ateşler. Devletin, anayasa ve yasaların varlık ve meşruiyet temeli bellidir.
Aslolan adalettir. Adaletin temelinde hukuk olacaktır ve hukuk da hak kavramına dayanacaktır bizim inancımıza göre. Ve tartışma dışı olan 5 temel emniyet vardır: Mal, can, namus, akıl, inanç ve nesil emniyeti. Bunlara yönelik bir tehdit kabul edilemez. Bunları korumayan, bunlara yönelik tehdit oluşturan ve hukuka uygun olmayan her yasa suç aletidir ve her uygulama ifsat, masiyet, her uygulayıcı müfsittir.
İlle de başarılı olacağız diye bir şey yok.. Her Peygamber de bu dar anlamda başarılı olmadı. Sonuçta her topluluk layık olduğu gibi idare olunacaktır. Yönetici, ülke ve halkı kurtarma iddiasına kalkarsa; bu İlahlık ve Rablik iddiası olur. Ama halkını Hakk’a, adalete çağırırsa, liyakatlerini yükseltirse, umulur ki Allah onlara adil yöneticiler ve umran verecek ve onlar yeryüzünde Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olmak üzere malları, canları ve sevdikleri ile cihad edeceklerdir. Allah da onları yeryüzünün varisi kılacak yeryüzünü onlara mescid kılacaktır. Fasık bir toplumun haram malla umrana ermesi onlar için İlahi gazabı artırmaktan başka bir anlam da taşımaz ve o umran büyük bir yıkılışla son bulur. Değilse babaları Peygamber de olsa, başkalarına da kıral olsa yine helak olacaklardır.
Kalabalıklara güvenmeyin. Ayaktaysanız ve onlara mal ve makam dağıtıyorsanız alkışlarlar, yorulur, oturursanız, önce başınızdan dağılır ve ardından saldırırlar ve sizden uzaklaşırlar, düşerseniz vururlar. Bu işler böyledir. Aşkla öfke arasındaki sınır kıldan incedir. “Meta”, “menfaat” üzere kurulan dostluklar çabuk bozulur ve düşmanlığa dönüşür.
Müslüman topluluklar içinde de bu böyledir. Peygamberimiz vefat edince irtidat edenler olmadı mı? Kur’an-ı Kerim niye “ey iman edenler iman ediniz” der, ya da “Mü’min olduk demeyin, Müslüman olduk deyin” ne anlama gelir.
Geçen gün bir arkadaş, Hz. İbrahim’in babasını İslam’a davet edişini anlattı. O Peygambere Allah, “Git firavuna güzel söz ve hikmetle hakkı tebliğ et” dememiş mi idi! Hani “Davetçi” olacaktık! En uzaktakileri bile kendimiz için değil Hak namına kazanacaktık. Hiç olmazsa ortak bir kelime üzerinde uzlaşacak, önce onları İslam’a düşmanlıktan uzaklaştırıp, kalplerini İslam’a ısındıracak, Müellefetül Gulub yapacak, Hılful Fudûlü örgütleyecektik?! Kendimize çağırmayacaktık, Allah’a, Resulüne ve kitaba çağıracaktık, değilse adalet barış ve hürriyet temelinde farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşamak için bir ittifak ve itilaf zemini oluşturacaktık.
Ne oldu böyle bize, savruluyoruz. Daveti kendimize tabi olmalarını istemek şeklinde yapıyoruz, istişare ve şûradan uzaklaşıyoruz. Hani merhametimiz gazabımızdan, sevgimiz nefretimizden büyük olacaktı? Herkesi Allah’a, Resulüne, kitaba çağıracaktık? Olmuyorsa onları ahlaka, vicdana, adalete, barışa çağırarak İslam’a yakınlaştıracaktık? Haber veriyorum: Sert davranırsak başımızdan dağılıp gidecekler. Biz cehennem zebanisi değiliz. İnsanları Hakk’a ve hayra çağıralım. Kendi mezhebimize, tarikatımıza, liderimize, örgütümüze değil. Yoksa kaybedenlerden oluruz. Hakk’ı kazandıktan sonra malımızı, canımızı, sevdiklerimizi kaybetsek ne gam! Dünyaları kazansak, Hakk’ı kaybettikten sonra ne değeri var ki! Asıl mesele, “Baki olan Allah’ın beka yurdunda konuk olmak”tır.