En son Aralık ayında, son kitabı “Medeniyetlerin Batışı”nı konuşmak için Paris’te buluşmuştuk onunla. Aslında o kitapta, doğduğu kent Beyrut’un ve Doğu Akdeniz’in nasıl tükendiğini anlatıyordu ve bir anlamda dünya uygarlığına umut olacak son ışığın da sönmüş olduğunu anlatıyordu Amin Maalouf.
Yetmezmiş gibi, 5 Ağustos’taki korkunç patlama geldi üzerine. 2750 ton amonyum nitrat, 200’den fazla can aldı, yüz binlerce insanın canına mal oldu.
Patlamanın biraz soğumasını bekledim ve bölgeyi en derinlemesine tanıyan Maalouf’a telefon açtım. Hem üzgün hem de kızgındı. “Öyleyse anlat” dedim ve bir akşam üstü skype söyleşisinde buluştuk. İşte Doğu’yu en iyi anlatan yazardan, bir kentin, ülkenin ve coğrafyanın mâkus hikâyesi ve yaşananların arka planı…
Amin, 1996’da “Doğu’nun Limanları” demiştin. Bu limanlar aslında Doğu ve Batı arasında olduğu kadar farklı kimlikler arasında da birer köprüydü. O limanlardan, köprülerden biri daha yıkıldı şimdi. Beyrut senin şehrin. Doğduğun, gençliğini yaşadığın şehir. Nasıl hissediyorsun?
Beyrut’ta yaşanan patlama fazlasıyla üzücü. Benzer olaylar serisinin devamı bu aslında. Doğu’nun Limanları’na gönderme yaptın. Şurası doğru ki kitapta anlattığım şehirler, ki bunlara basamak diyordum, Akdeniz’in doğu kıyısında birer karşılaşma, buluşma, ticaret merkezleriydi. Ve çoğu son yıllarda büyük acılar yaşadı. Halep’in, Musul’un adını belirtmek bile yeterli.
Bir kısmı liman şehirleri değildi tabii ama Yakındoğu ve Batı arasında benzer bir buluşma yeri işlevi gördüler. Şüphesiz Yakındoğu’nun tarihi uzun zamandır çatışmalarla dolu. Ama benim doğum yerim olan Beyrut hepsinden çok muzdarip bu konuda. Yaşanan patlama, uzun bir silsilenin son halkası ve tabii en beklenilmeyeni. Beyrut’ta aklınıza gelebilecek her türlü askeri, siyasi, ekonomik çatışma, dram yaşandı ama bu patlama çok büyüktü. Kimse böyle bir şeyle karşılaşacağını düşünemezdi.
Lübnan’a en son ne zaman gittin?
Çok sık gitmiyorum. Dört, beş yılda bir. Ama orada pek çok yakınım yaşıyor. Son günlerimi yakınlarımla konuşarak geçirdim zaten ve neredeyse hepsi bu patlamadan o ya da bu şekilde etkilendi. Pek çoğu doğrudan etkilenmiş, yaralanmış ve bir kısmı da ciddi. Tanıdığım herkesin evi hasar görmüş. Bir kısmının evi tamamen yıkılmış. Hepsi bu patlamanın sonuçlarından etkilenmiş. Okulların, işyerlerinin, bankaların açılıp açılmayacağı bile belli değil.
Yakınlarından ölen var mı?
İki kişi var. İyi tanıdığım 10’dan fazla kişi ağır yaralı. Bu hayal edilebilecek büyüklükte bir patlama değil. Düşünün, Beyrut’ta 300 bin kişi evsiz kaldı, evleri yıkıldı. Bir tanıdığım evinin patlayan kapısının altında kalarak öldü. Çok travmatik ölümler oldu.
Senin orada hâlâ evin var mı? Akrabaların var biliyorum ama…
Evet. Kız kardeşlerimden biri de orada yaşıyor ve dağda olduğu için ona bir şey olmadı. Yeğenlerim, kuzenlerim ve yakın arkadaşlarım çoğu patlamadan etkilendi.
“YETENEKSİZLİK, SORUMSUZLUK VE RÜŞVET YÖNETİYOR”
6 senedir Beyrut limanında depoda duran 2750 ton amonyum nitrattan bahsediyoruz. Lübnanlı güvenlik yetkilileri Temmuz ayı başında başbakan ve cumhurbaşkanını güvenlik riski konusunda uyardıklarını söylüyor. Buradan baktığında bu patlamaya kaza diyebilir miyiz?
Kelime anlamıyla kaza olabilir bu. Yani birisi kasten yapmamıştır. Ama doğal bir felaket değil bu. Yöneticilerin beceriksizliği ve yetersizliğinin sonucu. Yüksek oranda patlayıcı maddenin tonlarcasını bir şehirde uzun süre depolamak nasıl kabul edilebilir? Patlama nasıl oldu bilmiyoruz, öğreneceğimizden de emin değilim. Peki ama bundan özel olarak kim sorumlu?
Bence bütün sistem. Her alanda yetersiz ve kokuşmuş bu sistemde hiçbir şey doğru yapılamaz zaten. Dünyada elektriğin yıllardır her gün kesildiği başka ülke yoktur. Lübnan’da pek çok şey kabul edilemez şekilde yönetiliyor. Yani “sorumlu bu” demek gereksiz. Yıllardır bu ülkeyi yeteneksizlik, yozlaşma, rüşvet ve sorumsuzluk yönetiyor.
Bunu soruyorum çünkü Arap coğrafyasındaki bu yozlaşma üzerine seninle daha önce konuştuk. “Bugün yaşanan krizlerin en önemli sebebi, kimsenin ahlâki saygınlığının kalmaması. Ne yönetenlerin, ne söylemlerin, ne de kurumların” demiştin. Lübnan’ı da şöyle yazmıştın Uygarlıkların Batışı’nda: “Sonunda o küçük ülkenin duvarları, güzelim çatısından temellerine kadar çatlamaya başladı. Artık hiçbir şey ilk başta kurulmak istenmiş yapıya benzemiyor ve hiçbir şey düzgün işlemiyor. Yozlaşma ve rüşvet sistemli yağmacılıkla kol kola yürürken halk su, elektrik, sağlık, toplu taşıma telekomünikasyon veya çöplerin toplanması gibi en temel hizmetlerden yoksun durumda.” Kim yolsuzluk yapıyor Lübnan’da?
Bence dini ve mezhepsel yapının büyük bölümüne hâkim bir yolsuzluk ve rüşvet sistemi var. Lübnanlılar kendilerini vatana ve millete bağlayan en güçlü bağın vatandaşlık değil, klanlar ve tarikatlar olduğunu düşünüyor ve öyle davranıyor. Bu açıklamalardan biri. Diğeri ise şüphesiz ülkede yurttaş bilincinin eksik olması. Bu pek çok ülkede olduğu gibi benimkinde de çok eski bir sorun. Ama benim ülkemde bu oran çok daha yüksek. İnsanlar ülkenin ve toplumun menfaatlerinden çok kendi menfaatlerini düşünüyor. Ve üstelik bu çok kolay kabul de görüyor.
Tabii bunlar yozlaşmayı tamamen açıklamıyor. Çünkü yozlaşma da pek çok ülkede maalesef var. Ama Lübnan’da yozlaşmayı büyüten özel sebepler var ve artık kontrol edilemiyor. Bu yüzden sorunlar çözülemiyor. Uzman değilim ama şurası açık ki ülkenin bu ekonomik yapısı ve sistemi sonsuza kadar süremez. Faizler inanılmaz, rekabet yok. Kimse normal bir şekilde bu kadar faiz veremez. Böyle yürüyebilir mi? Yanlış bir şey var demek.
Ülkem maalesef çok uzun zamandır kötü yönetiliyor. Ve bu çok üzücü çünkü Lübnan çok büyük potansiyeli olan bir ülke. Bölgesinde sosyal kalkınmanın öncüsü olabilirdi. Zaten uzun süre çok müreffehti ve bir çekim merkeziydi. Böyle de kalabilirdi. Çok kalifiye bir toplum ve insan yapısı vardı. Dünyadaki bir çok anahtar sektörlerde, büyük laboratuvarlarda, şirketlerde Lübnanlıları görebilirsiniz. Avrupa’da, Amerika’da, Avustralya’da çalışırlar. Bunu kendi ülkelerinde de yapabilirlerdi ama doğdukları ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik şartları çok bozuldu ve onlar dünyanın her yerine kaçmak zorunda kaldılar.
“REKABETÇİ VE KALİTELİLER AMA İMKÂN BULAMIYORLAR”
Bazıları hâlâ Lübnan’da belki ama onlar da isyan ediyorlar. Lübnan’da sokak gösterileri geçen yıl Ekim ayında başladı. Bu insanlar, bu gençler ne istiyor?
Özellikle geçen Ekim’den itibaren insanlar sokaklarda gösteri yapıyor. Ülkelerinin böyle karanlığa gömülmesine isyan ediyorlar. Doğal olarak koronavirüs sürecinde zayıflasa da, bir gençlik hareketi var. Yozlaşmaya, rüşvete, nepotizme yani hısım akraba kayırıcılığına karşı haykırıyorlar; siyasal sistemin ve beceriksiz sorumluların değişmesini istiyorlar. Lübnan’da hâlâ, özellikle gençler arasında kendi rekabetçi yeteneklerini ülke için kullanmak isteyen çok kaliteli insanlar mevcut. Ülkeleri onlara bu imkânı vermediği için umutsuzlar. Bu son şokun insanları uyandırmasını ve ülkeyi yeniden inşa etmeye sebep olmasını ümit ediyorum.
Bunun yeni bir başlangıca vesile olacağını mı düşünüyorsun?
Hükümet etme yönteminin değişeceğini ümit ediyorum. Ben siyasi hayatta yokum, dolayısıyla ne tip insanlar ülkeyi yönetir bilemem. Ama önemli olan ülkenin menfaati için kalpten çalışacak insanların yönetime gelmesi. Lübnan’ı yeni temellerine oturtacak bu insanlar ülkedeki her toplulukta mevcut. Benim kuşağım zamanını doldurdu, ben bunu ülkemin gençleri ve gelecek kuşaklar için istiyorum.
“ÜLKE CEMAAT LİDERLERİNİN ELİNDE, DEMOKRASİ BU DEĞİL”
Aslında o topluma göre ideal ve demokratik bir yönetim yapısı gibi görünüyor. Cumhurbaşkanı Maruni, Başbakan Müslüman, Meclis Başkanı Şii ve vekil sayıları ülkedeki cemaatlere göre kotalara ayrılmış. Bu yapı neden yürümüyor.
Bunun demokrasinin iyi bir tanımı olduğunu düşünmüyorum. Bu, mevkilerin ve görevlerin dini aidiyetlere göre dağıtıldığı bir sistem. Antidemokratik diyemeyiz ama demokratik de değil. Bütün cemaat ve tarikatların yönetimde temsil edilmesinin sağlanması tabii ki meşru ve iyi ama bana göre demokrasi bu değil. Lübnan, kurulduğundan bu yana bütün cemaat ve tarikatlara bir yer vermek istedi. Bu açıdan bakıldığında biraz özel bir ülke çünkü 20’den fazla topluluk ve cemaat var ve bunların her birinin kendi tarihi, kültürü, yolu, kendi korkuları var. Hepsinin kendini Lübnan vatanına ait hissetmesini sağlamak gerekiyordu ve bu çok zor bir iş.
Bunlara kendilerini tehdit altında hissetmesinler diye hükümette, parlamentoda garanti bir yer verme fikri özünde kötü değil. Sadece bu kota sisteminde çok ileri gidildi ve bu, mevkilerin cemaat liderlerine ait olduğu donmuş, kilitlenmiş bir yapıya dönüştü. Ülke bir anlamda cemaat liderlerinin koalisyonuna dönüştü. Demokrasi bu değil. Ayrımcılık olmaması iyi bir şey, herkese bir yer vermek ve herkesin kendini vatana ait hissetmesini sağlamak mükemmel bir şey ama her şeyi dini aidiyetlere göre bölmek negatif anlamda çok ileri gitmek demek. Bir yere adam alınırken artık yeteneğe ve liyâkata bakılmıyor, o kişinin hangi cemaat veya tarikata bağlı olduğuna bakılıyor. Üstelik o cemaatte bile o göreve en lâyık ve yetenekli olan değil, cemaat şefiyle en yakın siyasi ve dini ilişkisi olan seçiliyor. Bu, demokrasinin çöküşü demek. Maalesef on yıllar böyle geçti ve bir yerde koptu işte.
“HEPSİ KENDİNE BATILI VE BÖLGEDEN BİR HAMİ ARIYOR”
Bir başka sorun da şu sanırım: Maruniler, Dürziler, Sünniler, Şiiler, Ortodoks Rumlar ve Katolik Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Yahudiler, Nusayriler ve İsmaililer bütün bu gruplar sadece ülkede temsil edilmekle yetinmediler, ülke içindeki konumlarını güçlendirmek için Batı’dan, Doğu’dan yabancı ülkelerden hamiler de aradılar. Kendilerini koruyacak dış bağlantılar peşinde koştular.
Gerçekten de Lübnan’ı zayıflatan sebeplerden biri de senin söylediğin gibi, her topluluğun kendine yabancı bir koruyucu bulması. Geleneksel olarak artık efendi mi sahip mi diyeyim bilmiyorum. Bir yabancı hamiye sahip olmaları o kadar sağlıksız ve tehlikeli ki… Ama bu biraz da aşırıya gitmiş cemaatçiliğin mantığında var. Yani her cemaati bir millet sayarsanız o zaman her cemaat de kendine bölgesel ve küresel bir müttefik arar.
Lübnan milleti projesi bu değildi. İnsanların sadece kendi cemaatlerine değil, aynı zamanda ve öncelikle Lübnan milletine ait olmalarını sağlamaktı amaç. Bir dönem bu yönde gidildi gerçi, ama sonra geri dönüş başladı. İnsanlar kendilerini daha çok cemaatlerine veya klanlarına değil, Lübnan milletine ait hissetmek yerine tersini yaptılar. Giderek daha çok kendi grupları içine kapandılar ve cemaat liderlerine bağımlı oldular. Bu bir trajedi. Çünkü millet projesi işleyebilirdi. Sağduyuyla, akılcılıkla, dirayetle sürdürülse uzun vadede başarılı olabilirdi. Ama maalesef bir yere gelindi ve bu proje tıkandı, bu noktaya geldik.
Yani Lübnan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığını alması işe yaramadı ve istenen sonuca ulaşılamadı. Lübnanlılar “Lübnanlı” olamadı.
İlkinde, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı’dan; ikincisinde ise II. Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’dan elde edilen bağımsızlığın ikisi de normal ve mantığa uygundu. Sorun bağımsızlığın kendinde değil, ülkenin ilerleyen yıllarda yönetiliş biçimindeydi. Bağımsızlıktan dönüş olmaz. Herhangi bir ülkenin yönetimine giremez Lübnan artık elbette. Sadece kendine güvenmeye, farklı cemaatlerin söz konusu olanın kendi gelecekleri olduğunu anlamalarına ihtiyaç var. Vatandaşlar modern, müreffeh, demokrat bir ülkeyi kendilerinin yaratacağını bilmeliler.
Kürşad Oğuz, Amin Maalouf'la Aralık ayında da, son kitabı “Medeniyetlerin Batışı”nı konuşmak için Paris’te buluşmuştu.
“FRANSIZ MANDASINI FRANSA DA İSTEMEZ”
Patlamadan sonra Lübnan Fransız mandasına girsin diye 24 saatte 60 bin kişi imza topladı. Çoğu Maruni tabii. Buna ne dersin?
Böyle bir çözüm olamaz. Yaşanan yüzyılları karıştırmamak lazım. Böyle bir patlamadan sonra insanlara böyle bir şey de sorulmamalı. Bu yöne gidilmemeli. Lübnan’da kimse böyle bir şey istemez. Eminim ki Fransa da böyle bir şey istemez. Ben Lübnan kökenli Fransız vatandaşı bir yazar olarak biliyorum ki Lübnan ve Fransa birbirlerine yakın hisseden ülkeler. Elbette böyle olunca diğer ülkelere göre çok daha fazla bağlılık, tutku ve gönüllülükle hareket ediyorlar. Ama iki yüzyıl öncesinin terimleriyle düşünmemek lazım.
Önemli olan Lübnan’ın bağımsızlık ve demokrasisini güçlendirmek ve bugün yaşadığı trajediden kurtulması için ona uluslararası toplum tarafından yardım edilmesi. Bu yardım küresel düzeyde olmalı. Uluslararası sistemde siyasi sorumluluğu olan bütün büyük devletler, mesela Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi Lübnan’ın tekrar ayakları üzerinde durması için bir çözüm bulmalı. ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve Rusya. Sadece onlar değil, başkaları da.
“TÜRKİYE’NİN TARİHSEL BAĞI VAR, YARDIM ETMELİ”
Patlamadan sonra Beyrut’a gelen ilk lider Macron oldu. Türkiye’den de cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay beraberinde bakanlarla Beyrut’u ziyaret etti. İlk günlerde, sıcağı sıcağına başka da bu düzeyde gelen olmadı. Bu iki ziyaretle ilgili ne söylersin? Ve Lübnan’da Türkiye’ye karşı nasıl bir algı var sence?
Doğru, Cumhurbaşkanı Macron ilk giden oldu, sembolik olarak bu, oradaki insanlar açısından yalnız bırakılmadıklarının göstergesiydi. Bu yüzden coşkuyla karşıladılar. Eğer sizin için dünyanın sonu gelmişse ve o anda birilerinin sizinle ilgilendiğini, yalnız bırakmadığını görürseniz böyle davranırsınız. Ama bir kez daha söyleyeyim Fransa, Lübnan’ı bulunduğu zorluktan çıkarmak için mücadele edecek tek ülke değil. Bölgenin, Lübnan’la tarihsel bağları olan Türkiye gibi büyük ülkeleri de Lübnan’ı krizden kurtarmak için yardım etmeli. Lübnan’ın yeniden inşası ve rönesansı, şu ya da bu ülke arasında bir çatışma ve kavga meselesi olmamalı. Durum o kadar kötü, umutsuz ve trajik ki, herkes önyargısızca yardıma koşmalı. Çünkü Lübnan çökmek ve yok olmak üzere.
“SİYASİ HESAP YAPMA ZAMANI DEĞİL”
İran’ın desteklediği Şii Hizbullah hareketi ülkenin en büyük siyasi ve askeri gücü gibi görülüyor. Bazı Fransız uzmanlar, şimdi asıl riskin tepkinin Şiilere dönmesi olacağını söylüyorlar. Bu anlamda yeni bir çatışma riski var mı?
Bugün on yıllardır süren çatışmaları sürdürmek, öne çıkarmak veya birinin bir diğerini bütün kötülüklerden sorumlu tutmasının zamanı değil. Bugün hesap yapma veya bir çatışmaya hazırlanma günü de değil. Bugün ülkeyi yeniden inşa etmeye koyulma günü. Bölgede her türlü çatışma yaşandı ve yaşanıyor, bunu biliyoruz.
O kadar karmaşık bir coğrafya ki burası… Herkes bölgenin nasıl oluşturulduğunu ve birbirini yok etmek isteyen sayısız güçle dolu olduğunu, çözülmeyen ve çözülmeyecek çatışmaların, anlaşmazlıkların bulunduğunu biliyor. Silahlı veya silahsız pek çok hareket var burada. Muhtemelen şu an dünyanın en karmaşık ve çatışmalı coğrafyası burası. Lübnan, neredeyse bütün bu çatışmaların yaşandığı şiddet, acı ve gözyaşı dolu bir ülke.
Bugün bu sorunları radikal bir şekilde çözme zamanı değil. Bugün bütün uluslararası toplumun, Batı’nın; bölgede tarihsel rol oynayan Türkiye, İran, Mısır gibi güçlerin Lübnan’ı kurtarmak için işbirliği yapması gereken gün. Şimdi, ölmek üzere olan bir ülkeyi kurtarmak gerekiyor. Sonra yine Amerikalılar, İranlılar veya diğerleri arasındaki çatışmanın nasıl çözüleceği düşünülür. İyi niyetli olan herkes bu ülkeyi ve toplumu kurtarmak gerek diye düşünmeli ve bunun için çalışmalı.
“İMPARATORLUK DÖNEMİNİN AVANTAJLARI DA OLDU”
Babanız doğduğunda başkenti İstanbul’du. Yani orası Osmanlı toprağıydı. Ailenizde Osmanlı toprağında doğmayan ilk kuşaksınız. Osmanlı da çok eleştirilmiş o zamanlar ama, şimdi baktığınızda, “O günler daha iyiymiş” diyenler de yok mu?
Ailemle ilgili araştırmalar yaptığımda Osmanlı’nın tüm izlerini de görmüştüm. Sana daha önce de bahsettim. Babamın 1914 tarihli doğum belgesi Türkçe’ydi. O zaman dedim ki, ben ailemde Lübnanlı olan, Osmanlı olmayan ilk kuşağım. Benden önceki 13 ya da 15 kuşak Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altında yaşadı. Benim tarihçi olarak bakışım, imparatorluk döneminin avantajları olduğu yönünde.
Çünkü bir imparatorlukta farklı milletler ve cemaatlerden insanlar birarada yaşayabilme alışkanlığı elde ediyor. Ama nostaljiye kapılmamamız lazım, olmayan bir şeyi yeniden inşa edemeyiz. Eğer bana Lübnan’da insanların böyle akıl yürütmeler yapıp yapmadığını soruyorsan, insanlar artık o dönemi hatırlamıyor.
Hatta 77 yıl önce biten Fransız mandası dönemini de hatırlamıyorlar. Lübnan’da insanlar sadece bu tür felâket anları ve korkunç olaylar yaşandığında “eskiden çok daha iyiydi” diyorlar. Bunu ben de söylüyorum bazen. Evet 50’li yıllar, 60’lı yıllar daha iyiydi veya Fransa ya da Türk hakimiyeti zamanında daha iyiydi… Ama bunun gerçekte doğru olup olmadığını bilmiyoruz. Bugün çok kötüyse “Geçmiş daha iyiydi” diyoruz.
Mesela çok anlattığın deden bugünleri yaşasaydı, “Keşke Osmanlı yönetiminde kalsaydık” der miydi? Yoksa Atatürk gibi “direnen” bir lider mi isterdi?
Dedem büyük bir Atatürk hayranıydı. Kızına Kemal adını verecek kadar.
“DEDEMİN DOĞU HALKLARI HAYALİ VARDI”
Evet biliyorum anlatmıştın.
Çocuk Aralık 1921’de doğduğunda erkek değil kız olduğu anlaşılıyor. Buna rağmen Kemal adı kalıyor. Teyzem bunun çok sıkıntısını çekmişti. Çünkü her yerde olduğu gibi Lübnan’da da Kemal erkek adı. Hatta bu zorlukları anlattığı küçük bir kitap da yazdı. Ama dedem bu kadar hayrandı Atatürk’e işte. Ve onun düşüncesinde Türkiye’nin de önemli bir yeri vardı. Sadece Türkiye değil ama. Onun yazılarını buldum ve şunu gördüm:
Doğu halklarının uyanışını düşlüyordu. Bunu istiyordu; ki belki ben de böyle düşünüyorum. Diyordu ki, bölgemizin halklarının diğer halklardan geri kalması için hiçbir sebep yok. Bizim üniversitelerimizin Amerika veya Avrupa’daki üniversiteler kadar iyi olmaması için hiçbir sebep yok. Bizim siyasi sistemimizin, gazetelerimizin daha kötü olması için hiçbir sebep yok. Bana çok soylu ve meşru gelen böyle bir hayali vardı. “Bizim Doğu halklarımız diğer dünya halkları kadar ileride olmalı” diye düşünüyordu. Aynen böyle diyordu.
Çağdaş Lübnan’ın ilk dönemini yaşayan pek çok Lübnanlı aynı şeyi düşünüyordur. Dedem 1924’te öldü. Yani Büyük Lübnan dediğimiz dönemin çok başını yaşadı. Bence bu çok meşru ve haklı bir düştü. Ve hiçbir zaman başka bir topluluk veya ülkeyi karşısına alan, ona karşı olan bir düş değildi. Sadece bizim Doğu’muzu bütün toplulukları, dilleri, halklarıyla ilerlemiş ve dünyanın en gelişmiş yerlerinden biri olarak görme hayaliydi. Şunu itiraf etmeliyim ki bu açıdan ben de dedemin düşünü sonuna kadar paylaşıyorum. Ki onu hiç görmedim.
Dedenin, böyle bir şey yapmak için Atatürk gibi bir lider gerektiğini düşündüğünü de anlatmıştın.
Tarihsel figür olarak Atatürk’ün hayranlık duyulacak pek çok özelliği var. Ama bir tanesi çok önemli. I. Dünya Savaşı’nı sonlandıran barış antlaşmanın ertesi günü, bu antlaşmanın dünyanın pek çok bölgesinde çözümden çok çatışma yarattığı ortaya çıktı. Türkiye üzerinde de yabancı ülkelerin paylaşma planları vardı. Atatürk hayır dedi. Boyun eğme, itaat etme zihniyetine sahip biri, “milyonluk ordulara sahip bütün bu büyük güçlere nasıl hayır denir” diye düşünür.
Ama ülke topraklarındaki güç ilişkileri küresel düzeydeki güç ilişkilerinden farklıdır. Diğer ülkelerin milyonluk orduları ve gelişmiş silahları olsa da, ilgili ülkede bir şey elde etmek veya reddetmek isteyenlerin bunu yapma kapasiteleri vardır. Kendi iradelerini karşı tarafa dayatabilirler. Çünkü çok daha azimlidirler ve sahada onlar vardır. Atatürk bunu yaptı. Ama dünyanın bizim yaşadığımız bölgesinde, yani Arap coğrafyasında şöyle şeyler söyleyen insanları duyuyorum:
“Ne yapmamızı istiyorsunuz? Amerikalılar zaten buna karar vermiş, Ruslar zaten buna karar vermiş.”
Her şeyin büyük güçlerin kararlarıyla belirlendiğini düşünürler. “Sadece boyun eğmek ve kabul etmek lazım, çünkü karşılık verecek büyüklükte değiliz” derler. Atatürk gibi birininse gücü şuydu: “Dinleyin, karar verdiğiniz şeyi ben reddediyorum” dedi. Ve sonuçta, Sevr’in veya başka şehirlerin salonlarında bazı kararlar alan yabancılar, ilk kez biri karşı çıktığında, boyun eğmek zorunda kaldılar. Çünkü sahada yeni bir savaşa başlama niyetleri yoktu. Hep böyle olur. Eğer birinin meşru bir sebebi ve hayır diyecek ahlâki cesareti varsa kazanır. Beni ve muhtemelen dedemi etkileyen buydu.
Bunu soruyorum zira Arap coğrafyasındaki Batı’ya veya başka güçlere karşı “itaat” kültürünün verdiği zararlardan sık bahsediyorsunuz.
Tamamen doğru. Dünyanın pek çok bölgesinde boyun eğme kültürü var ve bu bizim coğrafyamızda çok daha fazla. Çok duyuyorum bunu, insanlar şöyle konuşuyor: “Dünyada zaten bir karar alınmış, şu yapılsın bu yapılsın diye, şu savaş olsun bu barış olsun diye. Buna karşı çıkmanın anlamı yok…” Ben de hep diyorum ki iyi ama kim karar vermiş buna? Hangi hakla? Ve bunu size nasıl dayatırlar? Hayır demeye cesaret etmek lazım. Ama pek çok kişi dev güçlerin karşısında olduğumuzu ve onlara karşı hiçbir şey yapamayacağımızı düşünüyor. Ama bu doğru değil. Bir şey istiyorsak, daha güçsüz ve sayıca az olsak bile, eğer bu meşru ve haklı bir istekse ve buna ulaşmak için mücadele etmeye hazırsak, ulaşırız.
“İÇ SAVAŞIN İLK KATLİAMINA TANIK OLDUM”
Son kitabın “Uygarlıkların Batışı”nın ilk sayfası şöyle başlıyor: “25 Şubat 1949’da Beyrut’ta doğdum. Haber ertesi gün babamın çalıştığı gazetede kısa bir ilanla duyuruldu. ‘Çocuk ve annesinin sağlığı iyi.’ Ülke ve bölgenin durumu ise berbattı. O sırada az sayıda insan bunun farkındaydı ama cehenneme iniş başlamıştı.” Bu cümle her şeyi açıklıyor. Bu tarihten itibaren Lübnan ve Beyrut her türlü çatışmayı gördü. Ama aynı zamanda bir dönem Lübnan’a “Yakındoğu’nun İsviçresi,” Beyrut’a “Doğu’nun Parisi” de dendi. Sen bu süreçte orada gazetecilik de yaptın. Katliamlara, suikastlara da tanık oldun, güzelliklere de. Bir yüzde entelektüellerin, sanatçıların kol gezdiği müthiş bir şehir, diğer yüzde kanın ve çatışmanın durmadığı çalkantılı bir şehir var. Bu iki Lübnan ve iki Beyrut’u anlatır mısın?
Beyrut’ta doğdum; babam gazeteciydi. Çocukluğumdan itibaren ben de dünyada yaşanan olaylara büyük ilgi duydum. Gençliğimde hep gazeteci olmak istedim. Muhtemelen hem babama hayran olduğum için, hem de evdeki ortamdan. Bizim evde dünyada yaşananlar sürekli konuşulurdu. Babam gazete çıkardığı için diğer bütün gazeteler de gelirdi bize. Her gün elimin altında ülkede çıkan bütün gazeteler olurdu. Bu tutkum hâlâ sürüyor. Beyrut bu anlamda müthiş bir gözlem ve inceleme yeriydi. Bugün de öyle ama benim gençliğimde Beyrut’tan bakarak bölgede ve dünyada yaşanan her türlü gelişmeyi öğrenebilirdiniz. Pek çok gazete ve yayınevi, bir hayli özgür ve çok ateşli entelektüel tartışmalar vardı. Ama aynı zamanda hem bölgede hem de Lübnan’da gerilimin arttığı hissediliyordu.
Çatışmaları, birbirini kovalayan savaşları görebiliyordunuz. İlk hatıram, yedi yaşıma denk gelen Süveyş Savaşı’ydı. Çok anlamıyordum ama olayları takip ediyordum. Mısır Radyosu’nu dinliyordum ve vatansever şarkılar söyleniyordu. Ben hep bu şarkıları bizzat dönemin Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın söylediğini düşünüyordum ama babam bana öyle olmadığını, başkalarının onun için söylediğini anlatmıştı. Hatırladığım ve takip ettiğim ilk çatışma buydu. İnsanlar bugün unuttu ama daha sonra 1958’de Lübnan Devrimi denen şey oldu. ABD ülkeye asker çıkarmıştı. Başka olaylarla unutturulmaya çalışılsa da çok önemli bir olaydır bu. Yani hem Lübnan, hem de bölgede yaşanan gelişmelerin çok içerisindeydim. Bu çok heyecanlıydı tabii.
Senin hatırlattığın “Uygarlıkların Batışı”nı yazmak, yani ben dünyaya gözlerimi açtığımdan bu yana ülkede ve dünyada olayların nasıl geliştiğini anlatmak için 70 yaşıma kadar bekledim. Nasıl bir evrende büyüdüğümü ve bu evrenle birlikte dünyanın bu zaman zarfında nasıl değiştiğini anlattım. Evet, 1949’da muhteşem bir çevreye ve bölgeye doğdum. Çok sevdiğim insanlarla çevriliydim, mutlu bir çocukluğum oldu ama aynı zamanda kısa süre sonra, içine doğduğum coğrafyanın ne kadar karmaşık olduğunu ve giderek nasıl karmaşıklaştığını gördüm.
Benim için en belirleyici olay 1967’deki Arap-İsrail Savaşı’dır. 18 yaşındaydım. Üniversitedeki ilk yılımda sonucunu beklediğim bir sınavım vardı. Sonuç, Nasır’ın istifasını açıkladığı gün geldi. Bütün bu olanlar canımı çok sıkmıştı. Annem bana “git sonucunu öğren” dedi. Üniversiteye gittim, sonuçların yazıldığı kâğıda bakıp çıktım. Binadan çıktığımda geçtim mi, kaldım mı hatırlamıyordum bile. Geri dönüp tekrar bakmak zorunda kaldım. Artık kafam nasıl dağılmışsa, geçip kaldığımı bile hatırlamıyordum.
Bütün bu yıllar boyunca buna benzer pek çok karmaşık olay, çatışma yaşadı Lübnan. Bir kısmına doğrudan tanık oldum, olmadıklarım da benim hayatımı doğrudan etkiledi. Ama bizzat tanık olduğum olaylardan biri, çok sarsıcıydı. 1975’te başlayan Lübnan İç Savaşı’nın ilk olayıydı. Tamamen tesadüfi bir şekilde, bulunduğum mahalleden bir otobüs geçiyordu. Bir tartışma olduğunu duydum ve baktığımda otobüs taranmaya başlamıştı. Sonradan çoğu Filistinli 27 kişinin hayatını kaybettiğini öğrendik. 13 Nisan 1975, Pazar günüydü. İç Savaşın ilk katliamı benim penceremin ve gözlerimin önünde oldu.
Hep Feyruz’un şarkısındaki gibi değil mi. Bir tarafta müthiş güzel, sevilmeye doyulmayan bir şehir, diğer tarafta kan ve gözyaşı…
Evet doğru. Beyrut için yazılmış çok güzel bir aşk şarkısı bu. Seni seviyorum Beyrut, plajlarınla, dağlarınla ama aynı zamanda çılgınlığınla. Evet, bu şehrin ve ülkenin bir çılgınlığı var. Ben bu çılgınlığı çok sevdiğimi söyleyemem ama gelin görün ki hepsi birbirine çok bağlı. Ve evet ben de bu ülkeye bağlıyım. Bir kez daha umarım ki, bu krizden kurtulacak ve yeniden yaşamaya başlayacak. Çünkü insanlar orada gerçekten acı çekiyor…