İnsülin hormonu, midenin arkasındaki pankreastan salgılanıyor. Yediğimiz besinler sindirimle parçalanıyor, şeker moleküllerine dönüşüyor. Vücut denilen ülkenin yazılı emri gibi, insülin ile kandaki şeker, hücrelerimize giriyor. Normalden az salgılanırsa kan şekeri yükseliyor, çok salgılanırsa düşüyor. Şeker hastalığı diyoruz. İnsanın en küçük parçasıyla bütünü arasındaki bozulmayı yine insülin tedavi ediyor.
Geçen hafta Erdoğan ABD’deydi. Gitmeden önce havaalanında basın toplantısı yaptı. Tam televizyonun sesini kısıyordum ki birden sesi duydum. “FOX haber muhabiri” diye başladı. Çok makul, hatta Erdoğan’ın olan biteni açıklamasına yardımcı olacak bir soru sordu: “Arifiye’deki Tank-Palet Fabrikası konuşulmaya devam ediyor. Kılıçdaroğlu’nun gizli kararname çıkarıldı diye bir iddiası var. Hem bu iddiayı hem de gelinen son noktayı size sormak isterim.”
Muhabir yorum yapmamış, Kılıçdaroğlu’nun iddiasını aktarmıştı. Erdoğan’ın birbirine kenetlenmiş elinin başparmağı ileri geri oynamaya başladı. Derin nefes aldı. “Bakın, size çok açık bir şey söyleyeceğim” dedi.
Tam o sırada yanımdaki arkadaşım “şeker” diye bağırdı. 29 Nisan 1998’de Medical Park Hastanesi’nde Erdoğan’a tahlil yapılmış, 70 ile 115 arasında olması gereken açlık kan şekeri 159 çıkmıştı. Diğer hastalıkları bir yana, Erdoğan’a o gün “şeker hastası” teşhisi konuldu. Zaman zaman sinirlenmesi de, kimi bitkin görünmesi de medyada “şeker”in iniş çıkışına bağlandı.
Erdoğan FOX’a neden patladı?
Arkadaşımın kastettiği buydu. Erdoğan ona göre “bir anda” sinirlenmişti. Gerçekten de Cumhurbaşkanı “açtı ağzını, yumdu gözünü”. “FOX TV’yi yalan medya olmaktan çıkarın. Bir defa dürüst olun” diye başladı. Sert bir konuşmadan sonra tekrar FOX TV’ye döndü ve stratejik bir cümle kurdu:
“Murdoch sattı burayı, dedik ‘herhalde buranın havası değişir’, ama hiçbir şey değişmedi.”
İşaret ettiği, Disney Grup’un 2 yıl önce FOX’u 60 milyar dolara satın almasıydı. Belli ki eğlenceyle anılan, haber ve spordan uzak duran Disney’in FOX TV’deki gazetecilerin işine son vermesini bekliyordu. Beklediği olmamıştı.
Arkadaşım “demiştim” dedi. Ama ben pek öyle düşünmüyordum. Neden mi?
Cumhurbaşkanı’nın toplantılarına her gazeteci katılamıyor. Akreditasyon gerekiyor. FOX TV muhabiri neyse ki bu toplantıları izleyebiliyor. Peki, her katılan istediği soruyu sorabiliyor mu? Tabii ki hayır. Toplantıdan “yeteri kadar süre önce” sorular yazılı olarak Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı temsilcisine iletiyor. Kimi zaman “şu da sorulsalar” da araya karışıyor. Seçim yapan Cumhurbaşkanlığı, kimlerin soracağını belirliyor. Beklenen sorularla basın toplantısı gerçekleşiyor. Erdoğan da hazırlıklı olduğu sorulara fevri olmayan yanıtlar veriyor.
Kısacası, ortada “şekerlik” durumu yok. Cumhurbaşkanı’na pek de soru sormasına müsaade edilmeyen FOX TV muhabirine bu kez izin verildi. Cumhurbaşkanı “şeker”siz yanıtını verdi. Tam da ABD’ye giderken, merkezi ABD’de bulunan, yakın zamanda el değiştirmiş bir kanalın muhabirini fırçaladı. Değişmeyen “havadan” şikâyet etti.
ABD’de FOX’un yeni sahipleriyle “havalar” meselesi konuşuldu mu? Şimdilik bilmiyoruz. Ama Erdoğan çok stratejik bir adım atıyor. Yazılı sorular ona yardımcı oluyor.
İmamoğlu nasıl ‘çağrılmadı’?
Geçen cuma ise bir başka kriz yaşadık. Perşembe günü İstanbul 5.8’lik depremle sallanmıştı. Aynı gün İstanbul’da devletin ileri gelenleri deprem hazırlıkları için toplantı yapmıştı. Belediye Başkanı İmamoğlu da katılmıştı. İmamoğlu aynı akşam Habertürk’te “Bugün faydalı bir toplantı yaptık, değerli Cumhurbaşkanı Yardımcımız Fuat Oktay başkanlığında bir simülasyon gibi” demişti. Cuma, yani ertesi gün bu uyum krize dönüştü.
AFAD merkezindeki Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP) Toplantısı’nda Cumhurbaşkanı Yardımcı Fuat Oktay vardı, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu vardı, İstanbul Valisi Ali Yerlikaya vardı, hatta birlikleri şehir merkezinden çıkarılan 1. Ordu Komutanı bile vardı. Ama İstanbul’un belediye başkanı yoktu. Muhalefet İmamoğlu’nun çağrılmadığını iddia ederken, iktidar yanlıları “çağrıldı” dedi. Türkiye, depremi konuşmayı bıraktı. Devleti yöneten siyasetin muhalefetle kavgasını tartışmaya başladı.
Gazeteciler, o gün hem valiliğe hem de belediyeye TAMP toplantısına çağıran yazılı belge sordular. Ortada öyle bir belge yoktu. İşin aslını da kimse açıklayamıyordu.
Bir gün önce, İmamoğlu’nun da katıldığı toplantı bittiğinde, sözlü olarak “bundan sonra depremle ilgili teknik çalışma yapacak birimlerin” katılması istendi.
“Sen değil, yöneticilerin gelsin” deniyordu. Nitekim öyle de oldu. İmamoğlu yerine belediyenin afetle ilgili hazırlık yapan yöneticileri toplantıya gitti. İmamoğlu’nun, “Dün davet edildiğim yerdeydim, devletimin davet ettiği her yere koşa koşa giderim” diyerek kastettiği buydu. İkinci gün için Belediye Başkanı’na davet yoktu. Valilik “davet edilmedi” iddiasını yalanladı. Ama belediyeye yapılan bir yazılı çağrı ortada yoktu. “Katılımcılar orada bilgilendirildi” deniyordu.
Valilik açıklamasından sonra İmamoğlu ile Vali bu kez telefonla görüştü. Vali, “Toplantıda söyledik, kimseyi çağırmadık” dedi. İmamoğlu ise “Beni çağırmadınız” diyordu. Önceki günkü toplantıda olmayan bakanları hatırlatıyor, “1. Ordu Komutanı içine doğup mu geldi” diye soruyordu. İmamoğlu’na çağrı yapılmadığı gibi, özel kalem müdürü bile aranıp davet edilmemişti.
Cumhurbaşkanı’na soru sormayı yazılı kurala bağladık. Binlerce canımızı ilgilendiren deprem toplantısını ise “toplantıda söyledik duymadın mı” diye yapıyoruz.
Yazılı belgeler devletin insülinidir. Kuralları, yazıyla hücrelerine nüfuz eder. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devlet hep yazılı arşiv tuttu. Yüzlerce yıllık arşivi Cumhurbaşkanı’na bağlayıp, Sultanahmet’ten Kâğıthane’deki derenin kenarına taşıdık. Tarihi arşivi göz göre göre su basarken, biz yazılı belgeyle çalışmayı unuttuk. Bu şekilde istediğimiz zaman kriz çıkarıyor, sonra kriz yokmuş gibi yapabiliyoruz.
Erdoğan’ın şeker hastalığını hep konuşuyoruz da, galiba devlet şeker hastası oldu.