Bülent Parlak'ın Cumhuriyet'ten Emrah Kolu Kısa ile röportajından kesitler;
-Biz sizi komedyen, oyuncu olarak tanıyoruz. Nereden çıktı bu yazarlık sevdası?
Aslında ben de isterdim bunun dramatik bir hikayesi olmasını ama çok basit bir hikayesi var. Ben notlar alıyordum zaten, her yazma eylemini gerçeğe dönüştürmek isteyen insan gibi... Benim birkaç tane senaryo yazmışlığım da var, o da ayrı... İleride bir öykü kitabı çıkartmak istiyorum diye bir fikrim de vardı açıkçası. Ama bunu ileride, yaklaşık bir 10 - 15 sene sonra yaparım diye düşündüğüm bir şeydi.
-Her öyküde kertenkele motifi bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bu sayede aslında öyküler arasında da bir bağ, bir geçişkenlik kuruyorsunuz... Ama merak ettim, neden kertenkele?
Çocukluğumda daha çok görürdüm kertenkeleleri, duvarlarda, bahçede... Belki de çocukluğumuzda açık alanlar daha fazlaydı, daha çok çayır vardı, o yüzden görüyorduk. Kertenkele aslında kedi gibi köpek gibi zaman zaman karşımıza çıkan fare gibi, kuşlar gibi gördüğümüz bir canlıydı ama hiç önem vermediğimiz bir hayvandı bir yandan da. Bize hiç yaklaşmayan ama bizi hep gözetleyen bir hayvan kertenkele.
Kertenkelelerin bizi hep izlediğini, gözlediğini düşünürüm ben. Not tutuyorlarmış gibi gelir bana, hiç yaklaşmazlar ama yanı başımızdalardır. Çok korkarlar, kesinlikle refleks olarak... Mesela kedi sevdirir kendini, fare bile bazen yanınıza yaklaşır, uyurken gelip kulağınızı kemirebilir... Kertenkele ise gelmez, ama orada durur, bakar... Biraz ötelenmiş, itilmiş bir hali var gibi gelir bana. Onların başka türlü bir mücadele içerisinde olduklarını düşünürüm. Kişiselleştirdiğimde böyle bir anlam yüklerim onlara. Bir öyküde de onların savunulmasıyla ilgili bir şey var, yani onların mücadelesi ve savunulmasıyla ilgili bir şey, o yüzden de Kertenkele Savunması koydum kitabın adını.
-Öyküleriniz de mizah da önemli bir yer tutuyor ama öyle sıradan bir gülmece yazmıyorsunuz. Hiciv ya da ironik dozu yüksek bir eleştirel bakış var tarzınızda. Örneğin “100‘lük” adlı öykünüzde Türkiye’de darphaneden çıkan ilk 100 liralık banknotun yolculuğunu anlatıyor ve ciddi bir toplumsal eleştiri yapıyorsunuz. Asıl amacınızın da bu eleştiriyi öne çıkarmak olduğunu söyleyebilir miyiz?
Net, dolandırmadan cevap vermek gerekirse evet. Toplumsal eleştiri ve bunun yanında gelen mizaha hep ilgi duymuşumdur...Toplumsallık, çokseslilik, yaşamdaki neden-sonuç ilişkisinin ideolojik yaklaşımla çözümü ya da çözümsüzlüğü mizaha hep bir kapı aralar... Her acının içinde bir sevinç, her sevincin içinde bir acı, bu da toplumsal eleştirinin ana merkezi.
-Sizce Türkiye’de mizah baskı altında mı?
Tabii, çok net baskı altında. Belki çok klişe bir şey söyleyeceğim ama mizah biliyorsunuz ki toplumun aksaklıklarından faydalanır, o aksaklıklar sayesinde kendine çıkacak bir yol bulur. Ama siz aksaklıkları söylemenin yasak olduğu bir yerde mizahı nasıl yapabilirsiniz? Ancak günlük parodi ya da kaba bir anlayışla... Çok daraltırsınız mizahın alanını. Ana damarlarını kopartıp bir şey çıkartırsınız ortaya ve bunun komik olmasını beklersiniz ama olmaz. Görüyorsunuz zaten televizyonlarda mizah kalmadı. Güldür Güldür ve Çok Güzel Hareketler dışında mizah yok, yapılmıyor. Onların da zorlandığını biliyorum.
-Bazen mesela Güldür Güldür’de muhalif sayılabilecek bir espri ya da skeç yapıldığında (geçenlerde yandaş bir kanalda ekrana gelen bir tartışma programını tiye almışlardı örneğin) sosyal medyada çok büyük yankı yapıyor, çok fazla paylaşılıyor...
Tabii, özledi çünkü insanlar. Çok basit bir şey söyleyeyim bu konuda: Olacak O Kadar’ın herhangi bir skecini şu anda yapamazsınız. Konu kapanmıştır. Olacak O Kadar ne zaman yapılıyordu, bundan 20 sene önce. 2000 yılında, 90‘larda yapılıyordu... Şu anda 2021 yılındayız ve ileri gitmemiz gerekirken nereye gitmişiz? Tamamen geriye gitmişiz. Mizah baskı altında değil, mizah yok! Tiyatrolarda bile neredeyse kalmadı, oraya kadar geldi iş.
-Pandemi sürecinde nasıl görüyorsunuz tiyatroların durumunu?
Çok sıkıntılı. Ama tabii bütün sektörler sıkıntılı, tiyatrolar da bundan nasibini alıyor. Fakat tabii başka şeyler konuşmak gerekiyor burada, yani bir pandemi oldu, bir kriz çıktı, bu bir kriz sonuçta, ve daha da bir senesini doldurmadı, yaklaşık 10 aydır süren bir salgın. 10 ayda her şey batma seviyesine geldiyse burada çok büyük bir problem var demektir. Bizim büyük ve güçlü bir ülke olmamız gerekiyordu ve bunun koşulu da halkınız, vatandaşınıza, meslek kollarına sahip çıkabilmek ve belirli bir süre kriz anında onları ayakta tutabilecek, yaşatabilecek kaynakları sağlayabilmektir. Hiçbir şey yapılmadı. Yapıldı denilen şeyleri de biliyoruz işte kimlere yapıldığını.
-Deprem vergileriyle yol yaptık diye açıklama yapabiliyorlar örneğin.
Normal gelişmekte olan, parantez içinde, ya da gelişmiş bir ülkede şu söylediğin bile büyük b ir kriz sebebi. Burada, onu geç abi, derler sana.