Cumhuriyet gazetesi yazarı ünlü ressam Bedri Baykam’ın köşe yazısı, geçen hafta olduğu gibi bu haftada gazetede yer bulamadı.
Gazete, geçtiğimiz hafta yaptığı açıklamada; Baykam'ın 'aktif siyasete katıldığı' gerekçesiyle yazısının yayınlanmadığını belirtmişti. Baykam ise yaptığı açıklamayla bir kez daha yazı yollayacağını belirtmişti.
Ancak, geçen hafta yaptığı açıklamada belirttiği gibi bu hafta bir kez daha gazeteye yazısını yollayan Baykam'ın köşe yazısı bir kez daha Cumhuriyet'te yayınlanmadı.
Bunun üzerine Baykam, blog sayfasında bugün kaleme aldığı ikinci bir cevap yazısıyla Cumhuriyet'e sert yanıt verdi.
Yazısında, Cumhuriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar'a ateş püsküren Baykam; "Dündar o koltuğa, dolaylı olarak, sayemde oturmuştu" dedi ve dün gazetede yer bulamayan köşe yazısını da blog sayfasında yayınladı.
İşte, Baykam'ın o açıklamaları:
Geçen hafta Cumhuriyet’te uğradığım sansürden sonra, gerekçesinin elle, mantıkla tutulur bir yanı olmadığını net olarak gördüğüm bu absürd tavra karşı, bu hafta yazımı yine aynı saatte gazeteye yollayacağımı bildirdim. Ve yolladım da... Bu sabah gazeteyi elime alıp sayfamı açtığımda gördüm ki yine “ilan” haline gelmişim! Yazımdan eser yok, o sütunlarda icra dairelerinin “taşınmazın açık artırma ilanı” var. Aslında o sayfada ilan şık durmuyor, mizanpaj bozulmuş. Onun yerine, örneğin, bir Oral Çalışlar yazısı çok daha iyi gelirdi! Birazdan bu dediğimi daha iyi anlayacaksınız.
GEÇEN HAFTA YAZDIKLARIM
Öncelikle hatırlatarak toparlayalım: Geçen hafta “Sevgili Gazetem Cumhuriyet’e Yanıt” başlıklı yazımda, Can Dündar’ın benim Kılıçdaroğlu’na ithaf ettiğim açık mektubu yayınlamamasının gerekçelerini ele alıp yanıtlamıştım. Hızla bunları hatırlarsak, Dündar adına üzgünüm, mızrak kılıfa sığmadı. Benim “CHP üyesi olduğum için gazete veya parti arasında seçim yapmam gerektiğini” söyleyen Dündar’a şu anda ne bir sıfatım, ne de bir başkan adaylığım olduğunu, ayrıca Mustafa Balbay’ın bu gazetede onca zamandır CHP milletvekili olarak yazdığını hatırlattım. Şimdi kurultay sürecinde üç ay yazılarına ara vermiş olması, konumuz değil. Çünkü o “Genel Başkan Adayı”, bu normal. Seçilemezse, yine Cumhuriyet’e dönecek. Demek ki, siyasetin göbeğinde Parlamento’da bir CHP milletvekili, adaylığından önce ve sonra Cumhuriyet’te hem de haftada 5 gün ilk sayfadan yazabiliyorsa, Bedri Baykam da herhalde haftada bir, salı günleri 16. sayfada yazabilir! Bu gerekçeyle aksini iddia eden mantıktan sınıfta kalır, bunu geçelim. Burada bana söylenmek istenen, benim CHP sade üyeliğimin Balbay’ın milletvekilliğinden, 16. sayfa haftada bir yazılarımın da Balbay’ın ilk sayfadan haftada 5 yazılarından “daha ağır ve önemli” olduğu ise, bunu tabii ki kabul etmem mümkün değil, gülünç bir sav olur.
Dündar o koltuğa, dolaylı olarak, sayemde oturmuştu! Yine o yazıda hatırlattığım diğer bir nokta, Ağustos 2014’te yine Kılıçdaroğlu hakkında “Başkanlığı Bırakmanız İçin 11 Gerekçe Sayın Kılıçdaroğlu” başlıklı yazım Cumhuriyet’te sansüre uğrayınca, İcra Kurulu adına Sn. Akın Atalay bana özel telefon ederek ifade haklarıma engel olan sorumluların cezalandırılacağını bana bildirmiş, ardından da ertesi haftaki makalem “Cumhuriyet’ten özür” yazısı ile yayınlanmış, gazete bu hassasiyet nedeniyle Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Müdürünü görevden almıştı. Şimdi ise 15 ay sonra, aynı gazetenin yeni Genel Yayın Yönetmeni kalkıp yine Kılıçdaroğlu hakkındaki bir yazımdan yola çıkarak beni sansürlemekle kalmıyor, yazılarımı toptan kaldırıyor! Tabii ben gazetenin İcra Kurulu’nun tutarlılığı ve ciddiyeti açısından yine bir özür telefonu ve yayınlanacak mektubu bekliyorum! Aksi takdirde bir CHP yazısı ile Genel Yayın Yönetmeni değişikliğine neden olduğu bildirilen bendeniz, bu sefer farklı bir CHP yazısı ile gazeteden uzaklaştırılmış olacağım! Bu kadar çelişkiyi basın dünyasında pek gördüğümü hatırlamıyorum. Umarım Akın Bey bugün veya yarın beni arayarak yine duruma el koyar! Uzun lafın kısası, Can Dündar’ın bahanesi, zayıf ötesi kötü ve tutarsız. Ayrıca unutmasın ki, bir önceki Genel Yayın Yönetmeninin değişimi ve kendisinin o koltuğa oturuşu, bu anlattığım şekilde dolaylı olarak benim nedenimle yaşandı! Bu gazeteden gelen resmî tebliğ. Ha, birisi çıkıp diyebilir ki, “bu işin bahanesiydi”; orasını bilemem. Bana söylenenleri ve yazılanları dikkatle ciddiye almak durumundayım ben. Bu nedenle resmî olarak gazetem Cumhuriyet’e güvenmekle yükümlüyüm. Resmî neden bu... Aksi bir durum varsa, birileri açıklar herhalde! Dün, pazartesi, Güray Öz’ün benim geçen haftaki “Sevgili Gazetem Cumhuriyet’e Yanıt” yazımı yayınlamadan savlarıma verdiği yanıt ise, çok havada kalıyor. Çünkü ne Akın Atalay’ın sözünü ettiğim Ağustos 2014 yanıtına, ne de 30 yıldır süren fiili duruma uyuyor. Siz CHP hakkında konuşamayan bir Cumhuriyet yazarı düşünebiliyor musunuz? Benim CHP’de 17 yıldır sıfatım yok! O nedenle Öz’ün mantık arayışı da hiç tutmuyor. Benim Türkiye, CHP veya Cumhuriyet gazetesi için istediğim “demokrasi”nin birbirinden farkı yok! Ayrı ele alınmaları zaten mümkün değil. Hepsi birbirine bağlı kavramlar. Biraz düşününce bu görülür. Kaldı ki Öz’ün yazısına göre, Balbay’ın da Cumhuriyet’te yazılarına, yalnız Genel Başkan adaylığı sürecinde değil, CHP üyeliğinden istifa edene kadar son verilmiş oluyor! (Çünkü benim durumum aynen bu!) “Doğrusu, siyasi parti yöneticilerinin kural olarak gazetelerde yazarlığa son vermeleridir” demiş! Bakalım bana yapmaya çalıştıkları kıyamı Balbay’a nasıl uygulamayacaklar?
BEN RESMİN GENELİNE BAKARIM: CUMHURİYET NEREYE KOŞUYOR?
Biraz bu tutarsızlıkları bırakıp resmin geneline göz atalım. Can Dündar’ın, Genel Yayın Yönetmeni olarak nasıl bir Cumhuriyet resmi çizmeye çalıştığına bakalım. Nuray Mert, Ahmet İnsel, Aydın Engin, Ceyda Karan, Semih İdiz, Celal Başlangıç ve T24’ten transfer edilen diğer isimler saygın gazeteciler olabilirler, itirazım yok. Ama herhalde “Atatürkçü” yazar-düşünür olarak tanınmazlar. Herkesin Atatürkçü olması da şart değil. Ama bir gazete, onları alır, buna paralel olarak da bünyesinden yazı işleri ve haber merkezinden onca ismin üstüne dün Ümit Zileli, Alev Coşkun, bugün de Bedri Baykam’ı çıkarırsa, bu gidişatı insanların fark etmemesi mümkün değildir! Genel resimde, Cumhuriyet’in artık solun geniş yelpazesine değil, anti-Kemalist çizgiye ve liberalizme yöneldiği fazlasıyla ortaya çıkmıştır. Bu savımı şöyle somutlaştırabilirim: Daha önce NTV’ye, ekrana hep benzer liberal-ılımlı İslamcı isimler çıkmasını eleştirip onlara bazı sol-Atatürkçü yazarlar önermiştim. Buradan da kendisine önerebilirim: Vural Savaş, Uluç Gürkan, Cengiz Özakıncı, Suay Karaman, Turhan Feyizoğlu gibi... Şimdi meraktan soruyorum: Can Dündar bu listeden yazarları arasına katmak isteyeceği kaç kişi var? Buyursun benim yerime onlar arasından birilerini alsın o zaman!
Y-CHP’NİN Y-CUMHURİYET KORUMASINA İHTİYACI YOK!
Can Dündar’ın gösterdiği eleştiri tahammülsüzlüğü, hoşgörüsüzlük ne yazık ki abartılı boyutlarda bir ideolojik dar çizgi çerçevesinde, bir “Y-CHP” ve neo-liberal duruş korumasına dönüşüyor. Gazetenin Ermeni soykırımı, HDP-PKK, Kürt sorunu gibi konulardaki duruşunun gözle görülür şekillerde değişmeye başlamış olması, demek ki tesadüf veya algı genişlemesi değildir. CHP, kendi içinde demokrasiyi yaşamaya alışmış, kendi rotasında Can Dündar’ın korumasına ihtiyacı olmayan köklü bir özgür tartışma alanıdır. Sn. Kılıçdaroğlu “Yeni CHP”den bahsedebilir, demokratik olarak karşı çıkanlar yanıt verir, işin özü bu kadar basittir ve ortada sansürlenecek bir şeyler yoktur. Bu sansüre CHP’nin de alet edilmesi ayrıca üzücüdür.
CUMHURİYET’E KİMLİK DEĞİŞTİRTMEK
Cumhuriyet gazetesi, Cumhuriyetimiz ile neredeyse yaşıt, büyük, köklü bir kurumdur. Anlayamadığım şey, Can Dündar’ın Radikal, eski Yeni Yüzyıl ya da Taraf’ta yapması gereken gazete şablonunu, Cumhuriyet’e uygulamaya kalkışmasıdır. İnsan bu yapı-bozmadan ne zevk alır, anlayamıyorum. İki sene sonra “bakın işlem tamam, ben Cumhuriyet’ten artık bir Radikal yaratmayı başardım” diyebilme zevki için mi? Peki, herkesin her türlü hedefi, takıntısı olabilir de, bu kadar tutarsız ve gazeteye köklerini kaybettiren bir çıkışa gazete niye alet olur? Cinsiyet değişimi gibi bir operasyona girişmek ülkenin bugünkü yapısında Cumhuriyet’e yakışıyor mu? “Yakışıyor” diyorlarsa, ne ala diyorum ben de! Buna inananlara hayırlı olsun demekten başka yapamayız. Ama şunu da eklemeden geçemeyeceğim: bu, Cumhuriyet’i gerçek kimliği, gerçek okuru ve gerçek ideolojik kökeninden yapay zorlamalarla kopartma operasyonudur. Sonu hayırlı değildir.
“MUSTAFA” FİLMİ TARTIŞMAMIZ
Anlaşılıyor ki, Can Dündar Cumhuriyet’e adapte olmak yerine, yapay şekilde Cumhuriyet’i kendisine adapte etme yoluna gitmiştir. Yazık ki bu operasyonu kurnazca bir fırsat olarak kullandığına inanan Dündar, gazeteyi kamuoyu önünde gereksiz yere yıpratmış oluyor. Kendisinin Atatürk hakkında yaptığı filme, “Mustafa”ya dair yazdığım yazı geldi aklıma. 10 Aralık 2008’de yazdığım “Mustafa Filminin Ölüm Noktası” makalemde, Dündar’ın konuyu demokratlığa getirmesine karşın yaptığı gafları bakın nasıl eleştirmiştim:
“İşe önce ‘ölüm noktası’ olarak adlandırdığım bu düzeydeki gaftan başlayalım. Filmin ikinci yarısında, 1930’da, Atatürk’ün üç haftalık bir yurt gezisine çıktığı, halktaki hoşnutsuzluğu, dalkavuklardan ve rüşvetlerden şikâyetlerini biraz şaşkınlıkla öğrendiği anlatılıyor. Oğlumun kulağına fısıldıyorum “Bak şimdi Serbest Fırka’dan söz edecek”. Ne gezer! Dündar, o noktadan sonra birden 1933’e, 10. Yıl Nutku’na atlıyor, sonra da ardından Atatürk’ün yine ne diktatörlüğü kalıyor ne de muhalefeti toptan yok etmesi…”
SONUÇ:
Atatürk hakkında bu algı operasyonunu bu kadar sorumsuz ve vurdumduymaz şekilde girişmeyi göze alabilen bir insanın, Bedri Baykam hakkında da bu uydurma bahanelere tenezzül etmesi, şaşırtıcı değil. Atatürk’ün hayatı hakkında hiçbir gazeteci bu kadar bilgi eksikliğine sahip olamayacağına göre, bu bir ideolojik saptırma tercihidir. Bunu geçmiş hakkında yapan bir insan “Atatürk’ün partisi neden Atatürkçü çizgiden bu kadar uzaklaşıyor?” sorusunu soran bir yazarını susturmuş, çok mu şaşırdınız? Ben şu anlamda şaşırdım: Dündar’ın karmaşık ve dar kişisel zihniyetini bu kadar abartılı şekilde yönettiği gazeteye yansıtmaya çalışacağını sanmıyordum! Yazık diyorum, hepsi bu. Tabii gazetedeki diğer çalışma arkadaşlarımı tenzih ederek söylüyorum bunu. Dündar artık istediği liberal, “yetmez ama evet”çi ya da 2. Cumhuriyetçi gazeteyi etmeye devam edebilir. Tabii sansüre, basın ve düşünce özgürlüğüne, yazı kaldırtmaya karşı bir yürüyüşte ya da ödül töreninde Can Dündar’a rastladığımda, önce orada nasıl dik yürüyebildiğini soracağım, ardından da bu çelişkileriyle kendisini başbaşa bırakacağım.
Baykam'ın ikinci kez yayınlanmayan yazısı ise şöyle:
PARİS KATLİAMI “GELİYORUM” DEDİ
Gündem başımıza taş yağdırınca, CHP Kurultay’ı yerine Paris derdine düştük. Kentin sokaklarında katliamdan 48 saat sonra bir restoranda patlayan ampul, binlerce Fransız’ın saygı duruşlarını bırakıp neredeyse birbirini ezerek kaçışmasına neden oluyor. Bunlar videosunu izlediğimiz panik sahneleri. Yalnız Paris değil, dünya bir travma yaşıyor. Mesaj açık: “Artık illa o kafir Charlie-Hebdocular gibi Peygambere laf etmiş olmanıza gerek yok. Bir yerde eğleniyor veya içki içiyor olmanız bile hedef olmanız için yeter”. Hatta bunun devamında otobüs veya metroyu kullananlar bu sefer havaya uçurulsa, kimse şaşırmaz. Zaten İspanya, İngiltere veya New York olaylarında senaryo aynen bu değil miydi? Daha önce El Kaide’den de alıştığımız (!) şekilde aynı anda gerçekleştirilen üçüz-dördüz bombalar patlarken Fransız halkı, 11 Eylül’de televizyonlarda izlediklerinin birden aktörü haline dönüşüyor.
PARİS’İN ADIM ADIM DEĞİŞİMİ
Paris’in dokusu, yıllar üstünden adım adım değişti. Catherine Deneuve’ün, Pierre Cardin’in, sarışın “garson” kızların, kumral fahişelerin, Brigitte Bardot ve Gunther Sachs’ın Paris’i artık pek gündemde değil. Mini Cooper veya Peugeot arabaları işgal edenler de mini etekli mankenlerden çok, her renkten, ırktan, meslekten insan... Yabancı öğrenciler, işçiler, göçmenler derken 21. yüzyılın ırk ve din kavgaları, aynen bu “Işık Şehri”ne transfer oldu. Sonuçta önce Arap-Yahudi gerilimi, ardından da köktendinci-İslamcı çıkışın yansımaları şehirde net olarak hissediliyor. Artık Fransa doğumlu 3. kuşak Arap veya Türkler’in önünde iki yol var: ya Fransız yaşam tarzını, en azından “Paris enternasyonalizmini” hazmetmiş olmak, ya da yavaş yavaş gettolarda, kendi yaşam ünitelerini kurup Avrupa’ya karşı sürrealist bir cihat savaşına katılmak. Sonuçta Fransızlar’ın ortalama 1.5 çocuğu pek geçmeyen doğum oranı, onların ise en az 4-5 rakamına rahatça ulaşmaları karşımıza yetersiz yaşam koşullarının hıncını alabilmek için Fransa’yı matematik olarak fethetmeye çalışan kararlı bir anlayış çıkarıyor. Paris’e gürültülü çıkartmalar yaparak, banliyö yaşamlarında yasadışı işlere karışmaktan da rahatsızlık duymayan yeni bir insan tipi bu. Bu ortamda büyürken kendini tehlikeli bazı gerici imamlara teslim edilmiş bulan kimi çocuklar-gençler arasında köktendinciliğe kayanların sayısı artıyor. Onlar artık Ortadoğu kökenli büyük dinci terör örgütlerinin fanatik katılımcısı veya uyuyan terörist hücresi olma yolunda hızla mesafe kaydediyorlar.
CHARLİE HEBDO’YA LANET, IŞİD’A MÜSAMAHA!
Sonuçta ortaya basit karikatürde bile dine hakaret arama meraklısı olan, bu uğurda her türlü ölüm fetvası çıkarmayı, ortalığı yakıp yıkmayı, şiddeti kendine hak gören bir profil çıktı. İslam Devleti’nin El Kaide’nin pabucunu dama atarak geliştiği ve Al Bagdadi’nin kendini “Halife” ilan ettiği şu son yıllarda, dünyada kafa kesen, her yerde masum insan kanı akıtmaya çekinmeyen bir canlı türevi oluştu. İşin en acı tarafı, “İslam bu değildir” sözlerini arada mahcupça telaffuz eden hiçbir Müslüman grup, bu caniler aleyhine ciddi bir tepki seli geliştirmedi, İslam dininin bu kadar ağır yara alarak tüm dünyada “terörle eşanlamlı” bir kimliğe bürünmesine dur diyemedi.
SAVAŞ HALİ
Şimdi Fransa, Cumhurbaşkanı Hollande ve Başbakan Valls’ın ağzından en sert karşılık ve açıkça “savaş” sözcükleriyle rahatlamaya çalışıyor. Pazar gecesi Fransız uçaklarının IŞİD’ın Suriye kalesi Rakka’yı 10 uçakla bombalamaya başlaması, intikam duygusunun doğrudan yansıması. Çünkü Charlie-Hebdo olayının ardından paniği dindirmeye çalışan, “abartmayın, ortada öyle tehlikeler yok” diyen ve aynen bizdeki “İkinci Cumhuriyetçiler” gibi bir uyuşturucu görevi üstlenen Edwy Plenel veya Emmanuel Todd gibi entellektüeller, bu “Cuma13” katliamının ardından birden gözden düştüler. Buna rağmen bence “demokrasi ve özgürlükler şampiyonu Fransa” bizim yaşadığımız her etaptan geçmeye devam ederek, yobazlığa kılıf arayan yeni yazar-çizerlerle tartışmayı canlı tutacak. Ne zamana kadar mı? Ne yazık ki yeni ve daha büyük bir katliam o dalgayı da utancından masa altına itene kadar. Çünkü o seviyeye tırmanmış ve bir an önce eylemini yapıp kendini patlatarak hurilerine kavuşmaya çalışan limitli algı ve kültürdeki insanları geri kazanmanın yolu tıkalı.
Bizim ülkemizde de, iktidarın zirvesinden ana muhalefet liderine kadar, kullanılan söylemlerde, “Aman IŞİD’ı azdırmayalım, fazla hedef almayalım” tavrı sürdükçe, başımıza taş yağmaya devam edecek. Çünkü bu hükümet, batıya verdiği göstermelik sözler dışında, bu mücadelede iki yüzlü stratejisini sürdürüyor.