“İşimi yapıyorum. İyi insan olmaya, doğru bildiğimi yapmaya doğru durmaya devam ediyorum.”
Oyuncu Deniz Çakır, yeni dizisi Vurgun’un setiyle, Derya Alabora ile oynadığı tiyatrosu Beyaz’ın sahnesi arasında, zamanla yarışıyor. Beyaz’ın ikinci sezonu. Vurgun’un ilk dört bölümü yayımlandı. Çakır, Vurgun’da aşkını yıllarca kalbine gömmüş bir anneyi, Beyaz’da ise hayallerini gerçekleştirememiş bir kız kardeşi oynuyor.
Aslında o hep, hayatla derdi olan kadınları oynuyor. Ekrana ya da sahneye taşıdığı kadınların derdiyle, kendi ‘derdini’ unutuyor. Şu sıralar en çok hoyratlıktan, çocuklara, hayvanlara ve doğaya vurulan darbelerden dertli. “Kimsenin içini o kadar girmedim ama hakikaten yaşıyor mu yaşamıyor mu diye anlamadığım insanlar var.
Hayat öyle bir şey değil. Hiçbir şey durduğu gibi durmuyor. Biraz uyum sağlamak gerekiyor, teslim olmadan. Körü körüne teslimiyet maalesef yapabildiğim bir şey değil, belki yapabilsem daha huzurlu bir hayatım olurdu ama benim söz ettiğim akışla flört etmek” diyor. Çakır’la yeni dizisini ve hayattaki ortak dertlerimizi konuştuk.
-Vurgun’da yer almaya nasıl karar verdin?
İlk önce kalemi çok sevdim. Her zaman önce kaleme çok ehemmiyet veriyorum projelerde. Senaryonun iyi olması gerekiyor. Çünkü, senaryo oynama güdüsünü çok tetikliyor.
Size bir karakter veriyorlar ama o karakterin yazılış biçimine inanmıyorsanız, istediğiniz kadar iyi oyuncu olun, olmuyor. Küçüklükten beri, herkes şarkıcılara hayran olurken, ben yazarlara hayran olurdum.
Ve güvendiğim bir yapımcıyla çalışıyorum. Güzel de bir ekip. Oyuncu kadrosu da oyuncu insanlardan oluşuyor. Birbirimizle paslaşabiliyoruz.
-Bir anneyi oynuyorsun… Reyhan.
Anne olsam belki de anneyi oynamak bu kadar maceralı gelmezdi. Olmadığın birini oynamak daha keyifli. Zaten insan olmak, insan kalmak, duyarlı olmak, duyarlıyken dik durabilmek zorken bir de anne olunca hayat daha da yorucu ama şahane.
Garip bir şekilde oynadığım çocukları da anneleriymişim gibi sahipleniyorum. Sette bazen ‘kendine gel Deniz, onların annesi sen değilsin’ dediğim oluyor kendime. Çocuklar ve hayvanlar kurtarılmış bölge. Sabahlara kadar dizi çekiyoruz.
Bazen bu tempoda hayata dokunmayı kaçırabiliyoruz. Uyuduğun uyandığın anı hatırlıyorsun, arada hep çalışıyorsun. Tertemiz kalanla göz göze gelmeyi, ona dokunmayı ihmal edebiliyorsun. Ama yamacımda bir bıdırığın olması bana çok iyi geliyor. Çocuklar da beni seviyor. Birbirimize iyi geliyoruz.
-İlk bölümdeki ağlama sahnen çok etkileyiciydi. Nasıl o kadar içten ağlayabildin?
İşte, senaryoya inanmakla alakalı. Çok ağlama sahnesi oynadım. Oynadığım karakterler hep ağladılar. Ben yapay gözyaşı kullanan birisi de değilim. Senaryoda ‘ağlar’ deyince ağlamak zorunda hissetmiyorum kendimi, gerçekten ağlamam geliyorsa ağlıyorum.
Senarist sana bir referans veriyor orada. Dolayısıyla 50 kere üst üste ağlayamayacağın için sahiden, yönetmenin profesyonelliği de devreye giriyor.
Yormadan, tekrar tekrar alıp, duygunu köreltmeden sana olanak sunması da çok önemli. Ben hep duyguya özen gösteren yönetmenlerle çalıştım.
“Anne olmayı tabii ki düşünüyorum. Hayattaki en kıymetli duyguyu çocuklarla kurduğumu düşünüyorum. Zamanı geldiğinde inşallah olur. Bir kadına verilmiş en büyük ödül annelik. Her şey doğru olduğunda olmalı...”
-Reyhan, annelik ve aşk arasında bir seçim yapıyor.
İnsanın en vazgeçilmez şeyi çocuğu. Çocuk için yapılmayacak bir şey yok bence. Ama bütün anneler çocuklarını seçer genellemesine katılmıyorum. Çünkü bir sürü anne görüyorum, maalesef çocuklarını seçmemiş, maalesef bir sürü çocuk ebeveynine annelik yapıyor bu ülkede, dünyada her yerde.
Çocukluğunu yaşayamamış, büyümek zorunda kalmış çocuklarla dolu etrafımız. Dolayısıyla her anne anne değil ki, keşke öyle olsa, çocuklar çocuk olarak yaşayabilseler, sorumlulukları da zamanı geldiğinde sırtlarına yüklense, anneler de annelik yapabilseler.
-Ne düşünüyorsun Reyhan’ın seçimiyle ilgili?
Reyhan’la flörtüme yeni başladım. Her bölümde, her sahneyi oynarken bir şeyi keşfediyorum. Keşfimi senarist izliyor, yazdığına bir şey daha ekliyor. Sanırım on bölüme kadar, senarist ve oyuncu arasında flörtleşme sürer, karakterin merkezinde. Reyhan’ı anladığım yerler de var anlamadığım yerler de var. Kızdığım da oluyor.
Çok benim kafada biri değil Reyhan. Evet çocuk için her şey yapılır ama ben olsam hayatıma devam ederdim, 10 yıl bir adamı beklemezdim. Onu her zaman kıyımda tutardım, o kıymetlim olurdu ama hayat bir hediye. Hakkını vererek yaşamamız gerekiyor. Her gün yeni bir gün. Reyhan kadar düne bağlı kalarak yaşamak ıstırap verici.
“Reyhan’ın kadınlığı ister istemez uyanacak. Ben de merak ediyorum. Aşık olduğu adam karşısında olunca, o baş edilebilir bir şey değil çünkü...”
-Deniz Çakır, hayatın hakkını verebiliyor mu peki?
İnsanız bazen yapamayabiliyoruz. Bu temennimiz. Ama hep kendimize hatırlatmamız gerekiyor. Bir sürü şey oluyor. Dün gördüğümüz arkadaşlarımız hayatta olmayabiliyorlar, dolayısıyla gün bugün. Eften püften şeylere de o kadar kafayı takmamamız gerekiyor.
Hayat güzel, ne olursa olsun. Her şey bizim yaşamamız için var, acısıyla tatlısıyla. Keder olmasaydı, keyifli anların, mutluluğun kıymetini anlamayacaktık.
-Her güne bu düşünceyle mi başlıyorsun?
Müzikten çok destek alıyorum. Her sabah alarmım bile şarkı. Dönem dönem değişiyor ama bir şarkıcı uyandırıyor beni. Ama en önemli duygu büyüdükçe öğrendiğim, hep söylüyorum, şükran duymak. Eskiden babaannem söylerdi pek anlamazdım. ‘Kızım şükret’ derdi, ‘aman babaanne ya neye şükredeyim’ derdim. Şimdi anlıyorum, şükretmenin, minnet duymanın ve bunu sesli olarak da dile getirmenin kıymetini.
En zor durumda bile. Nefes alıyorsun işte, yaşıyorsun. Şükür ki içimde bir yaşama enerjisi var. Şuraya baktığımda (Boğaz) Allahım ne kadar güzel martılar diye gerçekten içim pır pır oluyor. Kimsenin içine o kadar girmedim ama hakikaten yaşıyor mu yaşamıyor mu diye anlamadığım insanlar var. Her şeyleri yolunda görünüyor ama gerçekten yaşıyorlar mu onu da anlamıyorum. Aynı ifade yüzlerinde...
Hayat öyle bir şey değil ki. Bak az önce yağmur yağıyordu şimdi durdu, az önce dalgalı değildi deniz, şimdi motor geçti, dalgalar balıkların dünyasını değiştirdi, sonra martı geldi balığı yedi, her şey değişti.
Hiçbir şey durduğu gibi durmuyor. Biraz uyum sağlamak gerekiyor, teslim olmadan. Körü körüne teslimiyet maalesef yapabildiğim bir şey değil, belki yapabilsem daha huzurlu bir hayatım olurdu ama benim söz ettiğim akışla flört etmek.
TESLİM Mİ OLACAĞIZ?
-Nasıl uyanıyorsun sabahları?
Ben kaygılı bir tipim. Çok kaygılı bile uyansam, yatak odamın penceresinden gördüğüm yeşil bahçe, kedilerim beni karşılıyor. Yağmur yağmışsa yapraklar daha yeşil oluyor. O yeşil ruhuma değdi mi o kaygı tamamen gitmese de yük azalıyor.
Sonra kendime müzik açıyorum, kahvemi yapıyorum. ‘Hayat bu’ diyorum. Şartlarımız bunlar. Bunlarla yaşamayı öğreneceğiz. Ne yapacağız? Teslim olup, kaderimiz buymuş mu diyeceğiz? Böyle bir tip hiçbir zaman olmadım. Olmayacağım. Ne olursa olsun olmayacağım.
-Hayatla ve kendinle barışıksın yani...
Şöyle de anlaşılsın istemem. Çok pozitif değilim tam tersine, hop diye kaygılar sarar beni ama geldik gidiyoruz. Beslenecek çok fazla şey bulabiliyorum kendime.
O yüzden hayatın merkezine tek bir şey koyamıyorum. Şu an oyunculuk yapmak en keyif aldığım şey, üstüne para vererek yaparım ama hayatın merkezi değil. Yarın dansçı olmaya karar verebilirim. Çalışıp da yapamayacağım hiçbir şey olmadığını düşünüyorum. Herkesin içinde her şeyi yapabilecek güç var bence.