Fehmi Koru’nun Yazısı şöyle:
Bazıları benim 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile neredeyse her gün görüştüğümü sanıyor; hayal bu ya, söylediği her söz ve attığı her adımda bir biçimde rolüm olduğunu düşünenler de az değil.
Benim yazdıklarımı da ondan onaylı yazılar sananlar çok.
Gerçek şu: Ayda yılda bir görüşüyoruz. En son görüşmemin üzerinden hiç değilse iki ay geçmiş bulunuyor. Zaten şu sıralarda İstanbul dışındayım. Yüz yüze görüşmediğimiz gibi, başka vasıtalarla da aramızda iletişim yok.
Cumhurbaşkanı Gül’le sanıldığı türden bir ilişkimiz bulunmuyor.
İster inanın ister inanmayın, Gül cumhurbaşkanı iken de durum şimdikinden farklı değildi.
Onun ne düşündüğünü, niyetlerini, nelerden hoşlanıp neleri tolere ettiğini, nelere dayanamayıp isyan noktasına kadar vardığını bilmem için her gün birarada olmam da gerekmiyor zaten.
Bazılarının sandığı ve herkese de kabul ettirmeye çalıştığının aksine, Abdullah Gül, hesapçı olmayan, açık bir kitap gibi şeffaf biri. Kendisinden çok başkalarını ve ülkeyi düşünür. Attığı her adımda uzun yıllardır tanıdığı yol arkadaşlarına en çok sorduğu soru, attığı o adımın içinden çıktığı kesime mensup sıradan insanlar tarafından nasıl karşılandığı sorusudur.
Genel eğilimin dışında kalmak istemeyen bir yapısı vardır.
Son KHK’daki ‘müphem’ ifadelerin daha kesin ifadelerle yer değiştirmesini talep ettiği ilk mesajından itibaren ağzından ve kaleminden çıkanların hep bilinen nazik üslubunu yansıttığını da herkes görüyor olmalı.
Sabır, ama nereye kadar?
Ne yaptığını, neler yapabileceğini tahmin etmesi hiç de zor olmayan bir insan Abdullah Gül.
Şimdilerde sağda-solda çıkan değerlendirme yazılarını okuduğum ve TV ekranlarına taşınan yorumlara kulak verdiğim zaman, yazılanlar ve söylenenlerden dehşete düşüyorum.
Elbette Gül’ün de sabrının bir sınırı vardır; ancak onun sabır eşiği biraz daha geniş. Elbette, kendisinden beklentiler arttığında, kişisel yapısı öne çıkmamaya müsait olduğu halde, görev üstlenmekten kaçınmadığı da biliniyor. Ancak sabrının taşması ve ‘‘Bana bir görev düşüyor mu?’’ sorusu eşliğinde öne çıkması o kadar kolay olmuyor.
Başgösteren tartışmalar sabrını zorluyor olabilir mi?
Zorlasa da medyadan bazılarının ona biçtiği rolü kabullenmesi için bu kadarının yeterli olmadığını düşünüyorum.
Ortak aklın ve sağduyulu yaklaşımın ortadan bütünüyle kalktığı bir ortamla karşı karşıya kalınırsa ancak o zaman iş değişebilir.
Refah Partisi’nde başlayan siyasi yolculuğunu farklı bir düzleme taşıma kararına varması öyle bir ortamda gerçekleşmişti. Genel başkanlığa adaylığını, birbiri ardına iki kez Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış partisinin hiçbir şey olmamışcasına yola devam ettirilmek istenmesi üzerine koyduğu unutuluyor.
O karara varması için de beraber siyaset yaptığı yol arkadaşlarındaki ve kitledeki genel eğilimin o yönde olduğunu anlaması gerekmişti.
Elbette yanılabilirim, sonuçta o da bir insan ve insanların başkalarını şaşırtma özelliği de vardır.
Bu noktada yıllardır gözlemlediğim bir özelliğini daha belirtmek isterim: Bir kere karar verdi mi, sağına soluna bakmadan, ‘‘Kim ne der?’’ hesabı yapmadan sonuna kadar gitmekten geri kalmayan bir yapısı da vardır.
Yanlışa ‘yanlış’ denmeyecek mi?
Türkiye ve içerisinde yer aldığımız bölge ilginç bir dönemden geçiyor. Bu dönemde bütün kararların hiç yanlışsız alınması, başlatılan uygulamaların üzerinde kafa patlatılmış bir sürecin eseri olması gerekiyor.
Yanlışları fark ettiğinde ‘‘Sakın ha’’ uyarısında bulunmak, düşünen herkesin görevi.
Herkesten fazla da, uzun yıllar bakanlık, bir süre başbakanlık ve 7 yıl da cumhurbaşkanlığı görevini yürütmüş Abdullah Gül’ün…
Ne yapmalı yani, yanlış olduğunu düşündüğü bir tasarrufa ses çıkarmamalı mı?
‘Doğru’ kimsenin tekelinde olmadığı gibi, ‘yanlış’ da herkes tarafından yapılabilir. Hep ‘doğru’ yapması beklenenlerin ‘yanlış’ yaptıklarında bilebilecek durumdaki birinden bunu öğrenmeleri herkesten önce kendilerinin yararınadır.
Bütün bu mülahazalar içerisinde 2019’da yapılması beklenen cumhurbaşkanlığı seçimi hesapları yok mudur? Abdullah Gül böyle bir beklenti içerisinde midir?
Kritik soru bu.
Soruya benim kısa cevabımı sizlerle paylaşabilirim: Cumhurbaşkanlığı döneminde partiler-üstü bir tavır sergilemiş olmasına rağmen, kurucusu olduğu partiye samimi bağlılığı vardır ve ancak denklemin içerisinde AK Parti de bulunursa bunu o zaman düşünmeye başlayabilir.
Bunlar benim tamamen sübjektif tespitlerimdir ve öyle de değerlendirilmelidir.
*Bu yazı ilk kez fehmikoru.com'da yayımlanmıştır.