İŞTE ANİBAL GÜLEROĞLU'NUN O YAZISI
Sinemada dini temaları işlemek, elini taşın altına koymak demektir. Özellikle Peygamber hayatlarına dair yapımlar söz konusu olduğunda her açıdan risk alınmış olunur. Zira böyle bir film için kollar sıvandığında dini çevrelerin ayrıntı hassasiyeti girer hemen devreye. Bu tepkiselliği bir dereceye kadar normal karşılamak mümkün. Çünkü senaryolaştırılan konunun kabul görmüş gerçekleri yansıtmaması ya da yapımların inancı güçlendirecek yerde akıllarda soru işareti yaratacak türden olması ‘yönlendirici-karalayıcı’ art niyeti de beraberinde getirir.
Hz. Muhammed: Allah'ın Elçisi'nden Türkçe fragman
Ayrıca böylesi durumlarda radikal insanların bilinçsizce göstereceği tepkileri de hesaba katmak gerekir. Nasıl ki, Suriyeli yönetmen Mustafa Akkad’ın 1976’da yaptığı ve halen İslamiyet’in doğup yayılmasını anlatan en etkili yapım sayılan ‘Çağrı’ filminde Vahşi’yi oynayan oyuncu, senaryo gereği olsa dahi Hamza’yı öldürdüğünden dolayı gerçek hayatta kötü kişi ilan edilmiş, ölüm tehditleri alıp iş bulamamıştır. Bu örnek cehalet olarak görülebilir ama 2 binli yıllarda bile insanların din adına kan döktüğü gerçeği hesaba katıldığında, bazı algıların aynı kaldığı ve duruma hassasiyetle yaklaşmanın ne kadar önemli olduğu gerçeği kendiliğinden çıkıyor ortaya.
Anlayacağınız dinlerin tarihini ve Peygamber hayatlarını anlatan filmler çekmeye soyunmak, hem mezhepsel açıdan hem de gerçekçi üslupla hakkını verme noktasında türlü zorluklara karşı mücadele vermek demek. Nitekim İran sinemasının dünya çapında önemli olmayı başarmış ismi Mecid Mecidi’nin ‘‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’’ filmi de bu handikaplarla karşı karşıya. Biz de bu amaçla, Suudi Arabistan ve Mısır’da yasaklanmasına karşın ülkemizde vizyona girecek olan, bu büyük prodüksiyonla ilgili naçizane görüş bildirip göze çarpan kimi detayları saptayalım dedik.
‘‘ALLAH’IN ELÇİSİ’’ FİLMİNDEN YANSIYAN TABLO NASIL?
Hz. İsa’yı ve Hz. Musa’yı ele alan pek çok yapım olduğu halde İslamiyet’i sinema diliyle anlatan ‘Çağrı’ filmi yıllar boyu tek kaldı. Yapımın halen IMDb listesinin ortalarında yer aldığını düşünürsek, bu alanda ne denli büyük bir açlık çekildiği ve o oranda da muazzam bir boşluk olduğu hakikati iyiden iyiye gösteriyor kendini. Ne yazık ki, başta sıraladığım çekincelerden dolayı olsa gerek, o günden sonra kimse elini taşın altına koyup Hz. Muhammed’i ve İslamiyet’in doğuşunu-yayılışını anlatan yeni bir sinema örneği sunamadı dünyaya. ‘Mohammed: The Last Prophet’ isimli İngiliz yapımı 95 dakikalık animasyonu saymazsak… TRT dizisi olan Sami Saydam yönetmenliğindeki ‘Vahyin İzinde’yi, epik bir drama olarak dikkat çekse dahi belgesel özelliğiyle etki alanının sınırlı kaldığı gerçeğiyle televizyon dünyasına bırakırsak… Elde kalan yine defalarca ekranda yer bulan ‘Çağrı’ filmi oluyor.
Sonra bir bakıyoruz, Hz. Muhammed’in karikatürlerini yayınlayanları protesto için Danimarka Film Festivali’nden çekilen… ‘Merhamet ve Adalet’ isimli kısa film yarışmasında jüri üyeliği yapmak için geldiği ülkemizden biraz buruk ayrılsa bile Türkiye-İran ortak yapımı film çekmeyi arzulayan… Ve Hz. Muhammed’in sadece ‘Çağrı’yla anlatılamayacağını söyleyen Mecid Mecidi gönüllü olmuş buna. Hem de ne gönüllülük… 2007’de başlayan çalışma süreciyle gelişen proje için iki yıllık araştırma temposuna giren Mecidi’nin bu gönüllülüğü, dünyada hızla yayılan İslamofobi’ye karşı durup İslam ve Peygamber düşmanlarının yarattığı yanlış imajı silecek, dünya çapında bir sinema anlatımı sunmaya dayalı! Peki, çekimleri beş yıl süren yapım gerçekten de dünyadaki algıları değiştirip iz bırakabilecek türden bir çalışma mı?
Anthony Quinn, Irene Papas gibi ünlülerin yer aldığı özgün adıyla ‘The Message’ klasiğinden yıllar sonra bu boşluğu doldurmaya aday bir film sunan Mecid Mecidi imzalı ‘‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’’nin derinliğine dalmadan önce bir noktaya açıklık getirmekte fayda görüyorum. Bu yazı tamamen filmden yansıyan tabloya yönelik yorumlar içermektedir. Bundan ötesi bizim işimiz değil zaten. Açıklamamızın ardından gelelim filme…
Mecid Mecidi’nin filme dair notuyla açılışını yapan ‘‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’’nden yansıyan tablo nasıl diye baktığımızda… Bu konu hakkında ilk sözüm, filmde dini kaygılardan ziyade Mecidi’nin sinema üslubunun ve ilham vasfının öne çıktığı yönünde olacak! Nitekim Hintli besteci A.R. Rahman’ın müzikleriyle yaratılan duygusal atmosfer ve görüntü yönetmeni Vittorio Storaro’nun yarattığı görsel gücün yüksekliği de, bu mantığı doğrulayan unsurlar. Çekimleri için 30 milyon dolar harcandığı belirtilen filmin bu yönüyle dünya çapında bir iş olduğu kuşku götürmez. Öte yandan kamera arkası ekipte bolca İtalyan ismine rastlanılan yapımın içerik yorumu da, dini vasfından ziyade kurgusallıkla ortaya çıkartılan tarihi anlatım dilinin hâkimiyetinde… Ki, Hz. Muhammed’in ‘Beklenen’ olarak dünyaya geldiği ancak henüz ‘Söz’ün gelmediği dönemine değinen senaryonun sergiledikleri, filmin bu özelliğini perçinlemekte! Hatta o kadar ki, filmin bazı sahnelerindeki benzeşmelere bakıp Hz. İsa’yı anlatan yapımlarda gördüklerimizle özdeşleştirmek dahi mümkün. Bunların ne olduğunu filmin akışı içinde değerlendirelim.
MECİDİ’NİN FİLMİNDE HZ. İSA’YI ANIMSATAN SAHNELER
Tüm dinsel kaygılardan uzak, sadece sinema filmi çerçevesinde bir kıyaslama yapıldığında kuşkusuz herkesin ‘‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’’ filmine kendince bir bakış açısı ve yorum getirmesi mümkün. Bu doğrultuda Hz. İsa’ya dair farklı yapımları görmüş bir seyirci ve eleştirmen kimliğimle ben de, tıpkı en küçük bileşene dikkat eden Mecidi gibi ayrıntılardan bütüne ulaşıp, gözüme çarparak aklıma takılanları paylaşmak istiyorum.
Şöyle ki; Mecidi, ilk etapta Kureyş dönemindeki karanlık tabloyla karşı karşıya bırakıyor izleyicisini. Ancak Mekke’den kovulanlara arka çıkmanın Kureyş Fermanı’na karşı gelmek olduğu söylemiyle sergilenen zulüm tablosunu, üç yıldır yokluk vadisinde sıkışıp kalmış Haşimoğulları’na reva görülen baskıcılığa dair söylem ve Hz. Muhammed’i himaye eden Ebu Talip’in yaşlılığında buluşturan bu başlangıcı, her ne kadar anlatıyla desteklense de, yeterince açıklayıcı bulmak biraz zor. Çünkü iç içe geçmişlik hâkim kurgu diline. Bir yandan o dönemdeki atmosferi sunuyor seyircisine… Bir yandan da yeni doğan bebek üstünden Peygamber’in sözlerini aktarıp, kız çocuğunun ‘Cennet kapısı’ olduğunu ve hurmanın anne sütünü artırdığı vurgusunu yaparak, çocukluk evresinin ötesine taşıyor filmin içeriğini. Kız çocuklarının utanç sayılıp diri diri gömüldüğü Cahiliye dönemine nazire edercesine verilen bu mesajla günümüzde kızları hor görenlere de lafını vuran senaryo, ardından Ebu Süfyân’ın ‘Cahiliye’ saldırganlığıyla başa çıkma noktasında ‘Fil Vakası’nı sokuyor devreye. Kâbe’yi ele geçirmek isteyen ama Ebabil kuşlarıyla engellenen Fillerin Efendisi’nin uğradığı hezimetin görkemli anılarına dalan Ebu Talip’le, karıncalar tarafından yenen Kureyş Fermanı’ndaki Allah gücünü resmeden yapım, böylesi git-gelli aşamada sinema gücünü ispatlıyor ama iyiden iyiye karıştırıyor sahneleri. Buna karşılık tarihi karakterleri algılama bilmecesi yaratan bu sunumda mesajcılığını sürdürmeyi de ihmal etmiyor. Hem inanç kavramını ve putperestlerin hac olayını ticaretle bağdaştıran topluluk liderlerinin ortak çıkarcılık mantığını aktarıyor, hem de savaşmadan ganimet elde edilemeyeceği mesajını veriyor seyircisine. Üç saate yakın temposunu geliştirmek için Abdülmuttalib ve ailesinin karşılaştığı zorluklardan başlamayı uygun gören senaryonun asıl konuya girişiyse, Hz. Muhammed’in doğumuyla olmakta. Zaten dikkat çeken benzeşmeler de o andan itibaren açığa çıkmakta.
Bu evrede filmin bize sunduğu tablo… Gökyüzünde kayan yıldızlar, olağanüstü doğa olayları ve Hz. Meryem’in kucağında resmedilen Hz. İsa’ya anımsatan bir doğum görselliği! Fragmanda da verilen bu yansımayı, Allah’ın birliğini ve iyilik olgusunun din ayrımı gözetmemesini vurgulamak adına olumlu karşılayabiliriz ama Hz. Amine’nin aynı pozda sunulmasına takılmamak mümkün değil. Bu sahnelerin misal, TRT’nin ‘Vahyin İzinde’ belgeselindeki gibi, abartısız biçimde verilmesi; Hollywood’un dini filmlerine öykünmek yerine özgün görsellikle sunulması daha iyi olmaz mıydı?
Cevap nasıl gelir bilmem ama… Sinema eseri olarak övgüye değer bulduğum ve insanlığa ‘Hepimiz aslında biriz. Para yüzünden tetiklenen hırslar tüm ayrımların-kötülüklerin kaynağı. Tek Tanrı inancında hoşgörü ve adalet esastır’ felsefesini her karesinde hissettirerek bu mantığı, finalde aynı suya dalan farklı insan elleriyle buluşturarak noktalayan Mecidi’nin filmindeki diğer benzeşmeler de aynı soruyu sorduran türden. Benzeşmelerin en bariz açığa çıktığı yerler ise henüz küçük bir çocuk olan Hz. Muhammed’in mucizeleri!
Mucize konusu çok derin bir altyapıya ihtiyaç doğurduğundan, Ankebut Suresi’nin 50-51. ayetlerinde mucizelerin Allah katında olduğu buyrulduğundan ve dahi ebedî mucizesi Kur'an olduğundan ‘Bu tarz mucizeler var mıdır yok mudur’ sorgusuna girmeden, aklıma takılan ayrıntılara şekli kıyaslamalar üstünden değinmekte fayda görüyorum. İlk detay, doğumuyla bolluk bereket getiren Hz. Muhammed’in sütannesiyle ilgili… Filmde annesinin göğüslerinde süt olmadığı için tutulduğu söylenen Halime’yle hem farklı bir gidişat sunuluyor, hem de ‘diriltme’ mucizesi.
Senaryoya göre, Yahudi tüccar Samuel’in acıyıp su vermesi sayesinde hayatta kalan ve kaçan devenin peşi sıra gitmesiyle Halime’nin sütanneliği başlıyor. Sa’doğulları kabilesinden sütanne Halime’nin kurumuş göğsünü sütle doldurarak ilk mucizeyi dillendiren senaryo,
Halime’nin iki yaşından sonra ailesine teslim etmek için geri getirdiği Hz. Muhammed’in yeniden onlarla birlikte gönderilişiniyse, Mekke vebasına değil de, peşindeki Yahudi Samuel’den kaçırılıp korunma isteğine bağlıyor. Hadi bu farklılığı kurgunun konu geliştirme inisiyatifine bırakalım. Dört yaşındaki Hz. Muhammed’in Halime’nin üstüne konan putları atıp elini göğsüne koyarak onu canlandırmasını nasıl yorumlayalım peki? Bu tabloda Hz. İsa’ya nispet edilen ölüleri canlandırma mucizeciliği yakalanmış olmuyor mu?
Nitekim yapımda İsevi hava estiren benzer örnek bir dolu. Annesinin ölümünden sonra hastalanan altı yaşındaki Hz. Muhammed’in Ebu Talip tarafından su birikintisine sokulmasına bakıp Hz. İsa’nın vaftiz sahnesini hatırlamak olası… Amcasıyla birlikte çıktığı yolculukta putperest balıkçı köyünde putu yıkıp denizi coşturarak, denizdeki balık yokluğundan yakınanların köyünü balıkla doldurmak… Ben-Hur filminde Cüzamlılara sahip çıkan Hz. İsa misali, bu insanlara siper olma sahnesi yaratmak… Sesi duyulmasa, yüzü görünmese dahi saçları, elleri ve fizik siluetiyle karşımıza gelen Hz. Muhammed’in bu duruşuyla Hz. İsa’yı anlatan yapımlarla benzer bir görsellik sunmak… İlk etapta öne çıkan yoruma açık ayrıntılar.
Bunun ötesinde içerik açısından dinen sakıncalı detaylar yakalayıp eleştiri getirmek isteyenler de senaryonun, Hz. Ali’yi muhtaçlara ekmek dağıtırken zikretmesine karşılık, Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’den bahsetmeyişine takılabilir. Lakin senaryonun Hz. Muhammed’in yetişkinliğine değinmediği gerçeği, bu kınamaların önüne geçecektir elbet.
Neticede; Günümüzde parayı ‘put’ yapıp birbirine düşerek modern Cahiliye dönemi yaşayan insanlığa Hz. Muhammed’in iyiliklerle dolu barışçıl varlığını ve İslamiyet’in insancıl yüzünü göstermek adına insan fıtratını konuşturmaya çalışan… Peygamber’in yüzünün veya fiziksel halinin gösterilmesinin hiçbir yerde yasaklanmadığını belirtip filmine yönelik bahaneleri siyasi bulan Mecid Mecidi’nin ‘‘Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi’’ filmi bütünüyle ele alındığında kayda değer bir yapım niteliğinde. Dahası kadınların da en az erkekler kadar değerli olduğunu hatırlatıp, kız çocuklarının rahmetini dile getirmek için de bir vesile.
Dolayısıyla zengin sahnelerle, yarattığı görsellikle akıllarda yer edecek türden olan filmin ‘haram’ ilan edilmeyip görülmesinde fayda var. Ancak ‘tarihi film’ vasfının ötesine geçmesini ve yönetmenin İslam’ın ‘aslına uygun tanıtım’ hedefini sağlamak için daha farklı bir anlatım tarzına ihtiyacı olduğu da kesin. Yok, eğer ‘Bu kurgusal zenginlikle yaratılmış bir sinema şöleni ve aslolan yönetmenin bakış açısı deniyorsa’ o zaman da son söz seyircinin. İyi seyirler…
ANİBAL GÜLEROĞLU'NUN YAZISININ DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN