Irak’ta resmi adı ‘Kürdistan Bölge Yönetimi’ olan idari yapı için, yakın zamana kadar ‘Kuzey Irak’taki olus¸um’ gibi garip bir terminoloji kullanılıyordu. Başbakan Erdoğan bu tabuyu kırdı. Bu olay bazı kesimlerde sevinç, bazı kesimlerde kızgınlık yarattı. Ancak tabunun büyüğü, Irak Kürdistanı’na ilaveten Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir’in ‘Türkiye Kürdistanı’ dediği ‘Kuzey Kürdistan’, Kürtlerin Rojava dediği ‘Batı Kürdistan’ ve kimsenin adını ağzına almadığı İran Kürdistanı’ndan (Kordestan-e Iran) oluşan ‘Büyük Kürdistan’ hakkında konuşmak.
‘Kürdistan’ terimi ilk kez, son Büyük Selçuklu Sultanı Sancar Bey’in (ö. 1157) merkezi bugünkü İran’ın Hemedan kentine yakın Bahar kenti olan ‘Kürdistan Eyaleti’ için kullanılmıştı. Ancak bu kaydın Sencer döneminden 200 yıl sonra tutulduğunu belirtelim. Yani kaynağa ihtiyatla bakmakta yarar var.
İdis-i Bitlisi ve Şeref Han’ın Kürdistan’ı
Yavuz (I) Selim’in (1512-1520) Safevi Devleti ile 1514’te yaptığı Çaldıran Savaşı sonrasında Osmanlı ile Kürtler arasındaki ilişkiler önemli bir dönüşüm geçirdi. İdris-i Bitlisi adlı bir Kürt büyüğünün aracılığıyla Sünni (Şafii) Kürtlere yeni bir statü verildi. İran’dan Irak’a, Suriye’den Anadolu’ya uzanan geniş Kürdistan coğrafyasının önemli bir bölümüne hakim olan 28 Kürt beyi (Ümera-yı Ekrad) değişik imtiyazlar karşılığında Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmaya söz verdiler. Bu dönemin belgelerinde coğrafi terim olarak ‘Kürdistan’ kullanılıyordu.
Kürdistan adı, yine coğrafi terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1525 ve 1553 tarihli fermanlarında da vardı. İran’da Şah Tahmasp’ın sarayında büyüyen ve Tahmasp tarafından ‘Kürtlerin Emiri’ unvanı verilen Şeref Han Bitlisi, 1596-97 yıllarında kaleme aldığı Şerefname adlı eserinde ‘Kürtlerin memleketinin sınırları Okyanus’tan ayrılan Hürmüz Denizi [Basra Körfezi] kıyısından başlar; bir doğru çizgi üzerinde oradan Malatya ve Maraş illerinin nihayetine kadar uzanır. Böylece bu çizginin kuzey tarafını Fars, Acem Irak’ı [Güneybatı İran’ın Kuzistan Eyaleti] Azerbaycan, Küçük Ermenistan ve Büyük Ermenistan teşkil eder. Güneyine ise Arap Irak’ı, Musul ve Diyarbekir illeri düşer,” diyordu.
Evliya Çelebi’nin Kürdistan’ı
I. Ahmet, 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde ayrıntılarıyla Kürtleri, Kürtçeyi, Kürdistan bölgesini ve şehirlerini (Erzurum, Diyarbakır, Bitlis, Van, Musul ve irili ufaklı pek çok yerleşimi) anlatmıştı. (Martin Van Bruinessen’e göre Seyahatname’nin Kürdistan’la ilgili bölümlerinin tam bir baskısı henüz yapılmadı.) “Büyük ülkedir. Bir ucu Erzurum, Van diyarlarından Hakkari, Cizre, İmadiye, Musul, Şehrizor, Harir, Erdelan, Derne, Derteng’i de içererek Basra Körfezi’ne kadar yetmiş konak mesafe sayılır. Arap Irak’ı ile Osmanlı arasında bu yüksek dağlar içinde altı bin adet Kürt aşiret ve kabilesi güçlü bir sed olmasaydı Acem kavmi için Anadolu’yu istila etmek çok kolay olurdu. (…) Ama bu Kürdistan’ın eni, boyu gibi geniş değildir…” diyen Çelebi, İdris-i Bitlisi ve Şeref Han Bitlisi’nin Kürt emirliklerinin ve aşiretlerinin otonomi içinde yaşamalarının imparatorluğun güvenlik politikalarına uygunluğu yolundaki tezlerini tekrarlıyordu. Evliya Çelebi’nin zikrettiği şu kaside ise Bruinessen’e göre en eski Kürçe şiir olmalıydı: “Reyi li Asef diken/walih û heyranê işq/Dersê Aresto diden/serxqweş û sekranê işq/Eqlê kul er bête nîv/mektebê işqî demek/Dê bibitin mezhekî/tiflê hewesxwanê işq.” Şiirin Sami Tan tarafından yapılan tercümesi şöyle: “Esefe çare bulunur/Aşka sadık ve hayran olan/Aristo dersi verir/Aşkla sarhoş olup kendinden geçen/Meydanda yarım kalan akıl/Aşkın okulu demek/Maskaraya döner/Aşkın hevesli çocukları.”
Abdülmecid’in madalyonu
Modernleşmeci padişahlardan Abdülmecid döneminde, 1847’deki Bedirhan Bey İsyanı’nın bastırılmasından sonra resmen ‘Kürdistan Eyaleti’ni kuruldu. 14 Aralık 1847 tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanan fermana göre Kürdistan Eyaleti, Diyarbakır Eyaleti, Van, Muş ve Hakkari sancakları ile Cizre, Botan ve Mardin kazalarını kapsıyordu. Başkenti Ahlat, ilk valisi Musul Valisi Esad Paşa idi. Abdülmecid bölgenin Bedirhan Bey’den geri alınmasının şerefine aynı yıl bir de Kürdistan madalyası bastırmıştı. Altın, gümüş ve bronz üç çeşit, 29 mm. çapındaki madalyanın üzerinde Kürdistan dağlarının kabartması, Kürdistan yazısı ve taarruzun Rumi takvimdeki yılı olan 1263 (1847) yazıyordu. Madalyanın arka yüzündeyse Abdülmecid’in tuğrası yer alıyordu.
Kürdistan’ın merkezi Ahlat’tan sonra sırasıyla Van’a, Muş’a ve Diyarbakır’a taşındı. Osmanlı İmparatorluğu’nun genel idari yapılanmasındaki reformlarla uyumlu olarak 1856’da bu eyaletin sınırları yeniden düzenlendi, 1864’te ise Diyarbakır ve Van vilayetlerine bölünerek son buldu. Ancak İsmet Şerif Vanlı’ya göre 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Sadrazam Abidin Paşa’nın Avrupalı elçiliklere yazdığı mektuplarda ‘Anadolu ve Kurdistan’daki vilayetler’ terimi hala kullanılıyordu.
Coğrafya-i Umumi’de Kürdistan
Şemseddin Sami’nin 1889’da yayımlanan dev eseri Kamusu’l-Alam’ın ‘Anadolu’ maddesinde, bölgenin güneydoğu sınırı Kürdistan olarak adlandırılmıştı. 1890’da yayımlanan, devletin askeri ve sivil okullarında okutulan Coğrafya-i Umumi’de (yazarı Yenişehirli Ahmed Cemal idi), Osmanlı ülkesi önce ‘Avrupa-yi Osmani’ ve ‘Asya-yi Osmani’ diye ikiye; Asya-yi Osmani de altı bölgeye ayrılıyordu: 1) Anadolu, 2) Adalar, 3) Kürdistan, 4) Irak, 5) Suriye ve Filistin, 6) Hicaz ve Yemen. Bu adlandırma, yazarın diğer kitaplarında da tekrarlanmıştı. Kısacası II. Abdülhamit döneminde Kürdistan adıyla ilgili bir sıkıntı yoktu.
Abdülhamit’i tahttan indiren İttihatçıların Dahiliye Nazırı Mehmed Ali Bey’in Hariciye Nazırı Ferid Pas¸a’ya gönderdigˆi 13-14 Nisan 1335/1919 tarihli tezkereye bakılırsa bu tarihte de Türklerin Kürdistan, Kürt (ve Ermenistan) gibi terimlerle ilgili bir kompleksleri yoktu.
Mustafa Kemal’in pragmatizmi
Milli Mücadele’nin başlarında Mustafa Kemal’in, Kürt aşiret reislerine çektiği telgraflarda, Sovyet Rusya Dıs¸is¸leri Komiseri Çiçerin’e yazdığı mektupta, bazı Meclis konus¸malarında Osmanlı’dan kalma bir alışkanlıkla ‘Kürdistan’ dediğini, Birinci Meclis’in Doğu’dan gelen üyelerine ‘Kürdistan mebusu’ dendiğini de biliyoruz. Ancak bu kullanımlar, bence Milli Mücadele’ye Sovyet Rusya’nın ve Kürtlerin desteğini sağlamak gibi pragmatik nedenlere dayanıyordu. Nitekim, 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren belgelerde bölgeden Vilayat-ı S¸arkıya veya Şarkî Anadolu olarak söz edilmeye bas¸landı. Bu tarihten sonra Mustafa Kemal bir daha Kürt, Kürdistan (ve Lazistan, Ermenistan) gibi terimleri ağzına almadı. (Yani Başbakan’ın ‘Kürdistan’ terimini kullanmaya meşruiyet kazandırmak için Mustafa Kemal’e yaptığı atıf yerinde değildi.)
Buna uygun adımlardan biri olarak 1929’da Faik Sabri’nin (Duran) ünlü Türkiye Coğrafyası adlı kitabında Türkiye fiziki coğrafya açısından üç temel bölgeye ayrılmıştı: 1)Trakya Yaylaları, 2)Anadolu Yaylaları, 3)Şark Yaylaları. Şark Yaylaları, Kars’tan Fırat ile Dicle arasında (Cezire-i Ulya) kalan 236 bin km²’lik alandı.
1941’de toplanan Türkiye Coğrafya Kongresi’nde Hamid Sadi Selen’in önerisi ile Türkiye yedi coğrafi bölgeye bölünürken Şarki Anadolu terimi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya dönüşmüş, işin ilginç yanı bu terminoloji Kürt olsun, Türk olsun dönemin bazı solcuları tarafından da benimsenmişti ya da kabul edilmek zorunda kalınmıştı.
‘Vatan-ı umumiye’ olarak Anadolu
Söz Anadolu’ya gelmişken hatırlatayım, Osmanlı-Türk elitlerinin ‘Anadolu’ya bakışını 13 Ocak 2013 tarihli “Türkiye yerine ’Anadolu Cumhuriyeti’ olsaydı ne olurdu?” başlıklı Radikal yazımda anlatmıştım. Şimdi biraz geriye gidelim ve Kürt elitleri için Kürdistan, Anadolu ve Türkiye terimleri ne anlama geliyordu ona bakalım. Bu bölümü yazarken yararlandığım çalışmaların sahibi Gürdal Aksoy’a göre, bu konuda net bir tutum yoktu. Kürdistan bazen belli bir bölgeyi, bazen sınırları belirsiz ama Anadolu’dan ayrı bir bölgeyi, bazen Anadolu ile bütünleşik bir bölgeyi anlatıyordu.
Örneğin 1908’de kurulan Kürd Teavun ve Terraki Cemiyeti’nin tüzüğünün 15. maddesinde Kürdistan’dan söz edildiği halde, 24. maddesinde “memalik-i Osmaniyenin Kürtlerle meskun vilayetleri” ifadesi de kullanılıyordu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) kurucularından Abdullah Cevdet, Osmanlı sınırları içinde yaşayan tüm halkların ‘ortak bir vatan’ (müşterek bir vatan-ı umumi) etrafında birleşmesi gerektiğini açıkça savunmakta ve bu ortak vatanın adı olarak da ‘Türkiya’dan söz etmekteydi. Sadeleştirilmiş Türkçeyle o sözleri aktarıyorum: “İşte bakın ben Kürdüm. Kürdleri ve Kürdlüğü severim. Fakat madem ki hukuk ve vazifece eşit Türkiya vatandaşlarındanım, herşeyden evvel Türküm (…) Benim bu sözümden, ben madem ki Türkiya vatandaşıyım Kürd lisanı unutulsun Kürdlüğüm unutulsun dediğim anlaşılmasın. Bilakis, Kürd Kürdcesini, Ermeni Ermenicesini kültürel olarak ihya etsin. Bundan Türkiya’ya zarar geleceğini sananlar ancak bal kabak kafalı, veya hain ruhlu kimselerdir.”
Kararsızlık yılları
Yine Gürdal Aksoy’un kelimeleriyle Kürdistan adlı ilk Kürtçe gazeteyi (1898) yayımlamış olan Mikdad Mithad Bedirxan ile kardeşi Abdurrahman Bedirxan beyler ise, Cevdet’ten cok farklı olmayan bir çizgiyi temsil etmişlerdi. Gazetede Kürdistan adından bazen bir vatan, bazen ise bir bölge olarak söz edilmiş olması Osmanlı şemsiyesi altında kültürel bir ulusçuluğa işaret ediyor” gibiydi.
Kürdoloji Çalışma Grubu tarafından Türkçeleştirilerek yayımlanan 1913 tarihli Rojî Kurd dergisinin 3. Sayısında yayımlanan Hüseyin Kenan Bedirhani Bey’in hayat hikayesi anlatılırken ‘vatan-ı asliye’ olarak ‘Kürdistan’dan söz edilirken, yine aynı dergide “Kürd milliyetinin Anadolu’nun nispeten medeniyet merkezlerinden uzak bir kısmında bulunması” veya “Musul, Van, Diyarbakır, Elazığ ve Erzurum illerinin geneli ile Halep, Şam, Bağdat ve Sivas illerinin bir kısmında yaşayan Kürtler” gibi genel ifadeler de kullanılıyordu.
1918’de Kurdistan gazetesinde yayımlanan ‘Kürdistan ve Kürdler’ başlıklı makalede ise (Günümüz Türkçesiyle) “Bugün Kürdler, İran’ın Loristan eyaletinden Harput’a ve Fırat, Dicle nehirlerinin kavşak noktasını teşkil eden Kurna kasabasına kadar uzanan devasa arazinin sahibidirler. Anadolu ile İran’ın çeşitli mevkilerinde ve hatta Belucistan ve Rusya ile Afganistan’da farklı Kürd kabileleri mevcuddur” deniyordu. Bu ifadede Kürdistan ve Anadolu iç içe geçmişti.
Halbuki Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin üyelerinden Memduh Selim Bey cemiyetin yayın organı Jin’de yayımlanan bir makalesinde Anadolu’yu açıkça Kürdistan’dan ayrı tutmuş, Kürdistan’dan söz ettikten hemen sonra “Anadolu’ya dağılan” “pek çok miktardaki Kürd muhacirleri”ne değinmişti.
1927’de Beyrut’ta kurulan Xoybun’un başkanlığını da yapmış olan Celadet Bedirxan Bey de, Kürtlerin sürgün edilmesine dair yasa hakkında yazdığı bir metinde, “Anadolu ve Trakya Türklerinin bir kısmının Kürtlerin ülkesine” nakledileceği endişesini dile getirirken, Anadolu-Kürdistan ayrımını yaptığını göstermişti. Xoybun’un diğer bir yönetici üyesi Kadri Cemil Paşa da anılarında “Anadolu’da sürgündeyken Kürdistan ile ilgili duydukları iyi haberlere sevindiklerini” yazarak, iki coğrafyayı birbirinden kesin şekilde ayırmıştı. Nihayet Xoybun’un 1928’de yayımladığı İngilizce broşürde ve 1930’da D. Beletch Shirguh imzasıyla Celadet Ali Bedirhan’ın yazdığı İngilizce broşürde, Kürdistan’ın ayrı bir ülke olduğunun altı kalınca çiziliyordu.
‘Doğu ve Güneydoğu Anadolu’
1941’deki Coğrafya Kongresi’nin ardından coğrafi bölge repertuvarına eklenen Doğu, Güneydoğu ve İç Anadolu adları, sadece Türklerin değil bazı Kürtlerin de hoşuna gitmişti. Örneğin Varto’daki Xormek Aşireti’nden olan, aşiretinin Türk kökenli olduğunu ileri süren, 1925’te Şeyh Sait İsyanı’na silahla karşı koyanlardan olan Mehmet Şerif Fırat, 1948’de ilk kitabına Doğu İlleri ve Varto Tarihi adını vermişti. Kitap 1961’de 27 Mayıs darbesinin Devlet Başkanı ve Başbakan’ı Cemal Gürsel’in (ki ‘Cemal Aga’ da Kürt asıllıydı) önsözüyle ve aynı adla tekrar yayımlanacaktı.
Geçen haftaki yazımda adını andığım Nuri Dersimi de 1950’de kaleme aldığı Kürdistan Tarihinde Dersim adlı eserinde Anadolu-Kürdistan ayrımını yapmakla birlikte, az da olsa Anadolu Doğusu, Şark veya Şarki Anadolu terimlerini kullanıyordu. (Nuri Dersimi’nin yazdığı sanılan MC’ye hitap eden 20 Temmuz 1937 tarihli mektupta, Kürdistan terimi Dersim için kullanılmıştı.)
1965’te Diyarbakır’da Said Elçi, Faik Bucak, Şakir Epözdemir, Derviş Akgül, Ömer Turhan ve A.Ş.E (?) tarafından gizlice kurulan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’nin adı hariç, 1967’de başlayan Doğu Mitingleri ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) gibi örgütlenmeler; İsmail Beşikçi’nin Doğu Anadolu’da Göçebe Alikan Aşireti (1967) ile Doğu Anadolu’nun Düzeni (1969) adlı çalışmaları; Kemal Burkay’ın 1975’te C. Aladağ adıyla ilk baskısı yayımlanan Milli Mesele ve Doğu’da Feodalite-Aşiret adlı eseri zamanın ruhunun empoze ettiği Kürdistan’sız söylemin ilk örnekleriydi.
Türkiye yerine Anadolu
Bugün Kürtlerin ‘Kuzey Kürdistan’ dediği bölgeye, 1960’larda Kalkınmada Öncelikli Yöreler adı verildi. Aynı yıllarda Türk teriminin iticiliği ve Kürdistan teriminin yasak olması yüzünden Kürt aydınları ‘Anadolu’ terimini yeğlediler. Bunun nedenini 1970’li yılların ilk yarısında İsveç’te, Uppsala’da sürgündeki Kürtler tarafindan çıkarılan Bahoz adlı derginin bir sayısında (1973, S. 48) yazar şöyle açıklamıştı: “Türkiye sözcüğü, aslında tarihi gerçeklere ters düşen, şövenist ve emperyalistçe bir deyimdir. Zira sözkonusu olan ANADOLU’dur (Anatolia). Bu kavram daha anlamlı ve gerçeğe yakındır.”
Bu eğilim PKK’nin gerilla mücadelesine başladığı 1984 yılına kadar sürdü. 1984 ile 2002 arasında ‘Kuzey Kürdistan’ın adı ‘OHAL Bölgesi’ iken PKK’nin lideri Abdullah Öcalan başlarda Anadolu’yu bazen Kürdistan’ı da içine alacak şekilde kullanırken, 1990’lı yılların sonlarında Anadolu söylemine daha çok sarılmış, 1999’da İmralı’ya hapsedilmesinden sonra ise, Anadolu’yu açıkça ‘ortak vatan’ ilan etmişti.
Kürt aydınlarının Anadolumerkezciliği
Modern dönem araştırmacılardan Faik Bulut 15/16/17 Kasım 1992 tarihli Özgür Gündem gazetesinde yayımlanan “Kürtler Milattan, İslamdan, Türklerden ve Osmanlılardan Önce Anadolu’daydı” başlıklı yazısı ise Bulut’un ‘Anadolumerkezci’ yaklaşımının en açık ifadesiydi. Makalenin 15 Kasım 1992 tarihli bölümünde Malazgirt’te Alparslan’a hizmet eden Kürtlerden söz etmekte ve “bu Kürtler de Alparslan’ın ordularıyla birlikte İç Anadolu’ya akıp gittiler” denmekteydi. Bulut’un bu tavrı zamanla daha da kristalleşmiş ve Türkiye’de Kültür Mozayiği’ başlığıyla Berfin Bahar (2000) dergisinde yayımlanan konuşmasında, Kürt Ittihatçısı Abdullah Cevdet’e atıfta bulunarak Anadoluculuğun açık savunuculuğuna ulaşmıştı.
BDP’nin öncüllerinden kapatılan DTP’nin başkanı Yaşar Kaya, Emin Cölaşan ile yaptığı polemikte, kendisini devşirme “Çölajanı Emin” karşısındaki “saf Anadolu çocuğu” olarak nitelemişti. 25 Ağustos 2000 tarihli Özgür Politika’da yayımlanan bir makalesinde ise şöyle diyordu: “Siz Rumeli’den gelenler yetmiş yıldır, kafasını kaldıran her Anadolu çocuğunun kafasını Turgut Özal misali ezdiniz, ama bu böyle sürüp gitmeyecek. (…) Anadolu sadece Rumeli’den gelmiş göçmenlerin değil, bizim esas yurdumuzdur.”
1970’lerden itibaren, eserlerinin yayımlandığı ülkeye bağlı olarak Kürdistan da diyen, Doğu Anadolu da diyen Kemal Burkay ise 2004’te Anadolu’yu bir buluşma noktası olarak tanımladı: “Birlikte yaşamamız arzu ediliyorsa neden Anadolu’nun tarihi ve kültürel dokusuna, çeşitliliğine uygun bir devlet yapısı benimsenmeyip, ona, belli bir etnik grubu çağrıştırmayan, tüm grupların evet diyebileceği bir isim bulmuyoruz? Örneğin ‘Anadolu Federe Cumhuriyeti’ diyelim… Türklere tanıdığımız hakları, nufusları nerdeyse onlar kadar olan ve kendi ülkelerinde Kürdistan’da çoğunluk oluşturan Kürtlere de tanıyalım, yani Türkiye’yi iki cumhuriyetli bir federasyona dönüştürelim.” Bu öneri, yukarıda sözünü ettiğim “Türkiye yerine Anadolu Cumhuriyeti denilseydi ne olurdu?” başlıklı yazımda anlattıklarımı çağrıştırıyor.
Kitabında Musa Anter, Kemal Burkay, Faik Bulut, Yaşar Kaya, Munzur Çem gibi yazarların ‘Anadolumerkezci’ söylemlerinden örnekler veren Gürdal Aksoy’un 16 Haziran 1996 tarihli Demokrasi gazetesinde yayımlanan ‘Kürt Tarih Yazımının Tarihi’ adlı makalesindeki bir öngörüyle yazıyı bağlamak istiyorum. Aksoy’a göre Kürt aydınları arasındaki ‘Anadolumerkezci’ bu tarih anlayışı iki ‘tarz-ı siyasete’ imkan tanıyordu. Bunlardan biri Anadolu’nun Kürtleşmesi –ki yazara göre sıfır noktasında denecek kadar zayıf bir olasılık idi bu-, diğeri ise Kürtlerin Anadolululaşması idi. (Yazarın bu ikinci olasılığı tercih etmediği anlaşılıyor.) Bugün bu yollardan hangisine doğru gittiğimizi söylemek kolay değil. En iyisinin Trakya’nın, Anadolu’nun ve Kürdistan’ın çok etnili, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü ama hepsinden önemlisi birey ve insan hakları temelinde, demokratik biçimde örgütlenmeye doğru gitmesi olduğu ise açık…
Özet Kaynakça: Şeref Han Bitlisi, Şerefname, Kürt Ulusunun Tarihi (Etnoğrafya ve Coğrafya Girişi), Çeviren: Celal Kabadayı, Yaba Yayınları, 2009; Rojî Kurd, 1913, Yayına Hazırlayan: Kürdoloji Çalışma Grubu, Zend Bilim Kültür Eğitim Basın Yayın Ltd. Şti., 2013; Martin van Bruinessen, “Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde 16. ve 17. Yüzyıllarda ‘Kürdistan’”, Toplumsal Tarih, S. 156, Aralık 2006, s. 24-31; Özkan Akpınar, “Geographical Imagination in School Geography During the Late Ottoman Period, 1876-1908, Master Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2010; Hamit Sadi Selen, Türkiye Coğrafyasının Ana Hatları, Hüsnütabiat Basımevi, 1945, Hande Özkan, “The History of Geographical Perceptions in the Turkish Republic: A Spatial Interpretation of the Republican Regime during the Single-Party Era.” Master Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2002, Gürdal Aksoy, Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolumerkezci Yabancılaşma, Komal, 2002
AYŞE HÜR / RADİKAL