Duygu Asena anıları
Cenazede bir baktım, herkes Duygu Asena
anekdotları anlatıyor. Birini çok sevmişseniz ve
onu kaybetmişseniz, böyle oluyor, çenenize
vuruyor. İyi ki de vuruyor.
Anlatıyorsunuz, anlatıyorsunuz,"Ne kadındı"
diyorsunuz. Bugün size Duygu Asena'nın cenazesinde
dinlediğim öyküleri, anıları, anekdotları birbiri
ardına sıralıyorum. Ve bütün sevenlerine tekrar
başsağlığı diliyorum...
Onlar bir ekipti: Selahattin Duman, Faik Akın,
Duygu Asena ve Uğur Cebeci. Bu ekip, bütün dünyayı
neredeyse birlikte gezdi. İşte aşağıda
okuyacağınız esprili anekdotlar Uğur Cebeci'nin
aktardıkları...
Anekdot 2/ NEW YORK
Onun kadar mükemmel bir erkek arkadaşım hiç olmadı
Yine aynı ekibiz. New York'tayız. Alışverişe
gittik. Fakat mağaza çok büyük, birbirimizi
kaybettik. Duygu, bu büyük yabancı şehirde
kendisini tamamen bize emanet ettiği için hangi
otelde kalıyoruz onu bile bilmiyor. Caddeleri,
sokakları tanımıyor, sadece Empire State Binasını
göstermişiz, "Böyle de bir bina var" demişiz,
"Otel de bu binaya yakın." Mağazada saatlerce
dolandık, her bölüme baktık, Duygu yok. E ne
yapacaksın? Otele geri döndük. Zair arar filan.
Sonra aklımıza geldi, Duygu cep telefonunu çok iyi
kullanmayı becerebilen bir kadın da değil. Acaba
çevirirken numaranın başına Türkiye'nin kodunu
koymayı akıl eder mi? Son derece tedirgin
bekliyoruz. Tam üç saat sonra geldi. Kan ter
içinde. Allah, kıyamet kopacak, "Beni nasıl orada
bırakabildiniz, siz de adam mısınız!" demesini
beklerken, Duygu gülerek "Gelemeyeceğimi
zannettiniz değil mi?" dedi. Toleransı inanılmaz
yüksek bir insandı. Benim hayatım boyunca bu kadar
mükemmel, bu kadar komplekssiz bir erkek arkadaşım
hiç olmadı.
Anekdot 3/ İSTANBUL
Sofradaki manzara tüyler ürperticiydi
Zekeriyaköy'de bir ev almıştı. Güzel bir ev.
Heyecanla anlatıyor. Biz de pisliğiz ya, kızı
sinir etmek için uğraşıyoruz, "Ama bu ev
mezarlığın yanındaymış" filan gibi ergen çocuk
esprileri yapıyoruz. Neyse, bir gün bizi
Zekeriyaköy'deki bu eve davet etti. Bir de şöyle
demesin mi? "Yemin ederim, yemeklerin hepsini ben
yaptım. Hadi gelin!" Vayyy! Çok heyecanlandık.
Duygu Asena ve ev kadınlığı? Nasıl yemek yapıyor
acaba? Faik beni arıyor, ben Selahattin'i; müthiş
bir telefon trafiği. Bir taraftan da tedbir almayı
ihmal etmiyoruz, ben lahana sarması götürüyorum,
onlar da bir şeyler getiriyorlar; hani ne olacağı
belli olmaz, aç kalmayalım diye. Eve girdiğimizde
yemek masasını gördüm. Aman Allah'ım! Manzara
tüyler ürpertici. Davet veriyor ya; yemek olarak
kuru fasulye yapmış, yanında fasulye piyazı ve
pilaki, onun yanında da nohut bilmem nesi. Şaka
gibi. Baklagillerden ne varsa yan yana dizili
duruyor. Gerçi yemekler son derece lezzetliydi,
büyük bir ihtimalle onlara sevgisini katmıştı ama
mönüyü filan asla oturtamamıştı. Ev işlerini hiç
bilmez, hiç anlamazdı...
GÜZELLİÄİNİ KENDİ KİŞİLİÄİ İLE YARATTI
Duygu, feminist tarafıyla, kadına sahip çıkan
tarafıyla, öncü ve bayraktar tarafıyla son derece
ciddi biriydi. Kamuoyu da onu hep öyle tanıdı.
Bilmem ne dergisinin yayın yönetmeni, bilmem ne
kitabının feminist yazarı... Ama işte bir de
erkekleri müthiş seven bir tarafı vardı. Onlarla
belki de dünyada birçok kadından daha iyi iletişim
kurabiliyordu. Bu da özel bir yetenektir. Üstelik
Duygu bunu güzelliğiyle ya da dişiliğiyle
yapmıyordu. Zaten öyle çok frapan, çok güzel bir
kadın değildi. Güzelliğini, kendi kişiliği ve
kimliği ile yaratmış bir kadındı. Yani bir erkek,
onu görüp, ben sana hayatımı vereceğim demezdi.
Ama onu tanıdıktan sonra da kolay kolay
vazgeçemezdi...
Anekdot 1/ VİYANA
Pasaportuna sahip çıkamayan Türk kadının orgazmına
nasıl sahip çıkacak
Ekip, Viyana Havaalanında: Selahattin, Faik, Duygu
ve ben. Johannesburg'a uçacağız. Pasaport
kuyruğuna yaklaşıyoruz, bizim pasaportlarımız
elimizde. Duygu'nun kafası ise çantasının içinde.
Panik halinde bir şey arıyor ama ne? Öyle de
kocaman ki çantası, mümkün değil onun içinde bir
şey bulabilmesi Nitekim bulamıyor. "Beyler,
üzgünüm ama pasaportum yok" diyor. Nedense
sorumluluk hissederek hep birlikte kuyruktan
çıkıveriyoruz, "Sakin ol ve dikkatlice bak"
diyoruz. Ih ıh, pasaport yok. Ceplerine bakıyoruz,
çantayı döküp içine bakıyoruz. Etrafı kolaçan
ediyoruz. Görevlilere sormaya başlıyoruz: "Kayıp
bir Türk pasaportu bulan oldu mu?" Sonunda
çaresizlikten bir pasaport polisine başvuruyoruz.
"Ne yapmamız lazım, nereye gitmemiz lazım" diye
sorarken, adamın önündeki çekmede lacivert bir
pasaport görüyorum. Üzerinde de bir ayyıldız. "Bu
ne?" diyorum. Adam, "Size ne?" diyor. Israr edince
çıkartıyor, açıyoruz bakıyoruz, Duygu'nun
pasaportu. Meğer bir gün önce kaybetmiş; pasaport
bulunmuş, bu adama ulaştırılmış. Adamın haberi
bile yok. Kader işte, tamamen tesadüfen, biz de
doğru adama sormuşuz. Tabii ki bu fırsatı
kaçırmıyorum, bir erkek olarak yapılabilecek en
adi espriyi patlatıyorum: "Pasaportuna sahip
çıkamayan, Türk kadının orgazmına nasıl sahip
çıkacak!" Çok kızdı, bağırdı, çağırdı ama 10
dakika sonra yine kol kolaydık.
"Kim olduğum anlaşılırsa seni vururum" diye beni
tehdit eden, kendisiyle ilgili tanımlayıcı
herhangi bir sıfat yazmamı reddeden ve Duygu
Asena'yı çok seven eski bir gazeteci anlatıyor:
Duygu Hanım dedim
Hayatımın aşkını buldum!
20 yaşındayım ve Nokta'da çalışıyorum.
Dönemin çok karizmatik...
Hatta en karizmatik yazarına röportaja gidiyorum.
Bir yazısına aşık olmuşum, vurulmuşum, bir gün
tanışırım belki demişim ve şans ayağıma gelmiş,
toplantıda onunla röportaj yapılması gündeme
geliyor.
Ben de atlıyorum:
"Ben giderim!"
Gidiyorum.
*
Daha gördüğüm anda kamyon çarpmışa dönüyorum.
Röportaj bittiğinde ise bütün hücrelerimle adama
aşık olduğumu hissediyorum.
Ölümcül bir aşk.
20 yaşındayım ve mükemmel bir yazara aşığım.
Daha ne isterim?
Gerçi henüz evli ama eşinden ayrı yaşıyor ve
mutlaka boşanacak.
Onun da bana aşık olduğuna inanıyorum.
Ya da safiyane ben öyle zannediyorum.
*
O zamanlar yolu aşktan geçen her Gelişim çalışanı,
Duygu Hanım'ın odasında soluğu alıyor.
Ben de karşısındaki koltuğa kuruluyorum; kendimden
emin, müthiş bir iş başarmış olmanın gururuyla
müjdeyi patlatıyorum:
"Duygu Hanım, hayatımın aşkını buldum!"
Benim coşkumu içime gömecek bir sakinlikte, hafif
gülümseyerek:
"İnsan son nefesini verene kadar hayatımın aşkını
buldum dememeli" demesin mi?
Desin.
Diyor.
Ve beni sinir ediyor...
"Niye öyle söylüyorsunuz?" diyorum, her şeyi bilen
küçük kızın büyük tecrübesine güvenerek, "Bir
kadın, hayatının aşkına rastlarsa anlar."
"Sen yine de o kadar emin olma!" diyor.
"Yok yok" diye üsteliyorum ben, "Hayatımın aşkını
bu kadar genç yaşta bulduğum için de, ayrıca çok
şanslıyım!".
"Valla, 20 yaşında hayatının aşkını bulmak şans
mıdııııır, şanssızlık mıdıııır bu da tartışılır"
diyor ve konuyu kapatıyor...
*
Aradan tam 25 yıl geçti.
Her iki değerlendirmesinde de Duygu Asena'nın ne
kadar haklı olduğunu hayat bana birbirinden ilginç
derslerle kanıtladı.
Biraz geç de olsa onun dediklerine geldim:
"Hayatın en büyük aşkı diye bir şey yoktur,
olmamalıdır. İnsan son nefesine kadar böyle
söylememelidir. Böyle bir şeyi telaffuz dahi
etmemelidir. Ne var ki, genç yaşında aşık
olabilir, çok büyük bir aşk da yaşayabilir. Ama
bunun da şans mı şanssızlık mı olduğu gerçekten
tartışılır. Çünkü kazık yersen, ileride
yaşayacağın tüm acıların kaynağı bu aşk olabilir.
Hayatın ve geleceğin yanlış şekillenebilir. Oysa,
küçük küçük aşklarla hayatını eğlenceli bir hale
getirirsen, daha az incinirsin..."
Noktasına geldim.
Ben onun fikrine geldim.
Tam 25 yıl sonra geldim.
Hep Duygu Hanım'la bir müsait zamanda uzun uzun
sohbet ederek, "O gün siz haklıymışsınız" demek
istedim, "Ben Ercan Arıklı'nın deyimiyle sersemin
tekiymişim."
Hiç denk gelmedi, o sohbeti hiç
gerçekleştiremedim.
Şimdi ancak cami avlusunda...
O, sarı güllerin altında yatarken...
İçimden diyorum ki...
Sahiden aşkı hepimizden önce tanımış, bilmiş,
anlamış bir kadındı...
Nur içinde yatsın.
Hürriyet / Ayşe Arman