Nermin Bezmen Cumhuriyet Gazetesinden Ebru D. Dedeoğlu'nun sorularını yanıtladı
İşte o röportaj:
Nermin Bezmen de dönem dönem bu hastalıkla yüzleşmiş. Önce annesi, sonra ilk eşi... Bezmen, "Geriye baktığımda ne kadar acı, çaresiz ve yorucu bir süreç olduğunu fark ettim, üzerime ruhsal bir yorgunluk çöktü. Bunu anlatmak ihtiyacı hissettim" diyerek yazma dürtüsünün geldiğini anlattı: Aşk Alzheimerı nasıl taşıyacak?
- Alzheimer hastalığını birbirine aşık bir çift üzerinden anlatmanız çok etkileyici. Fikir nasıl doğdu?
Kendi hayatımda birebir yaşadığım travmatik olaylar, dibe vuruşlar, acılar, hüzünler, kayıplar gibi yaralarımla hem uzlaşmak hem de geride bırakabilmek amacıyla yaşadıklarımı kahramanlarımın hayatlarına yüklerim ve onlar tarafından anlatılır. Unutkan Aşk’ın hikâyesi de bu niyetle başlamıştı fakat sonunda ruhsal ve zihinsel durumuma büyük bir rahatlık getirmesinin yanı sıra kendi başına bağımsızlaşarak bir misyon oluşturdu. Kendi hayatımda Alzheimer hastalığını birebir anneciğimle yaşadım.
Son bir senesi bizim yanımızda, elim, gözüm, duygularım onunla, onu izleyerek geçti. Ondan evvel de ilk eşim rahmetli Pamirciğim de bir beyin pıhtısı sebebiyle demans sürecinin bir başka türlüsünü yaşamıştı. Üç sene de onun bakımıyla ilgilenmiştim. Dolayısıyla yaşarken durumu çözmek ve aşmakla ilgilenirken, sıkıntılarımın, yorgunluklarımın çok farkına varmadım. Fakat annemi de kaybettikten sonra bir an durup geriye baktığımda ne kadar acı, çaresiz ve yorucu bir süreç olduğunu fark ettim, üzerime ruhsal bir yorgunluk çöktü. Bunu anlatmak ihtiyacı hissettim.
Fakat bu defa da fark ettim ki bireysel bir hikâye olarak anlatılmasının çok ötesinde derinliği, hüznü olan bir hikâye Alzheimer. Dünyada bugün 37 milyon insan, Türkiye’de 400 bin kişi bu hastalıktan mustarip ve bu rakamın 2050’de dünyada 50 milyon, Türkiye’de 1 milyon’u aşacağı tahmin ediliyor. Aileleri, hasta yakınlarını da olaya kattığımızda etkilenenler yönünden bu rakam çok daha yüksek. Dolayısıyla kendimin de dışına çıkıp bu yaralı insanlara uzanabileceğim bir hikâye olsun istedim. Acının merkezinden çıkıp daha geniş bakabilmeyi becerebilmem için zaman geçmesi gerekiyordu. Geçen sene birdenbire bir his geldi ve Alzheimer hastalığını anlatmalıyım dedim Unutkan Aşk da bu süreçte doğdu.
- Eski eşiniz ve annenizin hastalığı… Farklı zamanlarda, farklı şekillerde olsa da eşinize ve annenize annelik yaparken nasıl süreçler yaşadınız? Hayatla ve kendinizle hesaplaşmalar oldu mu? Ya da isyan ettiğiniz zamanlar?
Hayır hiç olmadı. Hayatımda hiçbir zor dönemimde isyan etmedim. Başıma neden geldi diye sorgulamadım. Çözüm odaklı oldum. Maddi, manevi, fiziki, ruhsal herhangi bir problem yaşadığım zaman ne kadar mücadele edebileceğimi kestirmeye çalışırım ancak her şeye rağmen eğer yapabileceğim bir şey yoksa da, o zaman bu dönemi nasıl kaliteli geçirebilirim diye düşünürüm.
Beni daha aşağıya çekecek, enerjimi yoracak ve ileriye dönük daha zavallı kılacak teslimiyetçi duyguya girmemeye çalışırım. Rahmetli eşim ve annemle ilgili de mücadele ruhuyla yaşadığım, savaştığım süreçte, kızgınlık, isyan gibi duygular hissetmedim. Herşey bittikten sonra geriye dönüp baktığımda ne kadar yorgun, ne kadar çaresiz ve acı bir dönem yaşamış olduğumu fark ettim.
- Atlas ile Maya’nın unutma yolculuğunu okurken kaçındığım duygularla yüzleştim bir anlamda. Bir insanın aşık olduğu kişinin ölmesinden de üzücü olanın adım adım geçmişi hatırlayamamasının ve unutulmak olduğunu hissettim. Her şeye rağmen akıl unutsa da kalp unutmaz mı? Böyle bir umut olabilir mi?
Sevdiğimizin yok oluşunu izlemek çok acı. Yaşarken her gün ölmek. Hasta, küçük küçük kimliğinden her gün bir şey kaybediyor. Çevresini tanımamakla başlıyor sonra kendisini de bilmiyor. Yok oluyor. O artık sevdiğiniz insan değil aslında. Çok zor bir duygu. Araştırma dönemimde izlediğim videolardan çok etkilendiğim hatta kitaptaki bakımevi sahnelerinin içine yerleştirdiğim kısımlarda hastanın kurduğu yeni dünyasından örnekler mevcut. Hasta, her gün yeniden başka birine aşık oluyor ama akşam o aşk bitiyor. Eşi devamlı kendini hatırlatmak ihtiyacını hissediyor.
Bir müddet sonra hatırlatmak için kuracağı bağlantı da bitiyor. Alzheimerlı hastaların eşleri, eşi yaşarken, dul kalan kişiler. O ikilem içinde Alzheimerlı hasta kendini farklı bir yaşta, farklı bir durumda hissedebiliyor, o dünyada başka birine de bir zaaf, bir yakınlık duyabiliyor. Yeni maceralar yaratabiliyor. Bunu normal karşılamak gerekiyor. Çünkü o hasta, beyin Alzheimer’ın işgâli altında. Ancak hastanın yakınının, onu seven eş olarak, o hastayı boşayıp yeniden evlenmesi hoş karşılanmaz. O evliyken dulluğunu yaşamaya devam etmek ve her gün kendini sevdiği eşe tekrar tekrar hatırlatmak zorunda.
- Çok güçlü bir kadınsınız, bu yaşadıklarınız da sizi daha da güçlendirmiştir… Nasıl bu kadar güçlü kalmayı ve her durumda pozitif olmayı başardınız?
Hayatla olan bağımla ilgili bir durum. Teslimiyeti, kendime acımayı, acındırmayı hiç sevmiyorum. Bana göre bir şey değil. Yaşamı o kadar içime sindirerek yaşıyorum ki her anımın, her duygu durumunda bana ait olduğunu bildiğim için sahiplenmem gerektiğine inanıyorum. Sorunu çözmeye çalışırım. Ama elimden gelmeyecek durumlarda da sonucu kabullenip geride bırakırım. Başımıza ne gelmiş olursa olsun, hâlâ daha yaşanacak, görülecek çok güzel şeyler var. Hepimizin derdi kendi bildiğimiz kadarıyla bize çok geliyor.
Biliyorum ki; benim başıma gelenin kat be kat fazlası başkalarının başına gelebilir, gelmiştir. Dertlerin de, keyfin de sonu, sınırı yok. Dolayısıyla zorlukların hayatımı yönetecek kuvvette üstümde baskı kurmasına izin vermiyorum. “Bizim Gizli Bahçemizden” kitabımda bir cümle kullanmıştım. “Acımın tadını çıkarıyorum” diye. Kontrolümde olmayan, çare bulamadığım şeylerin hayatımı yönetmesine izin vermiyorum.
- Bir yazar olarak, kelimelerinizin, anılarınızın uçup yok olması sizin kendi korkularınız mı? Maya ile Atlas üzerinden kendi korkularınızla yüzleşme yaşadınız mı?
İleriye dönük endişelerle, korkularla yaşamam. Her olay kendi geldiği zaman diliminin gerçeğidir. O an çare aranır, sıkıntı o zaman çekilir. Evvelden kafama takarak kendimi yormam. Alzheimer, anlatılması çok hassas, ince çizgileri olan bir hastalık. Dolayısıyla bu hastalığın yaşattığı ruhsal, zihinsel, bedensel çöküşünü samimi ve içten bir dille anlatabilmek için kendimi birebir kahramanımın yerine koymam gerektiğine inandım. Yani başıma gelmiş gibi düşünürsem o zaman daha sıcak ve inandırıcı olacağını düşündüm. İyi ki de öyle yapmışım. Hatta Maya’nın aşk hayatının da benimki gibi olmasını istedim. Aşk Alzheimerı nasıl taşıyacak, kendi gözümden ve eşimin gözünden bakmaya çalışarak cevaplandırmaya çalıştım.
- O halde Atlas’ın gerçek hayatta karşılığı eşiniz mi?
Tolgacığımdan etkilendim tabii.
- Hastalık sürecinde Maya’nın aileyi özellikle eşi Atlas’ı hazırlaması çok gerçek bir o kadar hüzünlü. Peki aşk da fedakarlık nereye kadar?
Aşkta fedakarlık kelimesine pek inanmıyorum. Verici olabilirsiniz ama o fedakarlık değildir. Ailenize, eşinize, çocuğunuza duyduğunuz sevginin dereceleri farklı, her birine vereceğiniz de farklı. Ama benim için hiçbiri fedakârlık değildir. Ben gönülden vermekten yanayım. Gönülden verilenin çetelesi tutulmaz, çetelesi tutulmayan şey de fedakarlık olmaz. Fakat Maya ile Atlas ilişkinde Atlas’ın kendisinden hiç beklenmeyecek, mecbur olmadığı, Maya’nın onun yaptıklarının farkında bile olamayacağı dönemde yaptıkları genel olarak toplumun büyük fedakarlık olarak kabul edeceği bir seçim. Yoksa Atlas da bu kararı canı gönülden veriyor.
Alzheimer’ı anlatmak o kadar ağır ve yorucuydu ki yumuşatmak ve ferahlatmak için hastalığın karşısına çıkarmak üzere ilk aklıma gelen aşk oldu (gülüyor). Bir de şöyle bir nokta var. Alzheimer beyni ele geçiriyor öldürüyor, aşk ise kalbi ele geçiriyor hayat veriyor. Kitabın kurgusu İki tezat duygudan oluşuyor.
- Romanın finali sürpriz. Ana mesaj “Bana, kendini unutturma!” diyorsunuz sanki? Ne dersiniz?
“Bana kendini unutturma” da var ama Maya’nın Atlas’a ana mesajı “Seni unutmama izin verme, bir şekilde hayatımda kal.”
- Eşiniz Tolga Savacı ile adeta ikinci baharınızı yaşıyorsunuz. Kitapta da Maya ve Atlas üzerinden ikinci baharı şahane yazmışsınız. Gerçek aşk mümkün müdür?
Gayet tabii. Ne kadar gerçek yaşamak istediğinize bağlı. Aşk, herkes için o kadar farklı ki. Herkes aşktan bahsediyor. Maalesef, aşk olması gerektiği yeri kaybetti, kelime olarak da tüketildi. Senelerdir aşka denk gelebilecek yeni bir kelime üretmeye çalışıyorum. Şimdi, konuşmalara bakın; herkes her kese “Aşkım” diyor, her şeye, objelere âşık oluyor... Herkese aşık olunamadığı gibi objelere de aşık olunmaz.
Antik Yunanlılar aşka varana kadar sevginin evrelerini şöyle ayırıp tanımlamışlar: “Philia” arkadaşlık sevgisi, “Storge” kardeşlik sevgisi, “Eros” dehşetle ve kontrolsüz bir şekilde “Seni seviyorum!” diye haykırmak arzusu yaratan kademesi. Bir de aşkın en hayran hali, eylem hali var ki; onu da “Agape” diye adlandırmışlar. Bu ince detaylı ifadelere bayılıyorum. Sevgi, hangi aşamada olursa olsun, çok kutsal bir duygu. Her sevdiğimize özel, ona has sevgi şeklimizi hassasiyetle isimlendirmemiz gerektiğine inanıyorum. Hiçbirini bir diğeriyle karıştırmamamız, sevdiklerimize de olduğundan farklı hissettirmemeliyiz.
Aşk kolay söyleniyor ancak çok derin bir duygu. Emek isteyen, elde tutulması zor olan bir duygu. İstedikleri var, istemedikleri var. Aşkın kendi başına bir manifestosu var. Hepimiz farklı yaşıyoruz aşkı. Benim için aşk; özenilmesi, emek verilmesi gereken, gönülden vererek yaptığınızda gerçekleşebilen mucizevi bir yaşam şekli.
- Peki siz Aşk’ı nasıl yaşıyorsunuz? Atlas da Tolga Bey olduğuna göre?
Tabii birebir aynı değil. Her şeyi anlatmadım. Onu anılarımda yazarım artık. Aşk tarifle yaşanacak bir şey değil. Öyle olsa bir reçetesi olurdu ilaç gibi herkese verirdim. Aşkta müşterek hayaller, idealler yaratabilmek lazım. Bakış açılarınız hayatın genelinde birebir örtüşmese de aynı çerçeveden bakmak şart. Aynı zamanda iki tarafın da kendi içinde, kendine ait köşelerinde, duygu ve isteklerinde, peşinde oldukları özel hayallerinde, bağımsız olabilmeleri lazım. Kimsenin, diğerinin hayatı üzerinde bir tasarrufu olmamalı.
Verdiğimiz kadarını gönülden veriyoruz helal olsun ama bizde kalmasını istediğimiz hayallerin, zaman dilimlerinin, düşünce tarzının vs. bizimle kalması ve yıpranmaması lazım. Eğer taraflardan biri diğerinin yüzde yüz hegamonyasına giriyorsa, sırf onunla olmak içim kendisinden vazgeçiyorsa o aşk değil, esarettir. Kimliğinizi kaybetmeden olabildiğince paylaşmak bir aşkı sıhhatli götürebiliyor. Çok iyi arkadaş olabilmek de çok önemli. Sevişmeler bittikten sonra yanyana uzanırken hâlâ birbirinde bir şeyler bulabilmek, özleyebilmek, heyecanla, merakla konuşabilmek çok önemli.
Aşk bitmez, bitirilir. Taraflardan biri bitirmek istediği için aşk biter. Aşk’ın kabullenmediği durumlar var. Yarına dönük endişeler, özgüvensizlik, karşısındakine güvensizlik, şüphecilik, kıskançlık, keşkeler, amalar, içten pazarlıklı olmak aşkı yorar. Aşk sevdiğinize yüreğinizi vermenize rağmen göğüs kafesinizde iki yürek çarpmasıdır.
- Peki ne yapmamız gerekiyor?
İlişkilerde dürüst ve realist olmak lazım. Başlangıçta dürüst olmayan insanlar çok hızlı kopuyor ilişkiden. “Böyle değildi, değişti” gibilerden suçlamalar başlıyor. Aşkın gidişatı içerisinde ilişkiyi taze tutmak çok önemli. Bir de kanıksanmayı asla kabul etmez aşk. Aşk, beraberliği sağlamakta bir araç olarak kullanılıyor oysa ki aşk araç değil amaç. İki tarafın da kendisine, ilişkisine ilk günkü özeni göstermesi lazım.
Özensizlik çok yıpratıyor aşkı. “Artık nasılsa beraberiz, tavladım bir kere” mantığından uzak durmak gerek. Milyonlarca insanın yaşadığı dünyada, içinde sıkıştığımız coğrafyalarda, rastlaştığımız ve ruh ikizi olduğumuz insanla bir kere buluşmuşsak, o şans elimize geldiyse, onu avucumuzda bir kelebek nezaketinde tutmamız lazım.
- Maya’nın aile sofrasına, yemek masası etrafındaki paylaşımlara imrendim. Bize aile sofranızı anlatır mısınız? Sofra ortamını sever misiniz?
Çok seviyorum. Benim için yemek, sofra düzeni ve sunuş şekli, sahip olduğum nimetlere ve sevdiklerime duyduğum saygıyı gösterir. Bu nedenle de benim için çok önemlidir. Ailemde sofranın nimetiyle büyütüldüm. En sade aşın bile şükranla karşılandığı, özenle sunulduğu bir ortamda büyüdüm. Memur bir ailenin çocuğuyum. Kısıtlı bütçemiz içerisinde her şey özenle yaşanırdı. Annemle babamın hep öğrettikleri, var olmakla, varlıklı olmak arasındaki farkı bilmem gerektiğiydi. Ve kaliteli yaşamak için varlığın şart olmadığını, sevgi ve özenle de olabileceğini gördüm.
Öyle öğrendim. Didaktik, parmak sallayarak ders vermezlerdi, ebeveynlerim. Kendileri bizzat benim canlı örneklerim olup hayatı öğretirlerdi. İşte, imkanları sınırlı, memur maaşıyla, ama parayla hiç alakası olmayan büyük şıklıkla ve özenle büyüdüm. Yetişkin, çocuk diye ayrılmazdı bizde. Hiçbir yaşımda anne-babamdan ayrı yemek yemedim. Bizde sofra karın doyurma yeri değildi, şölendi. Anneciğim mutlaka kolalı beyaz örtü ve kolalı beyaz keten peçete kullanırdı masada. Yemek yerken uzun uzun sohbetler edilirdi. Sofraya karın doyurmak için oturup kalkılmazdı.
Ailenin buluştuğu, çocukların bile fikirlerinin saygıyla dinlenildiği bir yemek düzeninde büyüdüm. Radyo çalardı hep. Şecaattin Tanyerli’nin tangoları çalınca babacığım, anneciğimi dansa kaldırırdı. Ben de onları hayran hayran izlerdim. Ve hep ilerde, onlar gibi, “mutlu, aşk dolu bir evliliğim olsun” diye hayal ederdim. Her akşam bir kadeh içkilerini içerlerdi. Annecim her akşam özenerek küçük tabaklara mezeler hazırlardı. Sevgi vardı masamızda emek, özen vardı, aşk vardı hep.
- Ya siz?
Böyle gördüğüm için ben de aynı şekilde yaşıyorum. Yaşam şeklim bu âdet. Sadece misafir değil, çocuklarımız da gelse, baş başa otursak da yine mum yakarız, sofraya bir çiçek koyarım. Çiçek yoksa evin saksılarından biri sofraya gelir. Şükür karnımız doyuyor, masada buluşuyoruz tadını çıkaralım anlamında çok özenle hazırladığımız bir ritüel.
- Yemek yapar mısınız? Romantik bir akşamınızda ya da özel bir kutlama gününüzde Tolga Beye yaptığınız en güzel yemek?
Çok değişik coğrafyalardan göçmüş insanların torunuyum. Dolayısıyla farklı mutfakların lezzetleriyle büyüdüm. Bezmen olduğumda Selanik, Girit lezzetlerini de mutfağıma kattım. Günün anlam ve önemine göre yaptığım yemekler de değişiyor. Tolgacığım da çok çeşitli ve güzel yemek yapar. Eli çok lezzetlidir. Sıraya giriyoruz.
Yoğun olduğum dönemlerde tamamıyla mutfağı devralıyor. Benim yaptıklarım arasında Havyar Bilini en sevilen sunumlarımdan. Zeytinyağlılar, çerkez tavuğu, tatar yemeklerinden çiğ böreğim, mantım çok beğenilir. İki üç ayda bir mutlaka hamur açarım çiğ börek ve mantı yaparım. Var da var…
- Tolga beyin sizin için spesiyali var mı?
Tolga’nın yaptığı makarnalar çok lezzetli. Çok güzel güveç tandır yapar. Her şeyi yapar ama makarnaları İtalyan şeflerle yarışır.