Mengü, Ergenekon kumpası döneminde televizyon muhabiri olarak davayı takip ettiğini belirttiği yazısında, o dönemi, "Bir şey dersen de zaten, hemen darbeci diye yaftalanıveriyordun ve hatta bir başka dalgada ‘gık’ dediysen, sen de evinden alınıp götürülüveriyordun" şeklinde anlattı.
Mengü, "Öfkeliydi insanlar, 'Bu ne biçim iş' diye soruyorlardı. Kimse onları da dinlemiyordu. Şöyle acayip bir hava vardı, laik biriysen, 'Yahu bu davada bir gariplik var arkadaş' diye soruyorsan, hemen ‘dinozor, eski kafalı, darbeci’ damgası yiyordun" diye belirtti.
Nevşin Mengü'nün yazısı şu şekilde:
"Her şey 2007 yılında Ümraniye’de bulunduğu söylenen el bombalarıyla başladı, sonra gerisi geldi. Çok garip çok acayip zamanlardı. Hemen her gün, sabahın bir görmeyen vakti, ya askerler, ya gazeteciler bazen de bilim insanları hatta düz vatandaşlar, evlerinden alınıyor, Savcılık Ergenekon’da bilmem kaçıncı dalga diye ilan ediyordu.
Ben genç bir muhabirdim o zamanlar, Habertürk Televizyonu için davanın seyrini takip ediyor, haber yazıyor, gelişmeleri canlı yayında aktarıyordum. Aslında her şey o kadar saçma her şey o kadar absürddü ki, bazen insanlar bu absürdlük karşısında ne diyeceklerini bilemiyorlardı. Bir şey dersen de zaten, hemen darbeci diye yaftalanıveriyordun ve hatta bir başka dalgada ‘gık’ dediysen, sen de evinden alınıp götürülüveriyordun.
Dalgalardan birinde hatta, polis şüphelilerin evlerinde el bombası, mühimmat bulunduğunu iddia etmiş, zabıt tutmuş, sonra da sözde mühimmat tehlikeli diye imha etmişti. Şüphelilerin avukatı Vural Ergül Beşiktaş Adliyesi önünde, canlı yayında bana bu durumu anlatmıştı. Adamcağız günlerce avaz avaz bağırdı; 'Bulunduğu söylenen mühimmat ortada yok. Polis kendince bir zabıt tutmuş, bu mühimmat ne bana ne mahkemeye gösterilmedi, bilirkişi bile incelemedi, olmayan mühimmat delil sayılıyor' diye. Adamcağızı kimse dinlemedi.
Hatta Tuncay Özkan’ın el bombası şeklinde kalemliği bile delil sayılmıştı da, bu durum ortaya çıkınca, o dönemin kalemşorları, aman efendim o da neden öyle kalemlik edinmiş, darbeci miymiş yoksa, falanlar çiziktirmişlerdi.
Bazı gazetecilerin davayla ilgili kaynağı boldu. Kamuoyu hep Mehmet Baransu’nun bavullarını bildi, ama Baransu’yu ben hiç adliyede görmedim. Polis-adliye muhabiri kimilerine bilgiler aktarılırdı. Bu bilgileri bulan muhabirler canlı yayınlarda ballandıra ballandıra anlatır, muhabirlerin anlattıkları üzerine stüdyolara konuklar alınırdı. Bu bilgiler her muhabire gelmiyordu elbette, bazılarımız maharetliydi! Onlara bilgi akışı vardı.
Beşiktaş Adliyesi önü o yıllarda ne acılı bekleyişlere sahne oldu. Şüpheliler hep mahsus cuma günleri alınıyor, hafta sonları boş yere içeride tutuluyor, sonra ek gözaltı süresi talep ediliyor, insanlar günlerce içeride bekletiliyordu. Zaman zaman kalabalıklar Beşiktaş Adliyesi önüne geliyorlardı. Öfkeliydi insanlar, 'Bu ne biçim iş' diye soruyorlardı. Kimse onları da dinlemiyordu. Şöyle acayip bir hava vardı, laik biriysen, 'Yahu bu davada bir gariplik var arkadaş' diye soruyorsan, hemen ‘dinozor, eski kafalı, darbeci’ damgası yiyordun.
Bu davaya destek eylemleri de oluyordu başlarda. Televizyon muhabiri olarak onları da takip ettim. Bir tanesinde Zeynep Tanbay, suratıma 'Şerefsiz medya şerefsiz medya' diye haykırmıştı mesela. Beni, bizi darbeci diye yaftalıyorlardı, kendileri özgürlük, demokrasi sevdalısı.