Hikayesi ve oyuncu kadrosu ile üçüncü sınıf bir yapımın da gerisinde olduğu önceden belli olan Reis'e Erdoğan fanatikleri de ilgi göstermedi. Sinema yazarı Eray Özer'in gittiği iki seansta da çoğu gazeteci sadece 8 kişi salondaydı.
İşte o yazı...
Reis’i salonda izledik, üçü gazeteci toplam beş kişiydik.
Gösterimi ertelendi, yönetmeni galaya katılmadı, set çalışanlarının parası ödenmedi derken Erdoğan’ın hayatını anlattığı söylenen Reis filmi dün nihayet sinemalara geldi. Filmi sinemada izledik fakat hem izleyici sayısından, hem de filmden yana umduğumuzu bulamadık.
İstikametim Beyoğlu. Hayır, tembellikten değil, Beyoğlu’da filmi izleyenler arasında hem AK Parti destekçilerini, hem de muhalif sinema izleyicisini bulabilirim diye düşünüyorum.
Saat iki seansını gözüme kestiriyorum. Gişeye doğru yürürken tesettürlü orta yaşlı bir hanımefendinin biletini almış, salona doğru geçtiğini görüyorum. Aynı esnada gişede iki genç kadın var, biri tesettürlü. Onların arkasında sıramı beklerken aklımdan “Demek ki, filme kadınların ilgisi daha fazla” diye geçiriyorum.
Sıra bana geliyor, Reis filmine bir bilet istiyorum, biletimi alırken –haberci kimliğimle oradayım ya- gişedeki hanımefendiye soruyorum: “Nasıl, filme ilgi yoğun mu?” Aldığım cevapla ne yalan söyleyeyim, şoke oluyorum: “Valla ilk bilet alan sizsiniz.”
“Nasıl yani? Peki sabah seansı? Orada da mı hiç bilet satılmadı? Eee, o zaman benim bileti iptal edebilir miyiz? Ben haber yapmak için gelmiştim, insanlarla konuşmak istiyordum.”
Arkamı dönüp uzaklaşırken merakıma engel olamayıp dönüyorum: “Biraz önce bilet alan arkadaşlar hangi filme gidiyorlar peki?”
Gülerek ‘İstanbul kırmızısı’ diyor gişedeki kadın ve ben önyargılarımdan utanarak sinemadan çıkıyorum. Nietzsche ne demişti: “Bu dahil bütün genellemeler yanlıştır!”
İstiklal Caddesi’ne çıktığımda refleks olarak caddedeki kalabalığa göz gezdiriyorum, acaba erken mi geldim? Cadde kalabalık lakin hava da fazla güzel. Sinemaya gitmeyi istemeyebilir insan. Yine de böyle bir filmin ilk iki seansında tek bilet bile satılmaz mı yahu?
Beyoğlu değil de başka bir mahalleyi tercih etseydim de böyle olur muydu diye düşünerek şansımı 16:30 seansında denemeye karar veriyorum.
16:15’te gişedeyim ve bu defa başıma bilet sırasında daha komik bir şey geliyor: bir muhabir, yanında kameramanıyla gişeye “Nasıl, bilet alan oldu mu bari? Kaç kişi peki?” diye soruyor ve kameramanına dönerek “İyi bari, bilet alan varmış” diyor mutlu bir ifadeyle.
Sıra bana gelince “Kaç kişiyiz” cümlesi çıkıyor ağzımdan, gişedeki hanımefendi gülüyor halime: “Siz dahil üç.” Biraz üsteleyince anlıyorum ki, muhabir arkadaşımız ve kameraman hariç üç kişiyiz. Buna da şükür!
Reis’i toplamda beş kişi izliyoruz. Bir anne-kız, üç gazeteci! Ha bir ara altı oluyoruz, salona elinde çayıyla yer göstericilerden biri gelip oturuyor. Lakin o arada bir girip çıkıyor.
Film bitince anne-kıza beğenip beğenmediklerini soruyorum. Kopuk kopuk bulduklarını, bu nedenle pek beğenmediklerini ama çok da kötü bulmadıklarını söylüyorlar. Ve hemen ekliyorlar: Fakat Erdoğan’ın yetişkin hali tıpkı gerçeği gibi olmuş, valla bravo!
Diğer gazetecilere de filmle ilgili düşüncelerini sormak geçiyor aklımdan fakat anlıyorum ki onlar sonunu beklemeden erken çıkmışlar. Salondan çıkarken bir başka kameramanın yeni seans için salona doğru elinde kamerasıyla seyrelttiğini görüp gülümsüyorum. Filme gazeteci ilgisi müthiş!
İlgi düzeyi farklı şehirlerde ve farklı mahallelerde tabii ki daha yüksek olacaktır ama şu bir haftadır gerek basına yansıma, gerekse hakkında yapılan haberlere bakınca AK Parti teşkilatı ve Erdoğan’ın filmin tam olarak arkasında durmadığı gibi bir hisse sahibim.
Nihayetinde Reis’i anlatan bir film olduğu için yok saymıyorlar ama tam olarak da sahiplenmiyorlar sanki.
Gelelim filmin kendisine: Bir kere her şeyden önce film Recep Tayyip Erdoğan’ın hayatını anlatmıyor. Reis, büyük yayın organlarının belli ki izlemeden yazdıkları gibi “Erdoğan’ın çocukluğu ile hapishaneye girdiği dönemi anlatan” bir film de değil.
İçinde Erdoğan’ın çocukluğunun da yer aldığı ve Kasımpaşa’da geçen bir hikaye bu. Hikaye ilerledikçe Erdoğan’ın çocuk olmasına rağmen çevresinde ne kadar saygı gördüğüne tanık oluyoruz. Zaten belli ki asıl amaç da bu noktanın altını çizmek.
Bu çocukluk hikayesi Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığından hapse girmesine kadar geçen döneme dair bazı küçük hikayelerle, daha doğrusu skeçlerle kesiliyor. Bu skeçlerde yaşananlar Erdoğan’ın bizzat kendisinin o döneme dair anlattığı birkaç anekdota dayanıyor. Derinlemesine hiçbir insan öyküsü olmadığından skeç olmanın ötesine gidemiyor.
Tam da bu yüzden filmi birlikte izlediğimiz anne-kızın da dediği gibi insanda bir kopukluk hissi yaratıyor.
Oyunculukların geneli kötü. Tipler karikatür havasında.
Yine pek çok yerde söylendiği gibi filmdeki tek gerçek karakterler Erdoğan ve ailesi değil. Bir de Sultan Demircan tiplemesi var. Bugünkü Beyoğlu Belediye başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın amcası, ilahiyatçı Ali Rıza Demircan’ın ağabeyi. Eski Kasımpaşaspor başkanı. Filmde de belinde silah eksik olmayan, her fırsatta karşısındaki adamı vurmaya yeltenen bir kabadayı olarak resmedilen Rizeli Demircan’ın Erdoğan’ın rol modellerinden biri olduğu daha önce de medyada epeyce yer almıştı.
Cemil Turan’ı Fenerbahçe’ye kaçıran adam olarak ünlenen ve ağabeyinin sekiz yaşındaki oğlu tarafından kovboyculuk oynarken vurularak hayatını kaybettiği yazılıp çizilen Sultan Demircan’ın hayat öyküsü çok daha ilginç bir film olabilirdi diye düşünüyorum.
Reis’ten çıktıktan sonra aklımdaki en büyük soru şu: Eğer iddialar doğruysa bu filme 30 milyon lira nasıl harcanmış olabilir? Az sayıda mekan kullanımı, görece daha az tanınmış oyuncular ve oyuncuların isimlerinin siyah fonda ‘times new roman’ karakteriyle ekrana gelmesinden de belli ki, paraya sıkışarak kotarılmış bir post-prodüksiyon aşaması…
Yapımcılar açıklasa da öğrensek, 30 milyon sahi nereye gitmiş olabilir?