İNCİ ERTUĞRUL’UN, SESSİZLİĞE KONUŞANLAR, SESSİZLİĞE SUSANLAR KİTABI ÇIKTI
Sessizliklerinde susan ve sessizliklerinde konuşan kadınların hikâyesinin türlü renklerinin yer aldığı bu kitap toplumsal bir misyon içeriyor.
Yılların gazetecisi, son yıllarda hayatımızda bir irin gibi büyüyen toplumsal problemleri ortaya koyarken, kişilerin kimliklerini yargılamaksızın olayları ve içerikleri ortaya çıkaran bir tutum izliyor; yaralarımızı nasıl tedavi edebileceğimizi sorguluyor ve bireyliği başarabilme yöntemleri tartışılıyor.
Merhametli, vicdanlı insanlar olmanın, önce fertlere, sonra toplumun geneline nasıl yayılabileceği ibretlik hikâyelerle ortaya konuluyor.
İnci Ertuğrul yıllardır emek verdiği renkli dünyada hayatlarına dokunduğu insanların hikâyelerinden ibret almamız ve umutla yeni bir bilinç oluşturmamız için gayret sarf ediyor, prangalarla çevrelenmiş hayatlarından sıyrılmaya çalışan kadınlara sesleniyor ve umuda açıyor yollarını…
"Tek çare var: Sevgi sevgiyle doğurmak, çoğaltmak, yaymak. Ben umutluyum bu kadar acının, sancının sonunda güzel bir yaşamı doğuracak kadınlar.”
“Önsöz”de, “Bazılarını sizinle de tanıştıracağım yoluma çıkan kadınların. Eğer daha yakından tanırsak, yaşadıkları acıyı anlarsak tüm kadınlar için, insanlar için daha çok şey yapabiliriz inancıyla anlatacağım hikâyelerini…
Kendi kararlarını alabilen, uygulayabilen, sonuçlarının sorumluluğunu yaşayabilen bir kadınsanız (dilerim öylesiniz, ne şanslısınız) sayınızın artması için çabalayacaksınız (umudum bu).” diyerek kitaba girizgah yapıyor.
“Beraber Hayatlara Dokunmak” yazısında toplumun geneline yayılan problemlere değiniliyor.
“Birileri ‘Artık göremezsin, boşuna uğraşma, pişman olursun’ dediğinde hasret başlıyor, korkuyla, çaresizlikle bir ömür susuyorlar. Hatta bazı anneler, çocukları yaşadıkları yerin birkaç kilometer ötesinde büyürken, onlar içlerinde özlemi büyütüyorlar.
Ya da evlatlarını en yakınlarından koruyamayan kadınlar… Kızlarının çeyizlerine koymak, kına gecelerinde yüzlerine örtmek için hazırladıkları kırmızı yazmaları, evlatları çocuk yaşta uğradıkları taciz sonucu hayatını kaybettiklerinde mezar taşlarına bağlamak zorunda kalan anneler…
Sabah gözünü dayakla açıp, akşam uykuya dayakla dalanlar ve bunun böyle olması gerektiğini sananlar… Gurbete gönderdikleri eşlerini sessizce yıllarca bekleyen, iki üç yılda bir kadın olduğunu, evli olduğunu hatırlayanlar. Eşlerini başka kadınlarla paylaştığını bile bile susan, dört duvar arasında ömür çürütenler...
Öyle çok örnek var ki… Aslında yazmak istediklerim bunlar değil. İstiyorum ki, umut dolu, mücadele eden, yaptıkları doğru seçimlerle mutlu yaşayan, dimdik duran, aklını, yüreğini kullanabilen kadınlar çoğalsın.
“Ben” diyebilsinler, “İstiyorum”, “İstemiyorum” diyebilsinler, “Hayır” diyebilsinler, dediklerini dinletebilsinler… Ağlayan değil, yaşayan kadınların sesi duyulsun. Tek başına dimdik ayakta duran, kararlarını alıp uygulayan... İşte o “güçlü-mutlu” kadın sesini duyabilmemiz için önce “susturulan” kadınları dinlememiz gerekiyor.”
“Sesi Gören Kız” başlığında engelli genç bir kadının hayatı aktarılıyor:
“‘Keşke kulaklarım da sağır olsaydı’ dedi içinden. Keşke duymasaydıbu söylenenleri. İnandığı, güvendiği bu adam, bırak gözünüaçtırmayı, yavrularını da almak istiyordu koynundan. Direnmesiişe yaramadı -direnmek nedir onu da bilmezdi ya- dayısı da çocuklara bakamazdı onunla birlikte.Her fırsatta itilip kakıldığı, aşağılandığı bu evde duramayacaktı.
Birbiri ardına doğurduğu üç kızıyla tamamen vedalaştığını bilmeden boyun eğdi söylenenlere… Gözleri açılacak umuduyla çıktığı eve, üç yavrusundan ayrılan, umutları kırılmış, gönül gözü de karanlıklara boğulmuş genç bir anne olarak döndü…
Evlatlarını bir daha hiç kucaklamadangeçen yıllar boyunca kanayacak görmeyen gözleriyle.Rüzgârlar esti, yağmurlar yağdı, gökyüzü renkten renge girdiköyün üstünde.Toprak yağmurla çamura döndü, karlar örttüdefalarca üstünü. Hiçbirini görmedi.”
“Bir Ömür Süren Hasret… Hasretle Biten Bir Ömür” başlıklı yazıda, “gurbet”le şekillenen hayatlardan bahsediliyor:
“Hemen hepimiz eşini gurbete göndermiş kadınlara rastlamışızya da hikâyelerini duymuşuzdur… Dağılan yuvalar, gençliğinitek başına eşinin yolunu gözleyerek geçiren yalnız kadınlar…Ya da dilini, kültürünü bilmediği topraklara götürülüp bir çeşithapis hayatı yaşayanlar…
Suskun ve mutsuz kadınlar… Hikâyesini hiç dillendirmeyen… İşte onlardan biri de Seher.Yaşadıklarınıanlatacak fırsatı bile olmadı onun.Ve yaşadıklarını kimse bilmedi.Tanıyanların, bilenlerin dilinden ben “bir kısmını” yazacağım şimdi. Seher’den bir ses olsun bu dünyada…
Madene her iniş eve, çocuklara gidecek birkaç kuruş, gönderilen her lira da “seni seviyorum” demek… Bir de mektuplar var tabii. Özlemi, hayalleri anlatan; Murat’ın yazdığı, ama Seher’in okuyamadığı mektuplar… Murat yazmış yazmasına ama okuma yazma bilmeyen Seher başkalarına okutmuş o satırları.
İki genç insan başkalarının yazıp okuduğu cümlelere ne kadar dökebilir ki yüreklerinden geçenleri? Ne sevdalar dile getirilebilir, ne de yürek yangınları… Kimbilir belki içindekileri, hasretini Ağrı’ya anlatmıştır Seher, tek sırdaşına. İçten içe kaynaması bundandır dışı buz kesen dağın.”
“Dünyanın En Güçlü Korkağı Anneler” yazısında, küçük çocukların yetişkin dünyaları anlatılıyor:
“Yaşananları hatırladığımda “Gerçekten öyle miydi?” diye sorguluyorum bir kez daha. Dedim ya, bu kitapta yalan yok, abartma yok… Hikâyelerin gerçek sahipleri de, okuyan da incinmesin diye sadeleştirmeler var, eksik anlatımlar var.
İki odalı bir ev. Döşemesi bile yapılmamış beton, zemin çıplak.Yerde ne bir halı var, ne de bir parça kilim.Duvarlar hiç boyanmamış, kaba bir sıva var sadece.Daracık girişten sola baktığınızda minnacık bir mutfağa giriyorsunuz.Kapısı yok bu küçücük alanın.
Fayanssız bir tezgahın üzerinde iç içe konmuş birkaç tabak ve bardak var. Bir iki kap kacak da yanına konmuş onların. Çünkü dolap da yok mutfakta.Yerdeki piknik tüpün üzerindeki tencerede akşam yemeği pişiyor ailenin.
Dizlerinin üzerine çökmüş, metal bir kaşıkla alüminyum tenceredeki birkaç şehriyeyikarıştıran el 11 yaşındaki bir kız çocuğunun küçücük eli.
Bizi görünce sevinçle karışık bir utanma yerleşiyor yüzüne. Evin dışında karşılaştığımız ve bizi eve alan ablası “Bugün yemek sırası onun” diyor kucaklaşırken. O kadar küçük ki bedeni, kollarımınarasını dolduramıyor. Abla da gelip sarılıyor o sırada. Üçkişilik bir kucaklaşma.”
“Sarı Örtüye Sarılı Bir Bebek” yazısında, evlatlık verilen çocukların dramı aktarılıyor.
“Kırk yıl önce bir hamam taşı üzerinde başlayan hikâyesini öğrenmek annesine ulaşmak için gelen Hale de küçük bir kız çocuğu gibi büzüşerek oturduğu koltukta anlatıyor bildiklerini. İki cümlede bir onu büyüten annesini kırmak istemediğini söylemeyi ihmal etmiyor.
Yıllardır ona anlatamadığı duygularını herkesin önünde paylaşıyor. Deyim yerindeyse tamamlaması gereken kocaman bir yapboz varken o elindeki iki ü.parçayla bütün resmi oluşturmaya çalışıyor. Ve annesinin, teyzesinin bildiklerini anlatmasını bekliyor.”
“Bir Çocuğu Doğurmadan Korumak” yazısı, Türkiye’de çok yaygınlaşamamış ama önemli bir kurum olan Koruyucu Aile kavramı anlatılıyor:
“Evet o bir koruyucu anne. Küçükken ailesiyle yaptıkları Çocuk Esirgeme Kurumu ziyaretleri belki de bu fikri oturtmuş kafasına. Ya da yine küçüklüğünde öğretilen, ‘Eleştiriyorsanız, değiştirmek için bir şey yapın’ sözleri. Ona bunları öğreten ailesinden bile saklamış fikrini. Dosyası onaylanana kadar kimseye söylememiş. ‘Hayatta kendime sakladığım tek şey.
Çünkü önyargıyla yaklaşanlar var. Fikrimi değiştirmeye çalışanlar olabilirdi. Annem ilk başta sıcak yaklaşmadı, alma, yapma da demedi, ama hani dünyanın en mutlu insanı da olmadı. Babam çok destekledi. Sonra annem bir terapiste gitti.Terapist ona, ‘Böyle bir devirde kızınız hamileyim diyebilirdi, kokainmanım diyebilirdi.
Size bir çocuğu koruyacağım diyor.Çok şanslısınız, evinize gidin’ demiş. Tabii şimdi çok farklı davranıyor annem, müthiş bir bağ var aralarında. Hatta yurtdışına gidersen göndermem diyor.’”
“Keşke Körlüğü” başlığında hasta çocuklarına can olmaya çalışan ya da kaçan anne babalardan örnekler sunuluyor:
“Yusuf, Züleyha ve Emine… Dünyaya geldiklerinde anne babalarını sevince boğan, üç güzel çocuk. İlk adımları, konuşmaları heyecanla beklenen. Geleceklerine dair hayaller kurulan, planlar yapılan...
Bu üç kardeş için ailelerin hayali, planları gerçekleşmez ne yazık ki.Çocuklar 6 yaşına geldiklerinde her şey değişmeye başlar.Koşup oynayan çocukların elleri kolları tutmaz, ayakta duramaz, kendi başına hareket edemez, yürüyemez hale gelirler.Dahası görme yetisini de yitirirler.
Anne-baba çalınmadık kapı bırakmaz, doktor doktor dolaşır, ama nafile. Gözlerinin önünde çocuklarının anbean hareket kabiliyetinin azalmasını izlerler. Elde avuçta ne varsa harcanır, ama işe yaramaz. Tekrar emeklemeye başlayan çocuklar sonunda hareket edemez hale gelirler. Üç çocuğun gören gözü, tutan eli olur anne-babaları -daha çok anneleri tabii. Yemeklerini yedirir, ihtiyaçlarını karşılar, her yere sırtında taşır onları.”
“Onlar Benim Çocuklarım Olamaz” başlığı anneliği reddeden, kaçan bir kadının hikâyesi. Ne ilk, ne de son olan dramatik bir durum anlatılıyor:
'Onlar benim çocuklarım olamaz, baksanıza kılık kıyafetlerine… Bir de bana bakın!’ 70 yaşına yaklaşmış bir kadın kurdu bu cümleyi. Karşısında biri tekerlekli sandalyede yaşamını sürdüren üç yetişkin evlada bakarak.
Ben, ‘Nasıl yani, hata mı yaptık? Bize başvuran bu üç kardeşe neredeyse 35 yıl sonra ‘Annenizi bulduk’ diye müjde vererek bu buluşmayı gerçekleştirdik.’ Ama anne diye davet ettiğimiz kadın bunu reddediyordu. Çocukken birlikte çekilen fotoğraflara bakıyor ve ‘O ben değilim’ diye reddediyordu.”
“Savaşın Çocukları”nda, savaş mağduru insanların yaraları ortaya konuluyor:
“Bir sabah her şey değişebilir insan hayatında… Birlikte büyüdüğünüz, oyunlar oynadığınız insanlar birdenbire düşmanınız olabilir.Kime güveneceğinizi bilemezsiniz.Sohbetlerin yankılandığı sokaklarda patlamalar, bomba sesleri duyulur. Tanıdıklarınızı, yakınlarınızı, masum insanları hayattan koparan bomba sesleri. Yüzlercesini, binlercesini…
İçinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük utançlarından birini yaşadı Balkanlar. Yıllarca birlikte yaşayan Boşnaklar, Hırvatlar, Sırplar düşman oluverdiler… Ve insanlığın utanç sayfasına yazıldı tecavüzler, ölümler, acılar…
Hâlâ toprak toplu mezarları kusuyor… ‘Ey insanlık bu senin ayıbın, benim örtmemi bekleme. Yüzleş, hesabını ver, bedelini öde, ondan sonra benim bağrım açık ölü bedenlere’ dercesine…”
“Her Şeyi Olan Kadınlar” yazısı, toplumun genel olarak kadına ve erkeğe yaklaşımını ortaya koyuyor:
“İlk anda baktığınızda inanasınız geliyor. Her şey yolunda eşini önemseyen, onu aramaya gelen bir koca var diye. Ama çok değil, bir iki cümle sonra her şey çıkıyor ortaya. Tanımadan, bilmeden yapılan evlilikler.
Çamaşırı, yemeği yapsın, çocuk doğursun niyetiyle hayata alınan kadınlar… Böyle diyorum, çünkü bu durum bir “eş”lik değil ne yazık ki.Ve ilk günden itibaren normal görünen dayaklar. ‘Çok değil bir iki tokat attım. Öyle sert vurmam.’”
“Masumiyeti Öldürdüler” yazısında genç bir kızın hayatının özbeöz ailesi tarafından nasıl karartıldığı anlatılıyor:
“Akşam güneşi yana yatık boynuna vuruyordu... Tahta sandalye yerdeydi. Yüzünü göremiyordu. Orada asılı duran ‘baba’ dediği, onu çok sevdiği için hep kucakladığını sandığı kişi miydi? Yoksa onu ‘karanlık gecelerden, büyük acısından’ koruyacağına inandığı ‘abi’ bildiği mi?
Güneşin gölgesi düşüyordu ipteki bedenin yüzüne. Sanki uzundu saçları... Yoksa ‘anne’ denen, onu yaşadığı karanlığa bütün gücüyle iten kötülük mü?asılıydı ipte. Sanki, bir tebessüm yayıldı yüzüne, acı bir tebessüm.”
“O Kadın” ise gencecik engelli bir çocuğun hayatını yok eden biri ve diğer birilerinin hikâyesi…
“- Bunu istedin mi? Gerçekten…
- Evet istedim..
- Söyledin mi?
- Söyledim… Öldür dedim…
- Kendi kızın için, evladın için… Ölmesini mi istedin?
- Evet Ölsün istedim..
Benim sesim titriyor sorarken.Karşımdaki kadının yüzündebuz gibi bir ifade var. Bakışları korkutucu. Gözlerindeki donukluküşütüyor beni. Ve ağzına garip bir şekil vererek, “Ben dedim, Öldür dedim…” diye tekrarlıyor.”
ARKA KAPAK YAZISI:
“Birlikte ağlamaktan fazlasını yapalım diye anlatıyorum size isimsiz kadınların hikâyelerini. Onları tanıyalım, anlayalım diye. ‘Biz’ diye başladığımız cümlelerin devamında, hakkında ahkâm kestiğimiz isimsiz kadınların yaşamlarındaki farklılıkları görebilelim diye. Kendi kararlarını alıp uygulayabilen, ayaklarının üstünde durabilen, birey olan kadınların sayısı artsın diye…”
İnci Ertuğrul, gazetecilik, eğitmenlik, televizyon programcılığı ve sunuculuk hayatı boyunca, kadın erkek ayrımı olmaksızın birçok insanın hayatına dokundu. Onların kayıplarını aradı, üzüntülerine ortak oldu, hem fiziksel, hem de ruhsal yaralarına merhem olmaya çalıştı. Kamera arkasından seslenirken “kadın” ve “anne” olma kimliğini bir kenara koymadı, insanları bir televizyon objesi şekline sokmadı.
Bu ilk eseriyle de, son yıllarda hayatımızda bir irin gibi büyüyen toplumsal problemleri ortaya koyuyor ki hep beraber yaramızı tedavi edelim ve “birey”liği başarabilelim, merhametli, vicdanlı insanlar olabilelim.
İnci Ertuğrul, “Ben umutluyum bu kadar acının, sancının sonunda güzel bir yaşamı doğuracak kadınlar…” diyor. Biz de o umudun peşine düştük ve gerçek hayatların süzgecinde, Sessizliğe Konuşanlar, Sessizliğe Susanlar, ortaya çıktı.
Şimdi umudu elden bırakmadan gerçeğe yolculuk zamanı…
Yazar adı :İNCİ ERTUĞRUL
Yayınevi :Librum Kitap
Orijinal dil: Türkçe
Türü : Anlatı
Cilt Bilgisi: Karton Kapak
Kağıt Bilgisi: 60 gr Enso
Basım Tarihi: EKİM 2018
Sayfa Sayısı: 208
Kitap Boyutları: 13,5x21
ISBN No:978-605-2305-31-7
Barkod No:9786052305317
Etiket Fiyatı:29 TL