Yeni dizisinin setinde Perran Kutman'ı ziyaret eden Hürriyet'ten İzzet Çapa'nın röportajından satır başları;
Her birini evimize misafir ederken onlara hayat veren kadını tanımayı unuttuk adeta. Yeni dizisinin setinde Kutman’ı ziyaret ettiğimde eski bir dostla karşılaşmışcasına heyecanlıydım. Oysa hiç tanışmamıştık. Tatlı tatlı anlatmaya başladı yaşamının “mihenk taşlarını”... Öylesine keyifliydi ki hikayeleri, sorularla bölmek bile istemedim muhabbeti. Çocukken hayalini kurduğu minibüsçü sevgilisi Enver oldum onun için. Birer birer mola verdik hayatının “duraklarında”. Buyrun siz de katılın yolculuğumuza...Ailemizden biri gibi gördüğümüz, kimimizin çocukluğu, kimimizin ilk gençliği, hep çok iyi tanıdığımızı zannettiğimiz ama aslında pek de tanımadığımız bir kadın Perran Kutman...
- Vay vay vay... Meğer ne kadar esrarengizmişim (gülüyor)...
Şaka bir yana galiba canlandırdığınız karakterleri benimserken sanki biraz Perran’la tanışmayı unutmuşuz.
- Eh hadi tanışalım bari.
Çocukluğunuzdan başlayalım o halde...
- Babaannemin Aksaray Küçük Langa’daki konağında bütün ailenin ilk çocuğu olarak doğmuşum.
EN İYİ AKRADAŞIM TAVUKLAR VE KUZUMDU
Masanın bacakları mı?
- Tabii... Onlar benim komşularımdı. Her biriyle ayrı ayrı konuşurdum. Tavuğu da çocuğum sanıyordum. Üstünü örter, öğle uykusuna yatırırdım. Uyanınca da akasya yapraklarını rulo yapıp, zorla gagasından aşağı iterdim. Akasyalar bitince de bu sefer mısırları doldururdum ağzına. Sonra hooop yine üstünü örter, zorla uykuya yatırırdım.
Bildiğimiz işkence bu yahu...
- Sorma, etmişim vallahi. Tavuk, bir çocuğu görünce “gıdak gıdak” diye feryat figan kaçar mı? Benimki kaçıyordu işte. Ah bir de zavallı kuzum vardı.
Eyvah “Kuzuların Sessizliği” başlıyor!
- Yok, o kadar da değil. Kuzuların burunları nemli olurmuş. Ben çocuğum, bunu bilmiyorum tabii. Kumaş mendilleri alır hayvancağızın burnunu silerdim sürekli. E o da ne yapıyordu? Beni gördüğü yerde “Mee mee mee” diye kaçıyordu...
En hayırlısı masa bacaklarıyla arkadaşlık etmek galiba...
- En güvenlisi olduğu kesin. Arada mahalledeki çocuklarla iletişim kurmaya teşebbüs ettiğim de oldu. Babaanneme üçüncü kocasından bir bakkal dükkanı kalmıştı. Mahalleli ona “Kadın Bakkal” ya da “Anne” derdi. Neyse, dükkandan eve çikolatalar, kuruyemişler falan gönderdiğinde mahalleden de 2-3 çocuk gelirdi. Çikolataları yedikten sonra da “Haydi biz gidiyoruz” diye adeta kaçarlardı. Ben de yine kalırdım tavuk ve kuzuyla baş başa.
Onların yaptığı da ayıp ama...
- Çocukların günahını almamak lazım. Ben de huysuzluk yapardım doğrusu. Oyun oynamayı bilmiyordum. Babam bir keresinde Beyoğlu’ndaki Japon mağazasından oyuncak salon takımı almıştı. Fakat takımı bir görsen, tek kelimeyle şahane. Bir aylık maaşını vermişti.
Bir maaşa bedelse, şahane olduğuna hiç şüphe yok...
- Ah hem de nasıl. Gri ipekten Louis tarzı koltuklar, maun dolaplar... Neyse oyun oynamak için yine bir gün mahalleden çocuklar geldi. Bir köşeye kendi takımlarını kurdular. Anneleri şeker kutusunun üstüne örtü dikmiş, 2 tane de küçük yastık yapmış.
Sizin havanızdan geçilmiyor tabii...
- Yok yahu ne havası. Bayılıyorum onların köşesine, hatta kıskançlıktan çatlıyorum. Tabii yine huysuzluk yaptım, kerameti köşede zannedip “Bozun orayı, ben geleceğim” dedim. Gittim kurdum benim takımı oraya ama yine olmadı. Perran ağlamaklı, onlar mutlu!
HABERİN TAMAMI İÇİN TIKLA