YILMAZ ERDOĞAN – DÜŞ YOLLARA
İşte Yılmaz Erdoğan'ın KAFA Dergisi'nin ikinci kuruluş yıldönümü için kaleme aldığı o yazı;
KAFA Dergisi ikinci kuruluş yıldönümü için benden bir yazı istediğinde “kafa değiştirme” üzerine bir yazı yazmak istedim.
KAFA’nın karşılığı İngilizce’de “mood” gibi bir şey oluyor. Mood dediğin de yaşadığın hayatın sendeki duygusal karşılığı.
Ben eski kafayı değiştirip daha organik kafalara yönelmeye başlayalı beş yıl oldu galiba.
Önce otlarla tanıştım.
Tarım disiplini dışında, tümüyle tanrısal bir ilhamla boy veren tüm bitkilere ot diyoruz biz. Bu iki harfle geçiştirdiğimiz alemin ne kadar derin ve ne kadar çok şifalı sırlar barındırdığını bilmiyordum.
“Çılgın” bir fikirle başladı her şey.
İstanbul’daki ofisimizin yirmi metrekarelik bir bahçesi vardı ve zemin ahşapla kaplanmıştı. Söktük tahtaları. Sürdük tarlayı ve organik gübre ekledik. Başka da hiçbir şey yapmadık, hiçbir şey ekmedik.
Derken filizlendi önce toprak, sonra büyüdü bitkiler. Kısa bir zaman sonra “ot bürüdü” bahçemizi. En yakın kitapçıya gittim ve birkaç tane şifalı bitkiler kitabı aldım ve incelemeye başladım.
İnternetin imkanları ve sonsuz dünyasında bir araştırmaya başladım.
İki ay sonra saydığımda tam kırk dört çeşit şifalı bitki boy vermişti bahçemde: Hindiba, ebegümeci, yaban turpu, devedikeni, kuşyemi, gelincik, papatya, semizotu ve daha neler neler.
Bu “otlardan” hangisini gugıla sorsan öve öve bitiremiyor. Her biri bin derde deva. İki sayfa sürüyor mesela sadece ebegümecinin muhteviyatı.
Meğer bizim “ot bürüdü” dediğimiz yere, Rabbim eczane açmış haberimiz yok!
İyileşmenin, güzelleşmenin, şifanın kaynağı olan bitkilere ot diyoruz. Hatta bununla da yetinmiyoruz “yaban” otu diyoruz.
Ortada yabanileşen, var olmanın temel prensiplerine ve amacına yabancılaşan birileri var evet ama onlar otlarımız değil biziz.
Hindiba’yı ele alalım mesela.
Hangi ot biliyor musunuz bu?
Hani güzel yeşil bir dalın ucunda sihir gibi bir top oluşur. Üfleriz onu ve havada uçuşur pamukçuklar... İşte o mucizevi bitkinin adı hindiba ve tıbbın kurucusu olan İbn-i Sina ağbimizin yazdığı bir “Hindiba Risalesi” var. Koca usta üstüne risale yazmış ama biz üfleyip geçiyoruz konuyu. Bırak verdiği şifayı, adını bile bilmiyoruz hindibanın.
Ve kentlerde ve “özel” veya “tüzel” okullarda çocuklarımızı eğittiriyoruz. Hayat Bilgisi diye bir ders var ama gözünün önündeki hindibadan haberi yok bu hayatın.
Çileği ağaçta yetişen bir meyve zanneden (aa değil miymiş??) kuşaklar yetişiyor okul betonlarına basarak.
Kimseyi kınamıyorum elbet, bir toprak evde ve bir bahçede doğmuştum ama ben de işin sonunda şehir telaşında kaybolmuştum.
Ta ki şu bizim bahçe deneyini yapıncaya kadar. Dönüşüm arayış getiriyor ve arayan da buluyor. Ya da tersinden söyleyelim. Dönüşmeyen aramıyor, aramayan da
haliyle bulamıyor.
Nicedir Köyceğiz cennetinin bir sakiniyim ve her gün toprağa basıyorum sakin sakin. Sığla ağaçlarının gölgesinde ve şehir değmemiş nehirlerde yüzüyorum.
Bir şehir kaosundan ayrılma cesaretini gösteren herkes için yurdumun her yeri müminini bekleyen cennet. Şöyle bir adam hayal ediyorum:
İstanbul trafiğinin bir yerinde yani cehennemin bir köşesinde bekliyor... Bekliyor... Bekliyor... Sonra soruyor kendine... Neredeyim, ne yapıyorum ben? Ne yapıyorum bu şehirde? Ne “yaşıyorum” bu şehirde?
Aslında sadece yapıyorum, yaşamıyorum. Zaten gürültüden kafa kalmadı arkadaş. Bu şehir kulağımın dibinde avaz avaz bağırıyor durmadan, yirmi dört saat!
Ve karar vermiyor. Bu cinnetten çıkmalı bir cennete ulaşmalı!
Önce kravatını çıkarıyor, atıyor arabanın arka koltuğuna ve ilk bulduğu sapaktan sapıyor. Ayrılıyor “ana yol”dan.
Ve hesapsızca sürüyor arabasını...
Mesela Tekirdağ tarafına gidiyor.
Hesapsız bir yolculuk bu, tam nereye gittiğini kendisi de bilmiyor...
Mürefte’ye geliyor mesela. Şaşırıyor. Çünkü oturduğu eve bir buçuk saat mesafede bir üzüm vahası, bağlar dünyası olduğunu bilmiyor. Hemen anlıyor hakiki hayatın kodlarını: Bir küçük taş (hatta daha da güzeli toprak) ev, bir avuç bahçe, şifalı bir rüzgar ve ilaç gibi berrak sular...
Sonra hayvanlar, diğer vardaşlar.
Var olma ortak paydasında buluşanherkes vardaş.
Yola devam eder isterse ya da işte Mürefte, işte Saroz, Gelibolu... Çanakkale...
En küçük noktasına kadar Ege...
Dünyanın en güzel kızı, Akdeniz.
Nereye giderse gitsin insan yurdumda, yeter ki düşsün yollara!
Ağaçla, çiçekle konuşana manyak, hiç kimseyle iletişim kurmayan, komşusunun adını bilmeyene insan deniyor şehirde. İlk fırsatta terk et güzel kardeşim orayı.
Şu ne zamandır konuştuğunuz proje var ya... Uzaklara gidelim, bir köye yerleşelim.
Ya da hadi gel köyümüze geri dönelim...
Gidin. Düşün yollara...
Kentten köye göç zamanı şimdi.
Bir ara hepimiz bir araya toplanmaya karar verdik ve yaptık. Milyon milyon buluştuk şehirlerde. Biz buluştuğumuz için şehir dendi zaten oralara. Olmadı. Güzel şeyler de oldu tabii ama sonu güzel olmadı.
Yorgun zihin ve karbon gazı trafiğindesıkıştık kaldık.
Bu benim demin arabada darlandığını hayal ettiğim adam var ya, O artık bir köylü.
“Yeni Köylü” diyoruz O’na.
Şehrin bilgisini köyün yapabilgisiyle birleştiren, organik olmayana selam vermeyen bir adam bu.
Çünkü düştü yollara. Vedalaştı eski kendisiyle ve yenisini yarattı. Değişti desem yetmiyor dönüştü desem kulağıma hoş gelmiyor.
DELİŞTİ bizim adam.
Kafayı da kırdı adam rotayı da!
Ve “senede bir hafta cennet” modelinden “forever cennet” modeline geçti!
Düş yollara benim çok daha iyisini hak eden aklım. Kuzeye git, güneye git, burası Türkiye, Anadolu, her köşesi cennetim, neresine gidersen git.
Adres basit. Çiçek açan, sular akan, toprağa çıplak ayakla basılan bir yer..
Evladına kendi ektiği domatesi yedirdiğin bir yer...
Düş yollara güzel kardeşim. Hak ettiğin hayat “bir ev, bir işyeri, bir avm kahvesi” değil.
Ya hakiki bir ağaç gölgesinde sebze kurutalım ya da şehrin dehlizlerinde organik pazar arayalım.
Korkma, düş yollara...
Gittiğin yere, delişerek gidersen, geride bıraktığından çok daha fazlasını bulacaksın. Ölmeden ölmeyi becerirsen, yeniden doğacaksın.
Düş yollara benim güzel kardeşim, yolu bulacaksın.