‘İnanmak başarmanın yarısıdır’ demiş Theodore Roosvelt. Bu sözü kurgulara adapte edecek olursak, ‘İnandırmak başarmanın yarısıdır’ dememiz lazım. Zira bir yapımın, özellikle de dizilerin başarısında ilk aşama, izleyiciyi hikâyeye inandırabilmek! Bunun için de sunum şekli, dikkat edilmesi gereken baş şart olmakta. Aynı türden öykü bolluğunda tercih ibresinin, ekran başındakilerin duygu dünyasına hitap edebilen ve onların algısına-mantığına inandırıcı gelen işlerden yana kaydığı muhakkak.
Yani izleyici zekâsıyla ve kalite kriteriyle denk dilde konuşan yaşıyor. Bunun dışında oyuncuların karakterlerde sergilediği performans da önemli tabii. Ancak sıkça vurguladığımız üzere, yaşanan deneyimler hep gösterdi ki, cevabı sonraya bırakılan sorular yaratarak yüzünü gösteren öykü olayı ve oyuncu canlandırması izleyicinin inanıp benimseme kabiliyetinin gerisinde kalmakta çoğunlukla. Acı ama gerçek bu!
Nitekim FOX’un yeni dizisi ‘Adı: Zehra’ da aynı dertten muzdarip bir tabloyla çıktı karşımıza. Kadına yönelik erkek baskıcılığı ve aile içi şiddete odaklı başlangıcında, nefes nefese bir kaçışı ve erkek zulmüne-dayatmasına karşı kadın dayanışmalı başkaldırıyı vermeyi tercih eden senaryoda farklılık sergileme çabası vardı. Ama bu olumlu çabaya, ‘inandırma’ olgusu göz ardı edilmiş havası hâkimdi ne yazık ki! Dolayısıyla merak uyandırmaya ve ilgiyle izlenmeye layık bir iş potansiyelindeki yapım kimilerince en baştan ‘Adı: Zehra ama inanırsan’ kıvamına sokuluverdi. Hal böyle olunca da Cumartesi akışındaki kadın ağırlıklı öykülerin gerisinde kalması kaçınılmazdı. Total’de sekizinci olan yapım AB grubunda da yedincilikte kaldı.
Bizde adettendir. Reyting yüksek geldi mi yapımın negatif özellikleri bir tarafa bırakılıp övgüler dizilir. Kopyacılıklar-ucuzluklar dahi, bulunmaz Hint kumaşıymışçasına yüceltilir... Öte yandan değişiklik sunma potansiyeliyle farklı girişi yapıp gizemle ilerlemeyi hedefleyen bir yapım, sırf izleyiciyi inandıramadı diye, beklenenin gerisinde kalınca anında veryansın edilir.
Nasıl ki, ‘Adı: Zehra’ için de olumsuz eleştiriler sıralandı hemen. İlk bölümün ardından gerek Almanya’daki sahnelerinden, gerek içerik havasından, gerekse Zehra’nın Hande’ye dönüşme sürecinden ötürü olumsuz yorumlarla karşılandı. Peki, söylenecek çok sözü olduğunun sinyallerini ilk bölümden açık seçik veren ‘Adı: Zehra’ gerçekten de bunları hak edecek seviyede bir iş miydi? ‘Adı: Zehra ama inanırsan’ deme kafasındakilerin eleştirilerini çürüterek verelim bu sorunun cevabını.
ADI: ZEHRA’NIN EĞRİSİ DOĞRUSU
Kadın dünyasını işleyen ve yabancı ülkelerden giriş yapan dizi modasının yaygınlaştığı ekranlarımızda bana göre üstünde durulması gereken baş detay, gerçekçilik olmalı. ‘Adı: Zehra’ya baktığımızda, her ne kadar ilk bölümüyle izleyiciye yönelik inandırıcı sunum sağlamayı başaramamış olsa da, öyküsünün girişindeki tablonun gayet gerçekçi olduğunu söyleyebiliriz!
Çünkü erkeklerdeki gerici ve baskıcı kafanın, yaşanan memleketten bağımsız olarak aynı düzen dâhilinde çalıştığını… Kadınları-kızları erkek ihtiyaçlarını gideren ve emirlere itaat eden bir obje olarak görmenin ötesine geçemediğini ortaya koydu. Kadın dövmenin Allah emri olduğunu söyleyip hak sayan ve işi, ‘Dayak yiyen kadın şükretmelidir’ saçmalığına vardıranların ekranlarımızda sıkça boy gösterdiği şu günlerde bu detay hiç de yabana atılacak bir şey değil açıkçası. İlaveten, Almanya ve benzeri ülkelerde yaşayıp oraların nimetlerinden faydalanarak maddi düzenini kurmakta sakınca görmeyen erkeklerin, oradaki kültürel yapıyı beğenmeyerek kızlarını kapı dışarı çıkartmamakla-okutmamakla övünmesi ikilemi de dizinin kayda değer detayıydı.
Bu ayrıntıyı ‘Dininden çıkmasın diye gâvurun mektebine yollamadık’ diyen Zehra’nın babası aracılığıyla en gerçekçisinden sergileyen senaryo, ‘Orada zorla mı tutuyorlar? Madem örfüne âdetine çok değer veriyorsun niye kendi ülkene-kültürüne dönmüyorsun be adam’ dedirtmenin ötesinde ‘Yobaz ve baskıcı zihniyet her nerede olursa olsun bildiğini okur, değişmez’ hakikatini de serdi ortaya.
Gel gör ki ‘Sevmek ne lan’ magandalığını, ağzından salyalar akan vahşi hayvanla eşdeğer bir tabloyla yansıtılan, erkek sefilliğiyle buluşturan ve tüm bu yozluğa Zehra’nın kusmuğuyla cevap verip açılışını yapan diziye bakan her göz aynı perspektife sahip değildi. Almanya kanadındaki çarpıcılığı atlayıp Ayşe’nin yaşadığı apartmanda (Kadir’in saklandığı apartmanda yoktu) arka plandan görünen doğal gaz borusuna-saatine kafayı takan da çıktı… Zehra ve annesi niye polise gitmedi, diyen de… Dahası, Şule’nin Zehra’yı 7 yıl önce kaybolan Hande diye kabullenmesi üstüne çokça laf edildi. Lakin bu yorumları ciddi sorgulamalar olmayıp kişilerin dizideki dikkat noktalarını işaret etmenin ötesine geçemezdi.
İşin gerçeği, diziye yönelik haksızlıkların önünü kesmek için ‘Adı: Zehra’da ilk bakışta mantıksız gibi görünmeye müsait pek çok ayrıntının özünde tamamen doğruları yansıttığını ve senaryonun neyin niçin yapıldığına dair ipuçlarıyla dolu olduğunu algılamak şart! Mesela dizinin Frankfurt’taki başlangıcı Türk ve Alman bölgeleri arasındaki farklılığı da, oradaki Türklerin bir kısmının halen sürdürdükleri kafa yapısını da gayet güzel vurgulamalarla sundu bize.
Kuşkusuz yurt dışında yaşayanların çoğunluğu aynı zihniyete sahip değildir. Fakat yapıcı gelişimi işaret etmek adına olumsuzluklar üstünden yol almak daha önemli. Zaten düğün salonundan gelin odasına… Kebapçısından evlerine… Türk tarafı olduğunu her halinden belli eden mahalleleriyle gurbetçi cephesinden gerçekçi kesit sunan yapım da bunu hedefleyerek koyulmuş yola. Dolayısıyla boruyu-saati geçip Almanya’dan Türkiye’ye uzanan şiddetle yoğrulmuş erkek yobazlığına dikkat kesilmek daha doğru olacaktır.
Gebelik testini orta yerde bırakma mantıksızlığına düşen Zehra ve annesi Şermin kanadına gelince… Türkiye’de dahi pek çok ailede erkek baskısı gördüğü halde polise başvuramayacak derecede sindirilmiş kadınlar varken, erkekler sayesinde hayalet gibi yaşar hale getirilen kadınların nasıl bir sonuç alacaklarını bilmedikleri Alman polisine gitme olasılığı sizce ne kadardır?
Kaldı ki burada senaryo, klişelerin ötesinde kızının yanında yer alan, onun hamileliğini normal karşılayan ve sevgilisine gitmesini destekleyen bir anne profili çizerek fark yaratmış. Dolayısıyla kızını, ‘Çalınan her günün acısını alacaksın bu dünyadan’ sözüyle uğurlama cesareti gösteren Şermin ile yegâne özgürlüğü Türk mahallesindeki Ayşe-Mehmet-Kadir üçgeninden ibaret olan Zehra’yı baştan polise gitmemekle suçlamak, mantıken doğru olsa bile, yaşam şartlarının gerçeğinde abesti.
Baskı altındaki kızların aile ortamı dışında yakaladıkları ilk fırsata dört elle sarılıp oradan kurtuluş medeti umma gerçeğiyle paralel bir mantıkla değerlendirilmesi gereken Zehra-Kadir ilişkisindeki detayları zamana bırakarak aktaracağını düşündüğüm senaryoda eleştirilere hedef olanlardan biri de otobandaki infaz olayı! Almanya’da otobanın kenarında beklemek yasak olabilir, polis hemen müdahale edebilir…
Ancak cinayet suçlamasına maruz kalmadan namus temizleme yobazlığını gerçekleştirmek için geliştirilmiş formül örnekliğinin ötesinde, erkek ve suç kafasına yeni bir pencere açtığı da muhakkak. Araçların son sürat geçtiği yoldaki tabloyla, aile erkekleri ve zorla evlendirilmek istenen adam arasında top gibi çevrilip çaresiz bırakılarak ölüme yollanan kadınların durumu bundan güzel izah edilemezdi doğrusu! Bu sahneyi yazanların kalemlerine sağlık.
İsmail’in nasıl olup da o yaşına rağmen oğlunun yanında tazı gibi koşturabildiğine akıl erdiremediğim yapımda, Zehra’nın intihar gibi gösterilmeye çalışılan infazından açığa çıkan bir başka gerçek de, insan yaşamında ve kadına şiddet olaylarında doktorların gösterecekleri tutumun ne denli önemli olduğu! Benzer vakalarla sıkça karşılaşıp işin gerçeğini kavrayan ve akılcı bir yol izleyen Doktor Sabahat, hem kalbi duran hastalarda hemencecik pes etmemek gerektiğini, hem de şiddet mağduru kadınlara yaşam gücü vermede ilk moral desteğinin doktordan gelebileceğini layıkıyla işaret etti. Ölümü kötü oldu o başka.
Ve öykünün asıl kırılma noktası olan Şule-Hande karşılaşması… Kimilerinin ilk bölümde algıladığının aksine, Şule tabii ki de inanmadı Hande olduğuna. Zaten konsolosluktaki ön kontrolü geçmesi için koridorda beklerken aile bireylerinin resimlerini gösterip kısa bilgiler verdi Zehra’ya. Yoksa içerideki yüzeysel sorgulamada sınıfta kalırdı ve Şule de Hande niyetine alıp götüremezdi Zehra’yı. Kuşkusuz, dizinin devamında Hande olmadığı açık açık kabullenilen Zehra’ya karşı bu yalanı savunan Şule’nin kendince haklı nedenleri vardı.
Nitekim Allah’a yakarışında hem vicdani bir yükün ağırlığını taşıdığını hissettirdi hem de Hande’nin kaçmasına sebep olan aile içi bir sırrın varlığını işaret etti. Kadir’in verdiği, Serkan’ın bulduğu kolyeyle de bağlantısı çıkabileceğini düşündüğüm bu sır bölümler ilerledikçe yavaş yavaş dökülecektir ortaya. Yani baştan tüm ayrıntıları belli etmeyerek geriye merak unsuru bırakan senaryonun bu husustaki gelişimi de çok yerinde.
Üstelik rekabetçilikte elini güçlendirmek için ikinci bölümü özetsiz başlatıp ‘Evine hoş geldin’ oyunuyla aile içi huzursuzluğu ayaküstü resmeden yapım, ilk bölüme yönelik eleştirileri hızlıca cevaplamak istercesine, Şule’nin mimarı olduğu ‘zoraki Hande’ durumunu Serkan-Şule konuşmasıyla apaçık sundu bize. Anlayacağınız; ‘DNA testi niye yapılmıyor’ düşüncelerine karşı, polisin kalıcı kimlik gerekçesini çıkartarak bu detayın atlanmadığını gösteren ve Zehra’yı haber malzemesi yapmak uğruna katillere yem etmekten çekinmeyen gazeteci kızla da medyanın gerçek yüzünü açığa çıkartan…
Hinliğin kitabını yazan İsmail’le televizyondaki kayıp kavuşturma programlarının nasıl kötü emellere alet edilebileceğini yansıtan… Zehra’nın ‘Yalan söyledim. Başkasının hayatını çaldım’ itirafıyla polis olayını devreye sokan… Ve Ülkü Hilal Çiftçi’nin canlandırdığı Mine karakterinin ürkekliğiyle de, ruhsal şiddet geliştiren baba-anne korkusu üstüne yan konu yaratan dizi, her karesinde içi dolu bir senaryoya sahip olduğunu ispatladı. Üçüncü bölümün fragmanı da doğruyu açıklayan Zehra’ya yepyeni bir Hande sayfası açıp gerçek Hande’ye ne olduğu merakına yol yaptı. Tempo düşürmeden akıp bıktırmadan izlenen dizide bundan iyisi can sağlığı.
SÖZÜN ÖZÜ; Sohel Altan Gol ve Ali Meriç’in kötü adamlığın hakkını fazlasıyla verdiği… Zeynep Çamcı’nın kadın çaresizliğini yansıtan performansıyla karakteri hissettirip ‘tip ve konuşma’ noktalarında eski rolleriyle benzeşme olumsuzluğunu büyük ölçüde bertaraf etmeyi başardığı ‘Adı: Zehra’, bizdeki kıyımcı erkek zihniyetinin sınır tanımazlığını, gidilen ülkelere de taşındığı gerçeğini yalın ve kararlı dille sunma cesaretine sahip bir iş!
Dolayısıyla erkek kötülüğünden mağdurlaşan kadın hallerini odak noktasına alıp senaryo matematiğini gayet bilinçli kuran ve akış temposunu hiç düşürmeden ilerleyen yapımı kopyala yapıştır misali karalamanın ve hak etmediği yorumlarda bulunup öküz altında buzağı aramanın hiç anlamı yok. İlerisi ne gösterir, takipçisi olup değerlendireceğiz.
Anibal GÜLEROĞLU