‘Anne’ derinlikli bakışı hak ediyor
Bir eleştiri yazısı yazmanın en zor yanı, o konunun size neler düşündürdüğüne ve hangi duygularla ele alınması gerektiğine karar vermektir. Çünkü felsefeci-yazar Émile Chartier’nin de dediği gibi ‘Düşünme, yazma sanatının ilk adımıdır’! Başkalarını bilmem ama ben de aynı felsefeyi benimseyenlerdenim. Onun için de emeklerin hakkını yememek veya yersiz övgü dizmemek için düşünerek, detaylarıyla irdelemeyi severim. ‘Anne’ye de öyle bakacağım.
‘Anne’ olgusunun başlı başına kapsamlı bir konu olduğu gerçeğinde… ‘Kötü anne yoktur. Sadece erkeklerin kötülüğü yüzünden çaresizleşip bunalan anneler vardır’ mantığını işleyen orijinalinin tamamını izlediğim ‘Anne’ dizisi, çok yönlü ve evrensel senaryosuyla derinlikli bakışı hak edenlerden. Dolayısıyla yerli versiyonuna yönelik kritiğimde öne çıkartacaklarım için baştan çalakalem ahkâm kesmek veya şiddeti teşvik ediyor gibisinden haksızlıklara girişmek yerine, daha duyarlı yazabilmek için uyarlama senaryonun nasıl bir gelişim sunacağını görmek istedim. İki bölümü de gördüğüme göre gönül rahatlığıyla yazabilirim. Diziyi, orijinaliyle kıyaslayıp iyi bir uyarlama olup olmadığına değinerek başlayalım söze...
‘ANNE’ İYİ BİR UYARLAMA OLMUŞ MU?
Dram türünün hakkını fazlasıyla verme özelliğine ve kapasitesine sahip olan ‘Anne’nin orijinali, jenerikte de belirtildiği üzere, senaryosu Yuuji Sakamoto’ya ait 2010 yapımı Japon dizisi ‘Mazaa/Mother’. Her bölümüyle beni etkileyen, özellikle de hüngür hüngür ağladığım finalindeki sahneleriyle içimde erken erken göçüp giden anneme duyduğum özlemi tetikleyen bir işti. Yani baştan sona çok sevmiştim. O nedenle ‘Anne’ de ilgimi çekti haliyle. Hele Tsugami rolünü ‘Kocamın Ailesi’nde harikalar yaratan Beren Gökyıldız’ın canlandıracak olması, Vahide Gördüm’ün varlığı beklentimi de epeyce yükseğe taşımıştı.
Nitekim Star’ın her türden duygularla anne-kız tablosu yansıtan yeni dizisini izlemeye başladığımda bir kez daha tüm umutsuzlukları-acıları dağıtmanın yolunun sevilen varlıklara odaklanmaktan geçtiğini hissettim. Şule’de, kızını seven ancak birlikte olduğu erkeğe karşı koruyamayan; onun da kendi gibi sefil olmasından çekinip tek başına yaşam mücadelesi verememenin çaresizliğini yaşayan anne korkusunu-ikilemini gözlemledim... Ki, Gonca Vuslateri bu duyguları orijinalinden çok daha iyi yansıttı izleyiciye. Küçük yaşta terk edilip koruma evlerine yollanan kızların ‘iyi anne’ olamama ürküntüsünü ve evlat edinenler ne denli iyi olursa olsun çocukların eziklik duyacağı gerçeğini, Cansu Dere’nin Zeynep rolüne tam uygun duruşuyla özümsedim. Kızını merakla, kabullenmişlik noktasında orijinalini aratmayıp berber ‘Unutkan Nine’ yerine, elişi yapan ‘Sakar Teyze’ olarak sıfatlandırılan Gönül’le birlikte, şiddet mağduriyetini yaşamış ve evladından zorunlu olarak ayrı düşmüş bir annenin dingin acısı tekrardan aktı yüreğime… Cahide, Zeynep’i yük görmeyip öz kızlarından ayırmayan anne figürüyle örneklik etti cümle diziye. Ama orijinalinde olduğu gibi yine benim için en önemlisi küçük kız yani Melek’ti… Bu nedenle yerlisini de anne-kız ilişkilerinden ziyade mazlum iyimserlikle duygularını kalbinde saklı tutan ve göçmen kuş manasına gelen ‘Tsugami’ yerine ‘Turna’ olan Melek’in hayata tutunma çabasına, kendini baskılamasına yoğunlaşarak izledim.
Ve gördüm ki, gazetecinin olay çözme gayretkeşliğini de tam yansıtan ‘Anne’ her haliyle çok başarılı bir uyarlama örneği olarak duruyor ekranda. Ne karakterlerle oynanmış, ne öykünün mantığıyla. Hatta uyarlamanın ötesine bile geçilmiş. Öyle ki, kuş tüyü de dâhil olmak üzere, başlangıç itibariyle karşımıza çıkanlar ‘Uğraşmaya gerek var mıydı yeniden yapmaya? Doğrudan Japon dizisi Türkçeleştirilip yayınlansa da olurdu’ dedirtecek türdendi neredeyse.
Denize düşmüş gibi gösterilen Melek için başlatılan aramayla yapılan açılıştaki beyaz berenin kırmızılaşmasını ve bundan bir hafta öncesine giden akıştaki Melek’in annesine kahvaltı hazırlama ilavesini… Okulda ölen hayvanın ördekten köpeğe, Melek’in kafesindeki hayvanın da hamster’dan tavşana dönüşümünü saymazsak… Küçük kızın evden kurtuluşu, Japonya’da sokağa terk edilen bebekler için konan ‘masum hayatları kurtaran bebek posta kutusu’ yerine cami avlusundan ummasını da kültürel farklılığa bağlarsak… Baygın öğrenciyi revir yerine odada tutma farkını da çocuğa verilen değer bazında yorumlarsak… İlk bölümde bunun ötesi ha Ali Veli ha Veli Ali kıvamındaydı. Tren yerine karayolunu ön plana çıkartan ülkemize uygun düşmesi babında, otobüs yolculuğuyla İstanbul’a uzanan öykünün devamındaysa değişimler yüzünü gösterdi ki, bunlar da dizinin orijinaline kıyasla uzun süresini doldurmak için gerekli.
Velhasıl Melek’in evinin konumundan liman, kumsal gibi mekânlara… Müziğinden, çoğu repliklere ve dahi oyuncu duruşlarına… İki dizi arasında neredeyse birebirlik sağlanmış. Belli ki orijinal yapım defalarca izlenmiş ve sahnelerin falso vermemesi için üstünde çok iyi çalışılmış. Sonuç, uyarlamadan ziyade tıpkılaşma olsa bile… Senaryo için henüz Japoncadan tercümenin ötesinde pek çaba harcanmadığı gerçeği, orijinalini izleyen biri olarak gözüme batsa dahi… Yönetmenlik, oyunculuk ve kurgu açısından aynı kalitenin-tadın tutturulmasını takdir etmek lazım. Neticede bu da kolay yapılacak bir şey değil.
Öte yandan ikinci bölümde kimi ilavelerle farklılaşan bu tıpkılık tablosu eminim bir süre sonra iyice değişmeye başlayacaktır. Çünkü orijinali hepi topu 11 bölüm. İnsani ölçülerdeki orijinal senaryolar bizim upuzun dizilere yetmeye dayanabilir mi hiç? Dayanamayacağı için burada da ekstralar girecektir devreye. Mesela Zeynep’in evlatlık verildiği anne ile kızları bu tarz gelişim için biçilmiş kaftan. Ayrıca gazeteci Ali ile üniversitedeki abisine de orijinalin dışında vasıflar yakıştırmak mümkün. Aynı şekilde Melek’in annesi Şule ve Cengiz cephesinde orijinalde olmayan abartılara gidilmesi de olası. Hele orijinal senaryodaki çocuk bakımevi etabı, Melek’i ‘dramlardan dram beğen’ kıvamına getirip sündürmek için birebir. Çünkü Japon yapımındaki çocuğa özen gösteren tablonun aksine bizdeki yurt algısı dizilerdeki örneklerle meydanda.
Kısacası; ‘Keşke orijinaldeki Nao’nun geçmişte gittiği yuvada geçen sahneler de konsaymış. Böylece yaşlı-çocuk örtüşmesindeki duygu verilmiş olurdu’ diyerek Zeynep’in Mumlu Anne diye anımsadığı karakterin orijinalinde yarattığı tatların eksikliğini hissettiğim… Orijinalin final bölümünde yaşlı adamın ‘Üç çeşit insan vardır. Kadınlar, erkekler ve anneler… Sonuncusunu asla anlayamazsın’ sözünü slogan yapan ‘Anne’, mevcut haliyle iyi bir uyarlamadan öte iyi bir ‘çeviri’ gibi! Yerliliği, diziyi uzatma evresinde çıkacak elbet. Ufaktan ufaktan başlayan bu aşamada da Berfu Ergenekon’un senaryo yaratıcılığı konuşacak. Mümkünse abartısı az olsun!
‘ANNE’ DİZİSİ ŞİDDETİ TEŞVİK ETMİYOR!
Kadına, çocuğa, yaşlıya yönelik şiddetin-tacizin ALO 183 hattına bildirilmesi uyarısını geçip bir anlamda sosyal sorumluluğa da katkıda bulunarak ekrana merhaba diyen ‘Anne’ dizisinin ilk bölümünden sonra yazan çok oldu. Bana göre erken olan bu satırlardan gördüm ki bazıları diziyi, özünü algılamaktan bir hayli uzak izlemiş. Tabii yorumlar da bunla paralel gelmiş.
Kimi, temposu düşük demiş… Yetmemiş. Çocuğun çöp torbasına konup terk edilmesini, Zeynep tarafından kurtarılmasını inandırıcılıktan ve etkileyicilikten uzak bulmuş. Kimisi, diziye ömür biçmek için çocuk oyuncunun çalışma şartlarına dayanıp dayanamayacağından dem vurmuş, Cansu Dere’nin oyunculuğunu soğuk bulmuş. Yanı sıra dizide Cengiz’in(Ki, bu adam üvey baba değil, doğrudan konsomatris Şule’nin birlikte yaşadığı belalısı) Melek’ten ruj sürmesini istediği sahnenin şiddeti-tacizi özendiriciliğinden bahsedip, bunun kesilmesi gerektiği yönünde sansürcü zihniyet sergileyen de çıkmış.
Şimdi bu iddiaların tamamı bana göre çok yersiz. Öncelikle dizinin temposu hiç düşük değil. Aksine orijinaliyle eşdeğer hatta daha hareketli bir akıcılıkta. Bu diziye temposuz yorumunu getirenler acaba bölümler boyu tekrarlayan sahnelerle aynı yerde otlayan yapımlara ne diyor, merak ettim. İnandırıcılık ve etkileyicilikten uzaklık eleştirisine de gülüp geçiyorum. Arkadaş… Bir çocuğun istenmemesini göstermek için bundan daha etkileyici, insani açıdan inandırıcı, duyguları kışkırtıcı bir sahne olabilir mi? Açıkça ‘Babasız ve fakir kız çocukları çöp niyetine harcanabilir bu hayatta’ denmekte. Üstelik tüm bölüm orijinalle birebir aynı. Yani çöp poşeti de, Zeynep’in çocuğu bulması da Japon dizisinde nasılsa ‘Anne’de de öyle! Ne yapmalıydı yani? Bazıları inandırıcı bulsun diye, yerli dizi kalıplarıyla işin cılkını çıkartan sahneler yaratıp boş sözlerle-abartılı hareketlerle mi doldurulmalıydı? İyi ki de olduğu gibi bırakılmış. Her şey gayet ölçülü olmuş. Merve Girgin Aytekin’e de teşekkürler ki, bize bir annenin elindeki erkeği kaybetmeme çaresizliğinin orijinal haliyle yansıtılmasını sağlamış.
Cansu Dere’nin oyunculuğunun orijinalindeki oyuncuyla aynı olduğu ve senaryonun bunu gerektirdiği gerçeğinde, Beren Gökyıldız’ın çocuk oyuncu kaygısına verilecek cevap ise dizinin ‘pedagog’ gözetiminde çekildiği vurgusunda yatmakta zaten! Hem yapımcının dizinin çekim temposunu çocuk yıldıza göre ayarlamaya özen göstereceği de kesin. Üstelik ilerleyen bölümlerde büyüklerin sahneleri daha artıyor yani Beren’in yükü çok da ağır olmayacak.
Gelelim en takıldığım eleştiriye… Yani sansürcü mantığa. İnsaf diyorum böyle düşünenlere. Kesilmesi istenen sahne neymiş? Melek’e annesinin rujunun sürdürülmesi! Öncelikle bu mini sahnenin orijinalinde çok daha farklı olduğunu belirtmek isterim. Bardağı düşürünce yerleri temizlemeye zorlanan Melek’in tartaklanması; Cengiz’in sürekli höykürerek Melek’e musallat olması gibi sahnelerle orijinalinden farklılaşan ‘Anne’deki ruj sürme olayı, işin taciz yönüne daha yoğunlaşıp sahneyi uzatan Japon dizisine kıyasla bir hayli hafifletilmiş.
Şöyle ki; Orijinalinde adam, küçük kıza beyaz dantelli bir elbise alıp giydiriyor ve ona ruju kendi elleriyle sürmeye başlıyor. Öptü öpecek gibi bir durum oluştuğu anda da annesi geliyor. Tabii adam yerine ona bu duyguları hissettiren küçük kıza ‘Terbiyesiz’ demeyi ve çöp torbasına koyarak kapıya terk etmeyi seçiyor. Yani Merve Girgin Aytekin bu sahneyi Melek’e elbise giydirmeyerek ve adamla o tarz bir yakınlaşmaya sokmayarak sansürlemiş zaten. Eğer sadece yerden ruju alması verilip devamı kesilseydi, bu kadarı da gösterilmeseydi… O zaman iğrenç heriflerin küçük kızları nasıl taciz ettiği örneklenememiş, işin vahameti toplumun gözüne sokulmamış olurdu. Oysa saklamak, üstünü örtmek yerine kadına-çocuğa şiddette tavan yapan, bu rezilleri adeta ödüllendirircesine kararlar verilen ülkemizde, kapalı kapılar ardındaki çocuğa şiddetin nasıl geliştiğinin boyutu ortaya konmalı ki bu konuları işleyenler amacına ulaşsın. Bu nedenle ‘Anne’nin ilave sahnelerini de, ruj sahnesini de gayet yerinde buluyorum. Aklı başında her kişi, eminim Cengiz’in o hallerini imrenerek değil de öfkeyle dolarak ve ‘Böylelerine yasalar müsamaha göstermemeli artık’ isyanıyla izlemiştir.
Kaldı ki, ‘Anne’ dizisinin ayrıntıya girmeden ama layıkıyla yansıttığı acı tablonun şiddet teşvikçiliğine gelene kadar ekranda bu sansürcü mantığın(kesinlikle tasvip etmesem de) hedefi olması gereken bir dolu yapım mevcut. Çoluk çocuğa silah doğrultan, ellerine tabanca tutuşturan dizilerden; anne-eş destekli kabadayı karakterlerini parlatıp çok eşli mafyaları hoş göstermeyi marifet sayan yapımlardan; komediyle karışık adam öldürmeyi kahramanlıkla eşdeğer kılanlardan geçilmiyor ortalık. Çocukların tacizini veren dizi örneği de dolu. Misal; geçmişte ‘Suskunlar’ın ıslahevindeki tacizcilikleri, şimdilerde ‘İçerde’ dizisinde ikide bir verilen sokak çocuklarının çilesi… Evlilik yapımlarıysa, yüzde yüz kadını küçültme rezilliği!
Dahası gerçek hayatta okul-yurt-aile çerçevesinde tacizlerin ‘bir seferlik’ mantığıyla hafife alındığını… Tehditkâr tavırlı saldırganların çabucak salındığını… 3,5 yaşındaki sabiye tecavüz edip öldürenin reality şovlara malzeme yapıldığını da unutmayalım. Artık gerçeklerin yansıtılıp insanların-ebeveynlerin-çocukların görsellik gücüyle uyandırılma vakti gelmedi mi de, halen yasakçı-tabucu zihniyet güdülmekte? Bunları es geçip ‘Anne’ye takılmak çok komik.
Son söz; Laf olsun diye bir şeyler geveleyenlerin eleştirilerine kapılmadan… ‘Anne’ dizisine gönül gözüyle bakmak ve sıradan bol ağıtlı bir yapım olarak değil de, ders alınması gereken; anne-kız duygusallığını erkeklerin hacamat ettikleri kadın dünyası üstünden vurucu detaylarla hissettiren bir iş mantığıyla izlemek lazım. Çünkü ‘Anne’ böylesi derinlikli bakışı hak ediyor!
Dolayısıyla yapımın boş eleştirilerle yolundan sapmaması ve kalitesinden ödün vermemesi temennisinde bulunup… ‘Anne dizisi şiddeti-tacizi teşvik etmiyor. Bilakis insanlara uyandırıcı-sarsıcı bir şamar indiriyor. Bunu fark edin’ diyorum! Böyle güzel ve etkileyici bir işi ekranımıza kazandıranların emeğine sağlık… Mesajcı ve uyarıcı yüzüyle silahların dünyasını ve evlilik yozlaşmasını teşvik eden ‘Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ın tahtına kurulmayı fazlasıyla hak eden ‘Anne’nin başarısından sonra Japon dizilerinin de önü açık artık.
Anibal GÜLEROĞLU