Bitişler ve ölümler… Her işin doğasında, her canlının fıtratında var. Lakin layıkıyla ve sürecini tamamlayarak olması önemli. Yoksa kimi zaman inanç kavramlarını, kimi zaman da özgürlük bahanesini kullanarak terör yaratanlar yüzünden masum insanların pisipisine bu dünyadan göçüp gitmesini akıl ve vicdan hazmedemiyor. Haberlerimizin rutinine dönüşen ve insanı ‘Acaba daha neler göreceğiz’ kaygısına sürükleyen katliamlar ruhumuzu karartmakta. Gerçi yayın yasaklarıyla gündemde yer almaları kısıtlanan bu acı ölümler karşısında dahi bazıları teröre alışmak gerektiği yönünde cevherler türeterek… Veya ‘Keşke ben de şehit düşsem’ gibisinden hamasi söylemlerle yüceleştirerek, giden canların beyhudeliğini görünmez kılmaya çalışıyorlar ama… Allah’ın verdiği canı basiretsizlik nedeniyle kaybedenlerin sayısı bir yılda 450’ye yaklaşmışken, gören gözler için her şey ayan beyan ortada! Yine de biz, fabrikalarıyla doğanın işini bitirenlerin neden cezasız kaldığını düşünmek ya da bunca yıldır nasıl olur da terör bitirilemez diye sorgulamak yerine, büyüklerimizin öğretisiyle şehitlerimize rahmet dileyip ‘Akan kanlar yerde kalmayacak, terörün kökü kazınacak’ telkinlerine güvenelim. Hem sade vatandaş olarak bizim neyimize düşünmek? Büyüklerimizden iyi bilecek değiliz ya…
Öte yandan vakitsiz biten hayatlar misali alelacele bitirilen işler de tat vermemekte. Gel gör ki, her geçen gün daha fazla reyting kıskacına sokulup, tıpkı düşünen insana konuşma hakkı tanınmayan gerçek dünyadaki gibi, farklılık yaratmak maksadıyla yola çıkanları dışlayan ekranlarda yalap şalap finaller alabildiğine çok. Bu hoş olmayan bitişlerin ardından defalarca yazdık. Ancak ‘Alışırlar, alışırlar’ denilerek başlatılan süreçte topluma dayatılan duyarsızlık öylesine güçlü bir alışkanlık haline getirilmiş ki, parayı verenin düdüğü çaldığı yerde hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Buna karşılık bizde de doğruluktan taviz vermeyip yanlışları işaret etme azmi sonsuz. Ne demiş Hz. Ömer… Doğruluktan, ölüm de olsa yine ayrılma; sadık ol.
Doğruluğa sadık olarak ekrandaki bitişlere baktığımızda, son dönemlerin kıyımcı mantığıyla paralel yola koyulup, bile isteye batırılan diziler kategorisinde yerini alan ve bitişi hiç hoş olmayan ‘Babam ve Ailesi’ çıkıyor karşımıza. Bu halde de doğruları yazmak kaçınılmazlaşıyor.
‘BABAM VE AİLESİ’ BU HALE NİYE GELDİ?
Güzel bir öykü, başarılı oyuncular varken bir dizi nasıl olur da ekrana tutunamaz? Bu soruyu çeşitli yapımlar için sordum. Şimdi de Kanal D’nin 13 bölümde yolcu ettiği ‘Babam ve Ailesi’ için soruyorum. Evet, büyük iddialarla ekrana taşınan ‘Babam ve Ailesi’ bu hale niye geldi?
Cevap için çok düşünmek gerekiyor mu? Bence hayır. Zira Pazartesi’nin en şanslı dizisi hangisi olur diye sorgularken ‘‘Babam ve Ailesi’nde işler biraz zor olabilir’’ başlığı altında bu zorlu rekabet ortamında durumunun riskli olduğunu dizi, daha televizyonda boy göstermeden belirtmiştim. Haklı da çıktım. Müneccim olduğumdan değil, senaryonun verebileceklerini ‘‘İki farklı ailenin ‘baba’ noktasında kesişen yollarını izlerken ilgiyi tavan yaptıracak neler bulabiliriz peki’’ sorgulamasıyla değerlendirdiğimden gördüm, yapımın başına geleceği.
Aslında ‘Babam ve Ailesi’, Pazartesi handikabına rağmen, isteseydi bu duruma düşmezdi. Ancak izleyicinin ilgisini çekebilecek potansiyeli olmasına karşın, bu avantajı layıkıyla kullanamayan senaryonun kurbanı oldu. Olası tehlikeyi, ‘‘Gerçek şu ki, özünde ilgi çekebilecek dramaya sahip bir öyküsü var ‘Babam ve Ailesi’nin. Yani ilk etapta parlayabilir. Ancak bu konunun klişelerle yüklenip iç bayma ihtimalini de göz ardı etmemek lazım. Şayet bütün sermaye bir çırpıda tüketilip sonradan bayatlıklar sergilenmeye başlanırsa haftalar ilerledikçe baştaki performansı veremeyebilir’’ diyerek baştan göstermişiz zaten. Ama reyting kaygısı ağır basınca, tüm malzemeyi başlangıçta tüketme tuzağına bir kez daha düşüldü. Buna karşılık evdeki hesabın çarşıya uymadığı, ilk bölümün getirdiği 13’üncülükle ispatlandı. Yani diziciler şunu görsün artık, izleyici bir nefeste her şeyi sunan işlere prim vermiyor!
Ayrıca ‘Babam ve Ailesi’nin akışındaki hareketsizlik de aynı gece ekrana gelen yapımlar karşısında elini zayıflatan bir neden oldu. Bülent İnal başta olmak üzere oyuncular iyiydi ama hepsinin canlandırdığı karakterler fazla dingin yapıdaydı; aralarındaki çatışmacılık bile bu havada cereyan ediyordu. Başka işlerle benzerlik göstermeleri de cabası. Dolayısıyla aynı gecenin diğer işlerindeki enerjiyi izleyiciye vermeleri mümkün değildi. Nitekim bu durumun benzeri ‘Bana Sevmeyi Anlat’ ve ‘Paramparça’ için de geçerli. ‘İçerde’ ile ‘Kırgın Çiçekler’in yüksek dozdan yansıyan çatışmacılığına karşın, onlar da sakin gidişatlarıyla çırpınıyorlar.
Diyaloglarıyla da pek tatminkâr durmayan senaryo açısından dizinin en büyük hatasıysa, babaanne Macide’ye aşırı güç vermesi oldu. Erkek annelerinin kötülüğüne alışmıştık ama buradaki, işi birdenbire azıtıp mafya anasına döndü ve bu da Kemal’i güçsüz bir karaktere dönüştürdü. Aynı şekilde Fadıl dayının her taşın altından çıkması, sürekli fırıldaklık yapıp hinlik peşinde koşturması da gidişatı bu karaktere çokça endeksledi. Dolayısıyla öyküdeki diğer karakterler gölgede kaldı ve gerçekçilikten kopan içerik keyif vericilikten de uzaklaştı.
Dahası, ‘Babam ve Ailesi’nin başlangıcına yanlış yerden giriş yapıldı. Doğrudan ailelerin karşılaşması, çat kapı böbrek nakli derken elde avuçta ne varsa birkaç bölümde tüketildi. Arkadaş, bu 90-100 dakikalık film değil ki böyle ortadan giriş yapıp işi bağlayasın. Sonrası gelmiyor işte. O zaman da ıvır zıvır yan konular türetilmeye çalışılıyor ve üçüncü bölümde beşinciliğe yükselmişken ardından tepetaklak inişe geçiliyor. Bunca tecrübe ortadayken aynı hatayı yapmaktan neden vazgeçilmiyor anlayamıyorum.
Şimdi bazıları henüz ekrana çıkmamış işler hakkında yorum yapmamak lazım diyorlar ya… Ben de ‘Asıl ekrana çıkmadan yorum yapmak gerekir ki, diziler eksiklerini baştan fark edip kendilerini geliştirsinler’ diyorum. Tabii bunun için de eleştiriye tahammüllü olup sadece olumlu yazılara değil olumsuzlara da itibar etmeyi bilmek, uyarılardan korkmamak gerek.
‘BABAM VE AİLESİ’ İZLEYİCİSİ İYİ BİR FİNALİ HAK EDİYORDU
Bir yapım reyting açısından ne durumda olursa olsun, gerek emek verenlere gerekse izleyiciye saygı noktasında güzel bir finali hak eder. Ama bizim ekran mantığımızda ne emeğin ne de o diziye izleyici olanların bir önemi bulunmadığından istenen performansı sağlayamamış işlerde ya finalsiz kalkışlar yaşanır ya da gelecekten umut kesen senaryo, kaliteden vazgeçip öylesine bir şeylerle zamanını doldurur hale gelir. Daha iyi bir final bölümünü hak ettiğini düşündüğüm ‘Babam ve Ailesi’nin durum da bundan ibaret. Medya dizinin heyecansız finalini, ‘Nefesleri kesti’ klişesiyle sunsa da gerçek bu!
Şahsen böyle durumlarda hiç olmazsa görkemli bir finalle gidip akıllarda iyi iz bırakılması gerektiğini düşünüyorum. Oysa ‘Babam ve Ailesi’, öyküsünün içine düştüğü kısırdöngüyü kırmak için ortaya çıkarttığı tüm konuları havada bırakan, aceleciliği her sahnesinden okunan ayaküstü bir final sundu bize.
Kendini eve kilitleyen Suzan’ın Kemal ve Mert kapıyı kırmak üzereyken oturduğu yerden kalkıp hangi ara kendini astığını bir türlü anlayamadığım… Timur’un, Macide’yle birlik olup Suzan’a attığı kazıkların ortaya çıkma korkusuyla sergilediği saçmalıklara gülüp geçtiğim… ‘İnsan dediğin kendini sevmeli önce’ felsefesiyle hareket eden Fadıl’ın abartısını alabildiğine hissettiğim… Mert ile Çiçek’in bölümler boyu süren ağlak hallerinin yapıma verdiği zararı son kez gözlemlediğim… Kadir’in, izin isteğine karşı çıkan inşaat çavuşunun yaptığı abartılarla gerildiğim… Ve 162 km. hızla giden aracın iş makinesine çarptıktan sonra nasıl devrilmeden, hurdaya dönmeden kaldığını sorgularken Kemal’le Suzan’ın burunları dahi kanamadan içinden çıkışını ibretle izlediğim final bölümü o denli sade suya tiritti ki herhalde bundan daha veresiye bir iş çıkartılamazdı. Mutlu son da durumu kurtarmadı bilesiniz.
Sonuçta; ‘Babam ve Ailesi’ için ‘Finali gerektiren kötü bir dizi’ desek ayıp etmiş oluruz. Kuşkusuz Kemal’in, Suzan ve Nilgün’le olan aile macerasında eleştirilebilecek pek çok detay vardı. Ama öyle ‘Türk kadını böyle şeylere katlanamaz’ türünden hiç değil. Çünkü yaşamın içinde pek çok rezillikle iç içe yaşamaya mahkûm kadınlarımız varken bu tarz bir eleştiri diziye haksızlık olurdu. Öte yandan anne-evlat, abi-kardeş düşmanlığında sınır tanımazken; Suzan işi, tecavüz niyetine vardırıp kötülük meleğine dönüşmüşken sergilenenlerin ‘Babam ve Ailesi’ni ilgi odağı haline getirmekten uzak olduğu da meydandaydı.
Gerçek şu ki, sağlam bir senaryoyla bundan daha iyi iş çıkartabilinirdi. Ancak başlangıçtaki yükselişe itibar edilip aynı mantıkla yol alınınca işin rengi değişti. Hal böyleyken düşük reytinglerle gidiciliğini hissedip süre tamamlayan futbol takımlarına dönüşen yapımın, ipin ucunu koyuveren senaryo sayesinde iyice çaptan düşmesi doğal. Totalde 12’inci, AB’de 10’unculukla karşılanan finali de bununla paralel gelişmesi de öyle. Özensiz bitişlere alıştırılan izleyici cephesi bir kez daha dizi ve final tatminsizliğiyle baş başa kaldı ya... Bu tablo ders olur mu sektöre? Alışmışın kudurmuştan beter olduğu yerde… Geçmiş olsun.
Anibal GÜLEROĞLU