Kurgu dünyasındakilerin yaratıcılığı mı azaldı yoksa aşırı yüklenme sonucu içeriklerde tükenme noktasına mı gelindi, bilinmez… Bu yaz beyazperdede de yaz ekranlarındaki dizi kısırlığıyla paralel bir tablo sergilenmekte.
Eskiyle kıyaslandığında sinema meraklılarını heyecanlı bekleyişe sokup salonlara çekecek yapım sayısı yok denecek kadar az. Korku filmlerine ya da dizi mantığıyla yaratılan komedilere ağırlık veren yerlileri bir yana bırakırsak sanat sinemasının ağırlık kazandığı yabacılar kanadında popüler film açısından öne çıkanlar da beklentiyi tam anlamıyla karşılayamadı.
Haziran vizyonunda ‘X Men: Dark Phoneix’ dikkat çekerken ‘Siyah Giyen Adamlar: Global Tehdit’ umulanı veremedi mesela. Keza ‘Aslan Kral’ın yeni versiyonuyla gelen Temmuz’un en kayda değer yapımı ‘Örümcek Adam: Evden Uzakta’ oldu.
Ağustos için de ilgiyle beklenen film kısırlığı değişmedi. ‘Hızlı ve Öfkeli: Hobbs ve Shaw’un dışında merak uyandıran yegâne iş ‘‘Bir Zamanlar… Hollywood’da’’ oldu.
Aslına bakarsanız kafasına göre takıldığı işlerle Amerikan sinemasına yeni bir tarz getiren Quentin Tarantino’nun imzasını taşıyan ‘‘Once Upon a Time in Hollywood/Bir Zamanlar… Hollywood’da’’ filmi tüm yazın hatta yılın en beklenen filmiydi.
Zira onun son filmi olma özelliğini taşıdığından Tarantino’nun bu noktayı koyma aşamasında ne tür yaratıcılık sergileyeceği hususu herkesin merak ettiği bir konuydu. Dahası Leonardo DiCaprio ve Brad Pitt’e başrolü paylaştıran film, Al Pacino, Margot Robbie, Kurt Russell, Timothy Olyphant, Dakota Fanning, Luke Perry, Margaret Qualley gibi ünlü isimleri de bir araya getirmişti.
İlaveten senaryosu da ‘‘1969 yılının Hollywood’una saygı duruşu’’ olarak değerlendiriliyordu. Bunca özelliği taşıyan bir yapım beklenmesin de ne olsun? Nitekim vizyona girdiği anda da salonları tıka basa doldurmayı başardı.
Peki, bunca bekleyişe, meraka değdi mi? Bu soruya cevap vermek için ‘‘Bir Zamanlar… Hollywood’da’’nın gerçeklerini görmek lazım. Nedir bu gerçekler? Maddeler halinde sıralayalım…
-İlk gösterimi 72. Cannes Film Festivali’nde yapılan filmin baş gerçeği, onca merakı ve beklentiyi hak etmediği! Çünkü Tarantino markasını ve ünlü oyuncuları filmden çektiğinizde geriye pek bir şey kalmıyor.
-Tarantino’nun ‘‘Ucuz Roman’a en yakın filmim olacak’’ sözleriyle çıtası yükseltilen yapımın ikinci gerçeğiyse, çok şey söylemeye çalışırken aslında tek bir konunun içinde debeleniyor olması… Ki bu da Hollywood dünyasının kofluğundan ibaret!
-Oyuncu yönetmedeki ve Hollywood’un ünlülerine küçük de olsa rol vererek onları unutmadığını göstermedeki başarısıyla dikkat çeken Tarantino’nun, ‘‘Bir Zamanlar… Hollywood’da’’yı kendini tekrarlayan klişeleriyle doldurması, filmin beklentilerin gerisine düşmesindeki bir diğer gerçek. Yani sinemanın harika çocuğu olarak şımartılan Tarantino maalesef bu son işinde, bildik tarzını aşıp ekstra bir harikalık sergileyememiş.
-Aksiyonun oldukça düşük kaldığı yapımın içeriğinin sürükleyicilikten uzak olduğu, uzun sürenin yer yer akmakta zorlanıp sıkıcılaştığı da filmi değerlendirirken görmemiz gereken gerçeklerden.
-Senaryonun vasatlık durumunu dönemsel müziklerle kotarmaya çalışan filmde göze çarpanlar arasında dövüş sanatları uzmanı ve aktör Bruce Lee’nin anlamsızca hedef tahtasına oturtulma yersizliği de bulunmakta maalesef. Şöyle ki; dublör Cliff Booth ile sette karşılaşan Lee kimin daha iyi dövüşçü olduğu şeklindeki bir iddialaşma başlayınca ellerinin ölümcül silah olarak kabul edildiğini dile getirip böbürlenen bir yeni yetme havasına sokuluyor.
Ardından da Booth’tan dayak yiyerek boyunun ölçüsünü alıyor. Yani beyaz adam, sarı adamı yeniyor. Buradaki alaycılık ve küçümsemeyi sinema sanatı adına kabullenmek, mizahi detay olarak benimsemek mümkün değil tabii. En kısa tanımla, Tarantino’nun klişeleşmiş ırkçı basitliği!
-Ve sansasyon yaratmak için senaryonun Charles Manson’ın cinayetleriyle ilişkilendirilme hususundaki çarpıklık! Gerçekte 8,5 aylık hamile Sharon Tate’in ve arkadaşlarının Manson’ın müritleri tarafından hunharca öldürülmesiyle sonuçlanan bu vahşeti görme umudu taşıyanların hayal kırıklığı kaçınılmaz. Çünkü Tarantino, bu noktada da söylemle eylemi birbirinden farklı kılmış ve hippi-sahte peygamber tarikatının tarihe geçen katliamcılığına takla attırmış. Olanı değil de olmasını istediğini aktarmış herhalde.
Anlayacağınız; kadın ayağına yakın çekim, büyük-gösterişli arabalara yer verme, bolca sigara içirme ve nice Tarantino klişesine yer vererek orijinalliğe soyunan ‘‘Once Upon a Time in Hollywood/Bir Zamanlar… Hollywood’da’’ filmi, büyük beklentilerden büyük hayal kırıklığı doğar klişesinin son örneği olarak beyazperdede.
Hal böyleyken bu büyük hayal kırıklığından yapılabilecek çıkarımlara da kısaca değinmekte fayda var. Zira ancak bu sayede filme olumlu yaklaşmak mümkün.
BAŞROLDE ŞÖHRETİN GÖRÜNMEYEN YÜZÜ
‘Şöhret, pazara benzer. Orada çok kalırsanız fiyatlar düşer’ demiş filozof-yazar Bacon. 60’lı yılların Hollywood’una kamerasını çevirip o dönemi hicvederek aktarmaya niyetlenen Tarantino’nun televizyon dizilerine ve müziklerine atıfta bulunma alışkanlığıyla karşımıza çıkarttığı ‘‘Bir Zamanlar… Hollywood’da’’ filmi tam da bunu doğrular mahiyette. Hollywood aleminde nostaljik takılırken, ünlülerin imrenilen dünyasına dair vurucu tespitler yaparak şöhretin görünmeyen yüzünü açığa çıkartma özelliğinde bir iş zira…
Siyah-beyaz TV döneminde NBC’nin kovboy dizisinden ve oyuncu-dublör konulu kısa röportajından kesitler verip açılışını yapan film, 8 Şubat 1969’dan başlıyor konusunu anlatmaya. Seyircisini, televizyonun yeni parladığı dönemlere götürüp evden izleme konforu sunan bu icadın nasıl sinemanın yerini almaya başladığını ve herkesi kendine bağımlı yaptığını saptayan akış, başrol oyuncusu Rick Dalton ile dublörü Cliff Booth ikilisi üstünden Hollywood’un gerçeklerine cumburlop dalıyor. Bu dalıştan da şöhreti yakalamış kişilere ve onların dünyasına dair pek iç açıcı şeyler çıkmıyor açıkçası. Neden derseniz…
Öncelikle oyunculukla gelen şöhretin zor elde edilen ama kolay kaybolabilecek bir şey olduğu gerçeğinden hareket eden yapım, şöhrete kavuşanların yani ünlü olanların imrenilecek bir yanlarının bulunmadığını, onların rol kapma çabasına ve sinema-televizyon sektöründeki çalışma mantığına değinerek hatırlatmakta bize.
Şöyle ki; Herkesin tanıdığı biri olmak, üne kavuşmak ve şöhretin getirilerinden faydalanarak ayrıcalıklı bir yaşam sürmek… Sıradan insanların pek çoğunun hayalini süsler. Özellikle de televizyonun açtığı şöhret kapısından nasiplenmek isteyen gençlerin oyunculuk ajansları, yarışmalar veya sosyal medya vasıtasıyla fırsat yakalamaya çalıştığını düşünürsek kısa yoldan şöhret olma hevesinin günümüzde tavan yaptığını söyleyebiliriz.
Sinema eğitimi veren okulların, oyunculuk atölyelerinin çokluğunun ve yeni yüzler arayan yapımcıların da bu hevesi teşvikte payı büyük kuşkusuz. İşte ‘‘Bir Zamanlar… Hollywood’da’’ tüm bu heveslerin ne denli anlamsız olduğunu, şöhretin arka planına inerek aktarıyor seyircisine.
Kameranın mevcut olduğu alanlarda ünlenebilmek ve ünlü kalabilmek için sürekli kendini yenilemenin dahi yetmeyeceğini… Reytinge endeksli televizyonla birlikte oyuncuların daha kolay harcanabilir hale geldiğini ele alan yapımda, sinema filmlerinden televizyon dizilerine geçiş yaparak ayakta kalma mücadelesi veren Rick Dalton karakteriyle görüyoruz nitekim.
Oyunculukta, geçmişte elde edilen ünün geleceğe aktarılmasının zorluklarını dillendiren senaryodan yapılacak bir diğer çıkarım, yıllara meydan okumanın zorluğu! Yeni gelen yüzlerin geçmişteki başrolleri kolayca koltuğundan edebileceğini aktaran filmde başrol oyuncularının zaman içinde nasıl gözden düştüğü… Televizyon dizilerine konuk oyuncu olmanın bu düşüşü nasıl hızlandırdığı anlatılmakta. Yıllar geçtikçe şöhretin yolları taş dolu kısacası.
İtalyan sinemasının ve Hollywood’da küçümsenen Spaghetti Western filmlerinin 60’lı yıllardaki western oyuncuları için kurtarıcı rolü üstlendiğini vurgulayan yapımda bir diğer önemli detay, oyuncuların kaderlerinin ajansların elinde olduğu hakikati! Yani ajans desteğini arkasına alan işini yürütürken alamayan, istediği kadar yetenekli olsun, sektör çarklarının arasında yok olup gitmeye mahkûm.
Tarantino’nun hayal kırıklığı yaratan filmindeki gerçekçi saptamalardan biri de, Avrupa sinemasına karşın daha kaypak zemine sahip olan Hollywood’da yerini sağlamlaştırmanın formülü, şöhretlerin yaşadığı yerlerde bir mülk edinmek! Yani şöhret yolunda kalıcı olabilmek için ne yapıp edip ünlülerin ortamına mitili atacaksın. Çünkü bu âlemde kiracılık, orada gelip geçici olduğuna işaret sayılmakta.
Hippi akımının aslında anarşi yüklü bir ahlaki yozlaşma ve toplumsal sömürü olduğunu, eski çiftlikteki konakçıların yaşamıyla resmeden Tarantino’nun daldan dala uçarak yarattığı Hollywood tablosunda yüceltilen kesim, kurguların isimsiz kahramanları olan ve başroller işin kaymağını yerken en zorlu işi üstlenen dublörler. Kişisel hizmetleri görmekten arkadaşlık etmeye, her durumda Rick Dalton’ın yanında yer alan dublörü de Brad Pitt’in oyunculuğunda, bu gerçeği başarıyla yansıtıyor zaten.
Tarantino’nun ‘Ayak’ merakından bolca nasiplenirken Sharon Tate’i canlandıran Margot ve otostopçu hippi kızın kirli tabanlarını seyircinin burnuna uzatıp göz zevkimizi bozan filmden yansıyan şöhret dünyasında zurnanın zırt dediği yere gelince… Elbette ki, her yaptıkları ilgiyle izlenen, hayranlık duyulan ünlülerin de özel hayatlarında alabildiğine sıradan insanlar olduğu gerçeği!
Tarantino bu gerçeği yere tüküren-sümküren, oynadığı filmi izlerken seyircinin tepkisini önemseyen, para sıkıntısı çeken, iş bulamamaktan korkan, zinde ve başarılı görünmek için çabalayan karakterleriyle yansıtmakta hayli usta doğrusu.
Ünlülerin ‘Dışarıdan gördüm yeşil türbe içine girdim estağfurullah tövbe’ dedirten yaşamlarına ayna tutan ve 60’lı yılların Hollywood’unu ve şöhretin görünmeyen yüzünü başrole taşıyan filminden son önemli çıkarımsa… Oyuncuların ve dublörlerin gerçek yaşamda bile rollerinin etkisinden kurtulamayışları… Olaylara verdikleri tepkilerde kendilerini etkileyen karakterlerin izini taşımaları! Nasıl ki, finale damgasını vuran kanlı aksiyon bunu ifade ediyor.
SONUÇTA; Filmlerini yaratırken daha önce yapılmış işlerden kopya çekmekte sakınca görmeyen… Başkalarının yarattığı sahne ve diyalogları kendi filmlerinde fütursuzca kullanabilen… Irkçı sayılabilecek vurgulamaları içeriklerine yerleştirmekten kaçınmayan… Filme hiçbir katkı sağlamayan bir kavga sahnesiyle Bruce Lee’nin anısına saygısızlığı mizahla geçiştiren…
Gerçek hayatta Manson çetesi tarafından feci şekilde katledilen Sharon Tate’i de bu sinema mantığının arasına sıkıştırıp finalini, hoşlaştırılmış şiddete zirve yaptırarak getiren Tarantino, yeni sinema ürününde beklentileri karşılayamamış ama… Kendince takıldığı Hollywood çeşnisinde Tarantino’luğunu alabildiğine konuşturup sıkılmadan izlenebilecek bir işe imza atmış!
Anibal GÜLEROĞLU