Ancak mantık ve felsefesini kutu kutu para istifleyenleri yüceltmekle yansıtan günümüz dünyasında umut olayının da cılkı çıkartılmakta. Misal, millet borç batağında debelenirken, Osmanlıca felsefeden medet umup geçmişin özlemiyle geleceğe dair umutlara dalmanın veya sırf bir binaya hayran olup vatandaşlık değiştirme söyleminin gerçekçilik adına pek bir anlamı yok. Zira amaçla araçlar karıştırılırsa umut edilmeyen hayal kırıklıklarının ortaya çıkması her zaman için olasılık dâhilinde. O vakit de ‘Bir kurşundur umut, attığın yere gitmez’ diyen Cahit Külebi’nin kulaklarını çınlatmak gerekiyor.
‘Umut’ konusu, derin mesele vesselam… Bu derinlikte 2015’e gelirken, vatandaşın yaşam derdini umursamadan umut dağıtıcılığına soyunma kaygısıyla türlü ‘son umut’ senaryoları ortalığa dökülmüşken, bir ‘Son Umut’ da Çanakkale Savaşı’ndan gelişerek beyazperdeye çıktı… Savaş çığlıklarının yükseldiği dünyamıza savaşın yıkıcı yüzünü gösterme umuduyla.
‘SU KÂHİNİ’NİN ÇANAKKALE’DEKİ ‘SON UMUT’U
Yüzüncü yılını ardında bırakmaya hazırlanan Türk sinemasında Çanakkale Savaşı’na odaklanarak yol alan pek çok yapım izledik bugüne dek. İçlerinden en farklı olansa, bana göre Sinan Çetin imzasını taşıyan ‘Çanakkale Çocukları’ydı…
2012 yapımı film, Avustralya asıllı bir İngiliz annenin Türk babalarından dolayı Çanakkale Savaşı’na katılıp birbirine karşı çarpışma durumunda kalan iki oğlunun peşine düşerek cepheye gitmesini fantastik dille anlatırken, savaşın olumsuzluklarını ortaya döken bir yapımdı. Savaş karşıtı içeriği ve bu noktadaki saptamalarından dolayı pek çok eleştiriye muhatap olmuştu. Lakin filmin en büyük özelliği de, kan dökülmesinin anlamsızlığını vurgulayan bu anti militarist mantığıydı zaten!
Aradan iki yıl geçti. Bu kez Avustralyalı oyuncu-yönetmen Russell Crowe, Çanakkale Savaşı’nın 100’üncü yılı adına, Çanakkale Savaşı’na merak sardı. Hem de Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Salih Kalyon gibi ülkemizin popüler isimlerine bünyesinde yer vererek.
Senaryosunu Andrew Anastasios ile Andrew Knight’ın kaleme aldığı ‘Son Umut/The Water Diviner’ en kestirme özetle, Çanakkale’ye savaşa gönderdiği oğullarından haber alamayan bir babanın, oraya giderek onları aramasını konu ediyor.
İçeriğinin yorumu nasıl diye bakacak olursak… Öncelikle daha önce de ‘Children of Men’ isimli 2006 yapımı filme yakıştırılan ‘Son Umut’ adına takıldım. Her ne kadar bir babanın son umudunu izletiyor olsa da orijinal isimden fazlasıyla uzak. Dahası tüm yapımlarda olduğu üzere, iç piyasaya oynama kaygısı taşıyan bu yerli isme karşın orijinalinin de bir insan öyküsü izlenimi uyandırıp olayı doğrudan Çanakkale’yle ilişkilendirmediği de kesin. 100’üncü yıl misyonlu yapıma Çanakkale’yle özdeşleşecek daha etkili bir isim bulunabilirdi ya… Neyse.
Aslında, Andrew Anastasios’un, savaş yıllarına ait bir mektuptaki‘‘Yaşlı bir adam oğlunun mezarını aramak için Avustralya’dan buralara kadar geldi” cümlesinden ilham alıp filmin diğer senaristi Andrew Knight ile birlikte yazdığı, Russell Crowe’un da yönetmenlik koltuğuna geçtiği ‘Son Umut’ da doğrudan doğruya bir savaş filmi değil… Ana ülke İngiltere’nin pompaladığı vatanseverlik duygularıyla heyecana kapılıp oğullarını, kendileri için tamamen yabancı olan uzak bir ülkeye ölümüne yollayan bir babanın pişmanlıkla tetiklenen arayışına odaklanarak, savaşın birbiriyle çarpışan taraflarda yarattığı etkileri analiz eden bir iş.
Amerika’da Nisan 2015’te gösterime sokulması planlanmasına karşın, ülkemizde Çanakkale Savaşı’nın 100’üncü yılında denk gelen 26 Aralık 2014’te vizyona giren film, şafağı bekleme emri veren kumandanın karanlık cephesinden kargaşa dolu görüntülerle açılışını yapıyor.
Çocukların dahi savaşın içinde olduğu 20 Aralık 1915 yılı Gelibolu’sunda Allahu Ekber sesleriyle başlayan hücumu ve düşmanın geri çekilmesini kısaca resmeden başlangıç, bu acılarla zaferi buluşturan tablodan dört yıl sonrasında, Kuzey Batı Avustralya’daki kıraç topraklarda bulunan suyun sevincine tanıklık ettiriyor seyircisini.
Suyu bulma kehanetini layıkıyla yerine getirerek doğaya kafa tutan ama çocuklarını bulmayı beceremeyen bir babanın aile içi acısından hareketle İstanbul’a ve Çanakkale’deki arayışa uzanan film, ‘‘Tanrı’nın bizi sınamasının bir nedeni vardır’’ mantığıyla yol alırken bir yandan da, madalyonun diğer yüzüne çeviriyor kamerasını. Birkaç yıl önce savaşıp yendikleri düşman askerine yardım etme durumunda kalmanın ruh haliyle sigara tırtıklamayı kar sayan Çavuş Cemal üstünden, savaşta kazanılanları barışta kaybeden Türklerin savaş sonrası sevincini nasıl buruk ve basit yaşadıklarını gösteriyor.
Muharebeyi kaybedip savaşı kazanarak aldıkları Gelibolu’da, İngilizlerin ölülerini bulma çalışmalarına Çavuş Cemal ve Binbaşı Hasan ikilisinin yarı mizahi duruşlarıyla bir bakış atan ‘Son Umut’un en tartışmalı yönü olayları yüzeysel vermesi… Özet geçilerek pek çok detaya birlikte değinilme fırsatı yaratması açısından bu yüzeysellik artı puan olarak yorumlanabilir. Ancak konunun derinliğini hissettirmesi noktasında etkinin dozunu düşürdüğü de bir gerçek.
Ayrıca Arap ülkelerini aratmayacak bir İstanbul atmosferiyle karşıladığı su arayıcısı baba Joshua Connor’ı dev bir mezarlık olan Çanakkale’ye de en kestirmeden yollaması ve iz sürülmesini basitleştirmesi, filmin aksiyon yönünü oldukça zayıflatmış durumda.
Yunanlıları, savaşın asıl nedeni gibi ortaya sürerek Yeşilçam filmlerindeki komik-kötücül tasvirle seyirciye sunan ve Anzakların da aslında Türkler gibi emperyalist devletlerin savaşçılığının kurbanı olduğunun altını çizen yapımda ‘Gladyatör’le gönülleri fetheden Oscar’lı oyuncunun diğer işlerinde görmeye alıştığımız heyecanlı sahneler yok. Birkaç savaş sahnesi, kaçış anları ve Sultanahmet’teki Kuvayı Milliye yürüyüşü de olmasa ‘Çanakkale’nin dramı ve işgal altındaki Osmanlı’nın atmosferiyle bütünleşmekte oldukça zorlanacaksınız.
Görsel açıdan başarısını yüksek tutan ama eşleri Türk olan senaristlerin duygu aktarımını ve savaş acısını yeterince hissettiremedikleri ‘Son Umut’taki oyunculuğa gelince… Russell Crowe, Joshua Connor karakteriyle sanki tek başına çırpınıyor gibi! Öte yandan daha geniş perspektiften baktığımızda, bizden olan üç oyuncunun da hakkını yememek lazım. Savaşın en can alıcı anında kendine özgü bir mizah patlatan ve ‘Hey On Beşli’ türküsüyle mesajını üstüne alınacaklara yollayan Cem Yılmaz ile filmin vicdanlı Türk yüzünü gösteren Yılmaz Erdoğan da üstlerine düşeni layıkıyla yapıyorlar. ‘Gelibolu’nun iç hesaplaşmasını sürdürerek, ölümlerine sebep olan ‘motherland’ İngiltere’ye Anzak taşı atan filmin Doktor İbrahim karakterini de unutmamak lazım. Salih Kalyon, bu film için Türkçe öğrenen ama ülkemizde özel dublajlı haliyle huzura gelerek iticilik yaratan Olga Kurylenko’nun canlandırdığı Ayşe’nin akli dengesi yerinde olmayan babasını canlandırarak filmin soluttuğu Türk havasını artırıyor.
ÇANAKKALE ÇOCUKLARI’YLA BENZEŞMELER
Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan’ın Türk izleyiciye çekici gelecek komedi dilini kullanarak elini güçlendiren ‘Son Umut’, bir babanın savaşa sürüklenen çocuklarının peşi sıra yollara dökülmesi ve kâhince içgüdülerle onların yerini bulması gibi detaylarıyla, bana Sinan Çetin’in ‘Çanakkale Çocukları’nı hatırlattı bir parça.
İkisinin de ana fikri, savaşın gereksizliğine ve yıkıcı yüzüne işaret etmek. Yani anti militarist bir söyleme sahip olmaları. Sadece başkarakterin cinsiyeti ve savaş yaşanmışlığının algısı farklı. Biri ‘‘Çanakkale Savaşı’na ne gerek vardı? Onca genç boşa öldü’’ demeye getiriyordu. ‘Son Umut’ ise ‘Savaş kendi içinde sürebilirdi de, kendileriyle hiç ilgisi olmayan bir yabancı ülkede Anzakların ölmesine ne gerek vardı’ sorgusunu öne çıkartıyor. Bundan ötesi, her iki yapımın da ebeveyn duygusallığını araya çeşniler katarak, fantastik bir önseziyle bütünleştirmesi…
Nasıl ki, ‘Çanakkale Çocukları’nda anne, içgüdüleri ve kehanet benzeri rüyaları doğrultusunda oğullarını bulmak için yollara dökülerek amacına erişiyordu… Burada da baba, aynı duyguların etkisi altında yola çıkıp tıpkı toprağın altındaki suyu arıyormuşçasına oğullarının izini sürüyor. Tabii bu süreçte nasıl oluyor da her şey saat gibi tıkırında işliyor? İşte olayın bu kısmı, tamamen sinemasal yorumla, fantastik ve mistik… Biraz da artistik!
Sonuçta; Büyük güçlerin elinde piyon olarak savaşa giren toplumların yaşadığı ortak acıya dikkat çekmesi adına ‘Son Umut’, 2014’ün sinema macerasını noktalamak için doğru seçim. Yeter ki, ‘Çanakkale Çocukları’ndan ‘Son Umut’a yolculuğumuzda, hayattaki her şeyin kriket oyunundaki gibi atıcı ve tutucu arasındaki güç dengesine bağlı olduğunu unutmayalım. Russell Crowe, bizden desteklerle ‘Son Umut’ atışını yaptı… Tutmak seyirciye kalmış.
Anibal GÜLEROĞLU
www.twitter.com/guleranibal