Ezop masallarını bilir misiniz? Hani şu meşhur La Fontaine’e ilham kaynaklığı eden eski Yunan masalcısı… Şimdi ‘Ezop da nereden çıktı’ diye şaşıranlar veya ‘Geç onu… Bizde ne cevval masalcılar var, her gün ekranlardan milyonları uyutmakta’ diyenler çıkabilir. Ama her şeyin olduğu gibi, hayattaki değerleri anlamamız için türlü anlatımlarla yol gösterip yanlışlıklara masallarla göndermelerde bulunan kıssadan hisseci Ezop’u hatırlamamızın da bir sebebi var elbet. Çizgi film haline de getirilen Ezop masallarından ‘Dil’ mesela… Bu masalı, günümüzdeki pek çok olayla örtüştürmek mümkün. Konumuza başlamadan önce, masalı bilmeyip merak edenler için özetleyelim hemen.
Köle olarak yaşayan Ezop’un bilge efendisi günün birinde ondan dünyanın en tatlı, en güzel yiyecekleriyle hazırlanmış bir şölen masası istemiş… O da bütün yemeklerin ‘dil’den ibaret olduğu bir sofra kurmuş. Bunu gören efendisi ve misafirleri Ezop’un kendileriyle alay ettiğini sanmışlar. Ama o, ‘Siz, dünyanın en tatlı şeyin al demiştiniz. Ben de aldım. Dil dünyanın en tatlı, en güzel şeyidir. İnsanlar dille anlaşır, sevgilerini açıklarlar. Bütün bilimlerin anahtarı dildir’ diyerek davranışını savunmuş. Şölene katılanlar da onu haklı bulmuş. Bir süre sonra Ezop’un efendisi bu kez dünyanın en kötü yiyecekleriyle sofra kurmasını istemiş. Ezop da yine ‘dil’i kullanıp türlü yemekler hazırlamış. Misafirlere de, ‘Dil dünyanın en tatlı şeyidir ama aynı zamanda en acı şeyidir de. Çünkü insanları kandırıp kötülüğe fırsat yaratan, birbirine düşüren de dildir’ açıklamasını yapmış. Tabii yine haklı bulunmuş. Ezop’un ‘dünyanın en tatlı ve en acı şeyi’ olarak sunduğu ‘dil’ masalı da böylece kıssadan hisseye dönüşmüş.
Şimdi bu masalı niye anlattığımıza gelirsek… Yüzyılları aşıp günümüze ulaşan masalın denk düştüğü alanların başında, iyilikle kötülüğü buluşturan televizyon programları bulunuyor. Dolayısıyla en basit ifadeyle, modern dünyanın masalcılarına kanmamak adına diyebiliriz!
Dizilerin kırsallaşan ve gittikçe seviyesi düşen dil kullanımını, söylem tarzını bugünlük bir yana bırakıp bizi daha derinden etkileyen diğer yapımlara baktığımızda… Görünürde hepsi de izleyicinin yani vatandaşın menfaatine yönelik söylemlerle dolu. Bununla birlikte tek tip habercilikten, kışkırtıcı spor programcılığına… Verilen demeçlerden, ekonomi-para piyasalarının tuzaklara kapı aralamaya müsait yorumculuğuna… Televizyon dilinin yani ekrandaki yapımların, insan yaşamındaki yönlendirici etkisinin ne denli büyük ve tehlikeli boyutlara ulaştığını rahatlıkla görmek de mümkün. Hele de, internet aleminin varlığında okumanın zaman kaybı sayıldığı, deforme zihniyetlerde farklı kültürlerle haşır neşir olmanın sakıncalı bulunduğu, kısacası teknolojik gelişimle modernleştikçe eski değerlerin yitirilip geriye gidildiği gerçeğinde televizyon programlarının motivasyonu zirve yapmış durumda.
İşte Ezop’un masalı da burada giriyor devreye. Dilin kandırıcılığı, kışkırtıcılığı, yönlendiriciliği her ortamda karşımıza çıkan televizyon programlarında türlü türlü gösteriyor yüzünü. Kişileri öz benlikleriyle düşünüp karar vermekten uzaklaşır hale getiren televizyonun kazanç odaklı dili öyle önemli bir boyuta ulaşıyor ki, televizyonu, televizyondan eleştirmek imkânsızlaşıyor. Hal böyle olunca da insanların şovlara dönüşen programlardaki masallarla uyutulmasına ve zarara uğramasına kızanlar, ekran başındakileri uykudan uyandırmaya bir nebze katkıda bulunmak için gerçeklerle bağdaşan öyküleri aktarmada, televizyona oranla daha bağımsız faaliyet gösteren sinema yolunu seçiyorlar. Nitekim bizde ‘Para Tuzağı’ adıyla yer bulan, orijinalinde ‘Money Monster’ yani ‘Para Canavarı’ olan film de bunlardan biri!
PROGRAMCILAR DA ŞEYTANLIKLARA ALET OLABİLİR
Ezop’un ‘Dil’ masalı gibi çift yönlü tabloya sahip bir başka konu, teknolojik gelişmeler… Çünkü bir yandan hayatımızı büyük oranda kolaylaştırırken diğer yandan pek çok olumsuzluğu ve riski beraberinde getirdiği aşikâr. Nasıl ki, kötü amaçlı kullanımlara kolaylık sağlayan bilgisayarın yarattığı dünyada gelişen ve televizyon programlarının teşvikçiliğiyle her geçen gün hacmi büyüyen sanal para hareketlerinin güvenilmezliğinde bu risk hayat karartıcı, hatta ölümcül hale gelebilmekte… Yönetmenliğini Jodie Foster’ın üstlendiği; George Clooney, Jack O'Connell ve Julia Roberts’ın başrollerini paylaştığı ‘Para Tuzağı’ da böylesi bir durumun öyküsü. Cannes’da da gösterilen ‘Para Tuzağı’, borsadaki dolapların, yaşanan kayıpların arka planındakileri aktaran ilk film değil kuşkusuz. Hatta filmin senaryosunu zayıf bulanlar veya oyunculukları-aktarımı yetersiz görenler bile çıkabilir. Ancak orijinaline uygun olarak ‘Para Canavarı’ demeyi tercih ettiğim film, kim ne derse desin, bana göre şimdiye dek izlediklerimin içinde en dikkate değer olanı. Onu farklı kılan özellik ne diye soracak olursanız…
Filmi ayrı bir yere koymamın baş nedeni; olayın tamamının televizyon dünyasının canlı yayın süreciyle aktarılması ve ekran başındakilerin baş tacı ettiği programların ne denli tehlikeli olabileceği gerçeğini yalın bir üslupla ortaya koyması… Dolayısıyla benzer konudaki diğer yapımların teknik terimlerle-hesaplarla dolup sıkıcılaşan içeriklerine kıyasla, gerçekleri daha halkın anlayabileceği, güncel yaşamla buluşturabileceği akıcı bir dille aktarıyor olması! Bu özellikler ‘Para Canavarı’nı kendi sınıfında etkili kılmakta. Bunun ötesinde ‘Programcılar da şeytanlıklara alet olabilir’ deme özelliğine sahip… Yani izleyicinin ilgi göstereceği gözde bir sunucu olma, reyting kapıp para kazanma hevesiyle yatırım-borsa gibi en ciddi konuları bile şova dönüştüren program sunucularının, bu aşamada yaptıkları konuşmalarla bilerek veya bilmeyerek sömürücü oyunları desteklediklerini ve ekrandan yapılan tavsiyelere güvenen izleyicilerin mağduriyetine yol açtıklarını sergileyen bir iş.
Bu doğrultuda filmin hedefini daha net ortaya koyabilmek için içeriğine bakacak olursak… Güncelle ayrı düşen hiçbir şey yok. Hepsi gördüğümüz ama görmezden geldiğimiz, bildiğimiz ama kabullenmekten-söylemekten kaçındığımız şeyler. Yine de kısaca değinmekte fayda var.
‘BİZLER İNSANIZ, BİLGİSAYAR DEĞİLİZ’…
18 Mart gününün New York borsasındaki olumsuz gelişmeleri üstünden konuya dalıp ‘Paranın nerede olduğuna dair hiçbir bilgimiz yok. Çünkü hızlı olması için fiber ağların içinde’ şeklindeki bir söylemle günümüzdeki yatırım belirsizliğini hissettirerek açılışını yapan ‘Para Tuzağı’, tam da yaşamın içinden bir tablo sunuyor bize. Yüksek bir anlatım temposuyla girdiği finans olayını şova dönüştürmek için de, bir televizyon programını kullanıyor. Başlangıcını stüdyodaki canlı yayın hazırlığına götürerek sürdüren film, ‘Para Canavarı’ isimli ekonomi programını ilgi çekici bir şova döndürmeyi başaran sunucu Lee Gates’in kamera karşısına geçmeden önceki evresine tanıklık ettirip rejideki durumu yansıtırken de gerçekçilikten uzaklaşmıyor. Dahası kendini belli bir hedefe odaklayan senaryo, esas konuya girmek için uzun uzadıya vakit kaybetmiyor. Hemen dalıyor olaya. Çeşitli atraksiyonlarla izleyici karşısına çıkıp hangi hissenin favori olduğunu, borsadaki gidişatı yorumlayan ve yatırımcılara tavsiyelerde bulunan Gates’in canlı yayın şovu henüz başlamışken gerçekleşen bir silahlı baskınla derdini anlatmaya başlatıyor.
Böylece şirket yöneticileriyle içli dışlı olup, sundukları televizyon programları vasıtasıyla onların ürünlerini pazarlamalarına aracılık eden medya mensuplarının dünyasına pencere açan filmin bundan sonrası, tam anlamıyla ders niteliğinde… Zira Gates’in ekrandan izleyiciye reklamını yaptığı ve ‘mevduat hesabından bile güvenli’ olarak tavsiye ettiği hisse senedinin yaşattığı para kaybının yarattığı yıkımla gelişen tablo, ‘Televizyon programcılarının sözlerine inanmak hatadır’ mesajıyla eşdeğer!
Yıkım dedikse, her zamanki gibi vatandaş bazında bir zarar ziyan durumu bu… Çünkü 800 milyon dolar gibi büyük bir para hacminin bir gecede yok olmasının sorumluluğunu ‘bilgisayar hatası’na bağlayarak sorumluluktan sıyrılan şirket CEO’sunun ve yöneticilerin tıkırı yerinde. Devlet destekli çarklar da sil baştan dönmekte. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi. Dahası eskiden bankada görünen hisselerin artan hacimle bilgisayar sistemlerine aktarılışının zorunluluğunu anlatan ve kazancı yüksek olan televizyon programcısına göre de bu sistemde bazen patlama yaşanması mümkün. Sebebi belirsiz zararı da doğal karşılamak lazım. Ne güzel değil mi? Batırıcılarla, onların övücüleri el ele…
Tüm bunlar ‘Para Tuzağı’nda öylesine net bir biçimde veriliyor ki, program yapma ayağına şirketlerle aynı dili konuşup ekrandan milyonları kandırmayı vazife edinen ve zora geldiğinde ‘‘Bizler insanız, bilgisayar değiliz. Vicdanımız var, DNA’mız var. Birisi bize yap dediği için değil, hissettiğimiz için yaparız’’ şeklindeki sözlerin ardına sığınmaya kalkıp, izleyiciden bu sözlere karşılık ilgi göremeyen Lee Gates örneğini izlerken gerçeklerle kıyaslama yapmamak imkânsız. Zaten para kaybının nasıl olduğuna dair cevap almanın dışında derdi olmayan öfkeli yatırımcı Kyle’ı kızdıran da, senaryoyu yürüten de bu gerçekler ve cezasız kalan sorumsuzluk!
Sıradan bir şoförken televizyon programcısına inanarak yaptığı yatırımın mağduriyetini yaşayan ve teröriste dönüşen Kyle’ı içimizden biri olarak kabullenmemizi sağlayan akıştan bize yansıyan bir diğer önemli detay, bu süreçteki çeşitli kesimden insan manzaralarının kendini sorgulatan yönü… Şöyle ki; Bombalı yeleği giymek zorunda kalan program sunucusunun yaşadığı zor anların trajikomik atmosferinde, borsada düşen veya yükselen hisse senetlerinin tamamen oyunlara bağlı oluşunu aktaran öyküyü izlerken yaşanan kayıpların asıl sorumlusu konusunda değişik görüşler türetmek mümkün. Şirket sahiplerinin şeytani planlarına kolayca alet olan program sunucusu mu yatırımcı vatandaşın kaybındaki baş sorumlu? Borsanın bir kumar olduğunu, kazanırken yatırımcılık becerisiyle övünenlerin kaybettiklerinde kızmaması gerektiğini söyleyen şirket CEO’su mu daha suçlu? Ya da zahmetsiz para kazanmak peşine düşüp, televizyondan duyduklarına inanarak yaşayan insanlar mı bu sömürü düzeninin gelişmesinde asıl etken? Yoksa teknolojinin masum görünen zararlı yüzlerinden biri olan televizyon dünyasının beyin yıkayıcılığı mı hayatımızı karartan tüm sömürülerin kaynağı? Gel de çık işin içinden.
Aslında televizyon ve borsa gerçeğini 98 dakikaya sığdıran film sonrasında çok da düşünüp sorgulamaya gerek yok. Yapılan düzenbazlıkların dışavurumunda araya Korelileri ve Rusları sokuşturmayı ihmal etmeyen, medya-hacker ilişkilerine pencere açan, en büyük düzenbazlıklarda insan parmağının bulunduğunu hatırlatan ve az gelişmiş ülkeler üstünden yapılan vurgunlara değinen ‘Para Tuzağı’nda olanı biteni şov gibi izleyen insanların mekanikleşmiş hallerine bakınca… Bunları yaşamdaki duyarsızlıklarla karşılaştırınca cevap kendiliğinden çıkıyor zaten.
Neticede; Canlı yayın baskınını şov gibi izleyen halkın duyarsızlığından hareketle, televizyonun sadece ülkemizde değil Amerika’daki insanları da cümle yozlaşmaya alıştırdığına dair pay çıkarttıran… Yanı sıra New York polisinin insani duygulardan uzak ölümcül operasyon mantığını bir kez daha alabildiğine net biçimde hissettiren… Gerçek kahramanların kamera arkasında bulunanlar olduğunu; ekranda yıldızlaşanların tüm güçlerini, onların özverili çalışmalarından aldıklarını gösteren… Ve nihayetinde televizyondan dayatılan şeylere körü körüne inanarak hareket etmek yerine ‘Bizler insanız, bilgisayar değiliz’ gerçeğini kavramamız gerektiğinin altını çizen ‘Para Canavarı’, insanları motive etmede baş araç olarak kullanılan televizyon dünyasıyla sermaye çıkarcılığını buluşturan… Finaliyle de yaşamın gerçeklerine uyup isyan ettiren başarılı bir yapım. Komplolarla örülü küresel piyasaların ve ekrandaki yıldızların gerçeklerini ölçüp biçmek; gaza gelip kazık yememek adına tavsiye edilir.
Canlı-cansız cümle yayınlardaki ‘Para Tuzağı’na dikkat diyerek koyalım noktayı.
Anibal GÜLEROĞLU