Ayıptır, günahtır… Ne mi? Tabii ki birinin bin bir özenle yarattığı, düşün dünyasından ürettiği, emeğiyle ortaya koyduğu bir ürünü kopyalayıp ufak tefek farklılıklarla donatarak ‘Ben yaptım’ böbürlenmesiyle insanlara sunmak. Yani işin Türkçesi, kamuflajlı eser hırsızlığı yapmak!
Günümüzün yaygın alışkanlığı olan eser-fikir hırsızlığı sadece toplumumuza mahsus bir şey değil kuşkusuz. Lakin ne yazık ki ülkemizdeki kurgu âleminde daha sık çıkmakta karşımıza. Yeni öykü türetmek yerine, yapılmış işlerden faydalanma kurnazlığı had safhada. Böylesi daha zahmetsiz çünkü. Hele bir de ‘Ayy benim tatlişim mi varmış, hemen izlerim’ kafası ya da ‘O kızdan başkasını bulamamışlar mı’ demenin ötesine geçemeyen eleştirel bakışlar hakimse ortama…
Bu kafaların orijinal eserden bihaber olmasına ve dahi yapılan kopyacılığı dillendirmeyecek şakşakçı takımına sırt dayanmışsa… Koyuver gitsin.
Bedeli ödenerek yapılan uyarlamalara sözümüz yok tabii. Ancak yabancı filmlerden-dizilerden öykü kotarmalarına karşı suskun kalmaya içimiz elvermiyor.
Başkasının adımlarıyla yola çıkmak, onun çizdiği yol haritasında ilerlemek ve bunu yaparken de sırf yola çıkanın ismi ve giydiği kıyafetler farklı diye kendini özgün bir iş yapıyormuş gibi takdim etmek kandırıkçılık ve başkasının emeğini sahiplenmek değil de nedir? Hani durumu yumuşatmak için ‘esinlenme’ gibi sözcükler türetme akılcılığına gidilse bile… Bazı sahnelerle benzeşmelerin ya da içerikteki kimi olay-karakter detaylarıyla denkleşmenin ötesine geçilmişse, yapılanın adı ‘araklama’dır!
Farkındayım. Biraz sert giriş yaptık yazıya. Ama kimse kusura bakmasın… Doğrudan doğruya yabancı bir yapımla denklik gösteren ama ‘yerli yaratıcılık’ diye yedirilmeye çalışılan bir işle karşılaşınca yine çatladı sabır taşımız. Hangi diziden mi bahsediyorum? Tabii ki başlıktan da anlaşılacağı üzere ‘Çukur’dan! Çukur değil yerli ‘Baba’ yaratılmış mübarek…
Açıkçası haksızlık yapmamak için birinci bölümün ardından yorum yapmayıp devamının nasıl getirileceğini bekledim. Ama gördüm ki ilk izlenimimi değiştirecek bir durum yok. Dolayısıyla hak edilmemiş övgüler sıralamayı, ‘Falanca şu role yakışmış, filancayla feşmekân birbirlerine pek güzel uyuşmuş, amanin de ne kadar kendine has bir iş olmuş, fevkaladenin fevkinde bir öykü çıkartılmış ortaya’ gibisinden yağ çekenlere bırakıp doğrudan söze girmeyi tercih ettim. Gerçek şu ki, ‘orijinal iş’ diye ekrana sürülen ‘Çukur’un öyküsünün ve temel karakterlerinin oluşumu alenen yerli ‘Baba/The Godfather’ tablosundan öte bir şey değil!
Mario Puzo’nun 1969’da basılmış eseri olan ve 1972’de aynı adla sinemaya uyarlanan ‘Baba/The Godfather’dan bihaber olanlar için kısaca özetlersek eminim aradaki benzeşme daha net çıkacaktır ortaya. Akıllarda iz bırakan düğün sahnesiyle başlangıcını yapan ‘Baba’ en basit ifadeyle mafya ailelerinin çatışması ve bu süreçte yaşanan insani gelişmeler üstüne bir eser. New York’ta hüküm süren Don Vito Corleone ve ailesinin tıkırında giden düzeni, günün birinde ‘Baba’nın siyasi güçlerle yakınlığından faydalanıp işini yürütmek isteyen uyuşturucu mafyasının başı Sollozzo’nun ortaya çıkmasıyla bozulur. Ricacıların işlerini halleden ve kendince adalet dağıtan Don Vito’yla görüşmeye gelen Sollozzo, ‘Uyuşturucu pis bir iş’ karşılığını alıp tersyüz olunca ‘Baba’yı ve büyük oğlu Sonny’yi devreden çıkarma süreci de başlar. Çapsız kardeş Fredo’nun yanındayken Baba’nın vurulması… Evlatlık avukat Tom’un, Türkiye’de sahip olduğu haşhaş tarlalarından dolayı Türk lakabını alan, Sollozzo ile Corleone Ailesi arasındaki ikili faaliyete sürüklenmesi derken, yıllar önce aileden kopup kendi yolunu çizen Michael’ın eve dönüşü… Baba’nın hastanedeki suikasttan oda değişimiyle kurtulması… Michael’ın kendisine eş olarak seçtiği Kay’i aileye sokması ve babasının yerini doldurmak için faaliyete geçmesinin ardından uyuşturucu işindeki Sollozzo ile başlayan çatışmacılık süreci. Tüm bunlar orijinal eser olan ‘Baba/Godfather’ın öyküsündeki temel detaylar.
Bu hatırlatmanın ardından AY Yapım’ın senaryosu Gökhan Horzum imzalı işi ‘Çukur’a bakacak olursak… Pazarcılık yapmaktan vazgeçmeyerek alçakgönüllülük sergileyen ve gün sonunda elde kalanları fakir fukaraya dağıtarak babalığını güçlendiren İdris Koçovalı ve ailesinin İstanbul çukurundaki gövde gösterisiyle açılışını yapan dizide Kahraman’la Selim’i tanıdık önce. Büyük oğul Sunny’ye ve ürkek Fredo’ya denkti ikisi de. Ailenin düzenini bozan, Vartolu Saadettin’in teklifi oldu. O da tıpkı Sollozzo gibi, aileden birinin aklını çelip işleri yürütmek isteyen uyuşturucu mafyasıydı. Kahraman’ı kafaya almaya çalışan ve babasının gösterişsiz yaşam prensibine isyan eden Selim’i gözüne kestiren Vartolu, İdris Baba’nın korumasıyla güvenli hale gelen mahallede tezgâh açmak istedi ama İdris Baba’nın ‘Silah satılır, arakçı-tırnakçı bulunur, geceleri yollara çıkıp bedenini satan da varmış. Ama hepsi evlerine döndüğünde kendini güvende hissetmek ister’ şeklindeki sözleriyle tersyüz edildi. Böylece uyuşturucuya bulaşmak istemeyen Koçovalı Ailesiyle Vartolu arasındaki husumet başladı. Tıpkı ‘Baba’daki gibi. Burada ilk kurban Kahraman oldu. Selim’le gittiği gece sefasında delik deşik edildi. İdris Baba için de ‘felç geçirme’ yaratıcılığı düşünülmüştü. Böylece ‘Baba’ya okkalı bir fark atılmış mı oluyordu? Neyse… Devamında ailenin yaşamını beğenmeyip uzak duran Michael pardon Yamaç düştü ocağa. Hem de ne düşüş… Sanırsınız aslan parçası mafya babası olmak için yaratılmış da 10 yıldır kendine Erkin Koray’ın gitarıyla gem vurmuş! Bir vurdu elini masaya, cümle mafyatik abi ‘Selamın Aleyküm’ diyerek bağrına bastı kendisini. Tabii Fredo Selim’in payına da kös kös durup gıcık kapmak ve Vartolu’ya muhbirlik yapmak düştü. Ha bir de hapisteki Cumali var hesapta… Onu da büyük ihtimalle Mustafa Üstündağ’ın canlandıracağı Kahraman’ın ikizi olarak göreceğiz. Gerçi ‘en büyükleri’ denmişti ama belki ilk önce doğan ikiz olarak büyük sayılmıştır. Ya kısmet artık… Derken hastanedeki İdris Baba’ya Vartolu’nun düzenlettiği suikastın da tıpkı ‘Baba’daki gibi oda değişimiyle savuşturulduğunu vurgulamayı unutmayalım sakın. Zira şeytan ayrıntıda gizlidir ve ayrıntılar ‘Baba’yla eştir!
Sözün özü; ‘Baba’nın eskiliğini düşününce, öncekinin ayak izinden giderek taklitçilik edenin ‘Çukur’ olduğu aşikâr. Denklik o denli çok ve hissedilen hava öylesine aynı ki, insanın ‘Hazır bu kadar esinlenmişken, ismini de Çukur değil Baba koysaydınız ya’ diyesi geliyor bu müthiş yaratıcılığın altında imzası olanlara. Ama o vakit hem içerik benzeşmesi hem isim aynılığı başa iş açar değil mi? Nasılsa, eleştirilerin-köşe yazılarının ana temalarını bile kendine mal etmekte sakınca görmeyenlerin el üstünde tutulduğu yerde, başlık aynı olmadığı sürece isteyen istediği kadar esinlenebiliyor! Sen de istediğin kadar ‘Ayıptır, günahtır’ diye yırtın, nafile.
Peki, bu duyarsızlık gerçekleri değiştiriyor mu? Biz şimdi böylesi işlere ‘yaratıcılık’ diyebilir miyiz hakikaten? Elin adamının şıp diye olayı anlama ihtimali bir yana… Şayet yağcı değil de objektif mantıkla bakıyorsak olaya, diyemeyiz tabii. Zira öyküsü ve temel karakterleri aynı olan iki yapımdan biri orijinal ise diğeri de onun çakmasıdır sonuçta. O halde dizinin temeli olan öyküyü başka yerden alarak yaratılan senaryoyu özgün sayıp övgüler dizmemiz de imkânsız. Dolayısıyla ‘Çukur’ da, geleceğini kendince şekillendirse dahi, öykünün çıkış noktası ve başlangıç itibariyle özgün çalışma değil! Bu gerçek ışığında dizinin kritiğine geçelim şimdi…
ÇUKUR’UN İÇİ MANTIKSIZLIKLARLA DOLU
‘Baba’ karakterine çok güzel yakışan Ercan Kesal başta olmak üzere tüm oyuncuların sorunsuz performanslarıyla dikkat çektikleri, Bülent Ersoy’un hicaz varlığıyla kendini gösterdiği, Cahit Berkay’ın Erkin Koray gitarına övgüler dizdiği ‘Çukur’, özellikle ilk bölümünde pek çok mantıksızlıkla çıktı karşımıza. Bu da özgünlükten uzak iş için ikinci darbe oldu neticede. Reytingi 7’yi aşmışmış, ‘Söz’ için ciddi rakip olmuşmuş… Geçiniz bunları bir kalem. Önemli olan nereden geldiği belli olan senaryonun ve yönetimin niteliği bana göre!
Yuvası ‘Çukur’ olanların birbirini bilme söylemiyle açılışını yapıp ‘Para biriktirme, insan biriktir. Derdin olduğunda koşan yoksa paranın ne kıymeti var’ diyerek nereye geldiğine değil, nereden geldiğine bakmayı ilke edinerek bir bakıma senaryoya taş vuran İdris’in pazarcı dünyasına kamerasını yönelten ve Meliha benzerliğiyle röportaja geçen ‘Çukur’, Cumali’nin hapisteki kolunu gösterip et dövücüyle sübyancı baloncuya şifa dağıtma keyfindeki Kahraman’ı ve her şeyimiz tamam bir pazarcılığımız eksik diyen takım elbiseli pazarcı Selim’i tanıttı izleyiciye. Burada dikkat çeken baş mantıksızlık, yüzüne darbe alan muhbir baloncunun yüz kemiklerinin kırılmaması ve konuşacak halde olmasıydı! Bu nasıl mümkündü? Ya vuruşlar havada kaldı, ya da adam biyonikti dayandı. Güldürmeyin insanı.
Bu sahnenin sorgulaması sürerken ‘Çukur’dan çıkan bir diğer mantıksızlık, gazeteci kız Hale cephesindeydi… ‘İçerde’nin Eylem’i vardı, burada da Hale olsun dercesine ortaya çıkan röportaj meraklısı kızımızın İdris Baba’yı pazarda eliyle koymuş gibi bulması bir yana, hastane odasını da tak diye buluverdi. Hangi odada yattığını kimden öğrendi, orası meçhul. İlaveten müzisyen delikanlı naifliğinden aslan parçası mafyaya dönüşen Yamaç’ın, kızı çarşafın altına sokup potansiyel kurban haline getirmesi de mantıksızlığın daniskasıydı. Ya öldürmeye gelen adam tetiği çekiverse ve kızı vursa ne olacaktı? Kız bu kadar saf mıydı ki, hemencecik kabul etti oraya koyun gibi kıvrılmayı, o da ayrı bir konu. Öte yandan Hale’nin İdris Baba’nın büyük aşkı Meliha’dan olma kızı çıkması da ihtimal dâhilinde. Hadi bakalım.
‘Çukur’da en önemli mantık hatalarına gelince… İlk bölümü izlerken sosyal medyadan da paylaştığım üzere, Yamaç ile Sena’nın aşk hallerinde ortaya çıktı. Gecenin bir vakti tekinsiz yerlerde dolanıp çalışan ablaların köşesinde yemek yemesi tutan anlayış özürlüsü Sena’nın cebinde para varken o saate kadar bir şey yememiş olmasını ve Yamaç’a ‘Açım, aç’ diye haykırmasındaki saçmalığı geçtik, sergilenen yıldırım aşkı neydi öyle? Yardımseverlik ayaklarına cümle serseriliğe takılan işsiz güçsüz Sena’nın Yamaç’ın cüzdanını alıp kendine kıyafet dizmesine aklımız ermedi mesela. Altı aylık kirasını ödemediği için kapının önüne konmuştu ya… Hiç inandırıcı değildi öykünün bu bölümü. Tıpkı Yamaç’la evliliği gibi! Paris’te bir restoranda kumru yerken evlenme teklifi alma hayalindeki Sena’nın pasaportu nasıl vardı mesela? Hadi ülkemiz o denli çağdaşlaştı ki herkesin mutlaka bir pasaportu var artık diyelim… Peki ya Fransa vizesi? Nasıl olmuştu da Yamaç’la Sena elini kolunu sallayarak bir günde Paris’e uçabilmişti? Yoksa Fransa Türklere vizeyi kaldırmıştı da bizim mi haberimiz yoktu? Tut ki ikinci bölümde gördüğümüz üzere, Sena’nın vize sorununu babasının memuriyetinden gelen yeşil pasaport sahipliğiyle açıklayalım… Bu kadar kısa zamanda konsoloslukta nikâh işlemleri ayarlanmasına ne diyelim peki? Hele ne idüğü belirsiz iki kişinin birbirine güvenip beş günde evlenmesi, ne aşkla ne de başka bir şeyle açıklanacak gibi değildi. Velhasıl Yamaç-Sena ilişkisinin aşk kanadını hissetmek hiç mümkün olamadı. Müziklerin bile gücü yetmedi duygu aktarımına. İşin içine yatak olayı da sokulmasaydı bu birliktelik tam havada kalacaktı!
Özel uçak kiralayıp, beş günde hayatının aşkına dönüşen Sena’yı Paris’e uçuran Yamaç’ın annesi tarafından bulunmasına gelince… Arkadaş, Yamaç’ta alet mi takılıydı da elleriyle koymuş gibi yabancı ülkede buluverdiler, çözemedim. Ayrıca Sena’nın, sokaklarda aramak yerine, birdenbire ortadan kaybolan Yamaç için konsolosluğa-polise başvurmaması da mantıksızlıklar silsilesinde ortaya çıkan bir garabet oldu. Nasıl ki, hiç bilmediği bir ülkede tek başına bırakılan Sena’nın geldikleri uçağı kolayca bulabilmesi de düşündürücü bir detaydı. Devamında İzmirli çıktı kızımız ve orada kendisinden nefret eden bir annesi olduğunu gördük. Hani ilk bakışta üvey gibi duruyordu bu anne ya, aralarında ziyan zebil olan bir erkek kardeş meselesi vardı inceden inceye. Yani Sena’nın başına gelenler gibi karakterin alt yapısı da bölümlere göre doldurulacakmış izlenimi verdi bize. Bu boşluk da inancımızı kökten sarstı.
Peki ya, Vartolu’nun uyuşturucu lojistiğini taşıyan şoförünün uçkur düşkünlüğüne ne buyrulur? Adam öylesine önemli yük taşıyorken gecenin bir vakti ormanlık alanda karşısına çıkan kadın için durur mu hiç? Yani o kadar azmış ki kadının polis olması veya bu şekilde tuzak kurulma ihtimali hiç aklına gelmiyor. Pes yani. Bir pes de Vartolu’nun elini kolunu sallayarak Koçova mahallesine baskın düzenlemesine… Adamın ilk gelişinde tazı gibi damlarda sektiren Çukur gençliğine ne oldu? Hepsi bilardo ve bilgisayar salonlarına mı doluştu? Bu basitlikleri izlerken, keşke biraz da ‘Baba’nın aksiyon yönünden ilham alınsaymış diyorum.
SONUÇTA; Bir işi alıntılamak, taklit etmek veya araklamak kolay olsa da aynı mayayı tutturup aynı kaliteyi ve tadı yaratabilmek oldukça zor! Bunu başarabilmek için öncelikle özgünlüğün kıymetini bilmek, sonrasında özgün bir şey üretme becerisine sahip olmak lazım. Aksi takdirde hovarda mirasyedi misali, hazır bulunan şey har vurulup harman savrulabiliyor. Nitekim ‘Baba’ filminden çok daha fazla şiddet özendiriciliği yaratan ve bundan medet uman ‘Çukur’un mantıksızlıkları da buradan kaynaklanıyor. ‘Baba’da adamlar işin esas sahibi olduklarından mantığını da önemsemişlerdi haliyle… Ne böyle abuk sabuk evlilik durumu sergilenmişti, ne de radar gibi çalışan anne eliyle yuvaya döndürülme sahnesi yaratılmıştı. Michael gazete haberiyle tesadüfen duymuştu babasının vurulmasını ve sevgilisini de yüzüstü bırakmamıştı. Kaldı ki, Don Corleone de şanına yakışır biçimde hastanelik olmuştu. Öyle bizdeki gibi kıytırık felç sahnesiyle yatağa düşmemişti. Keza kadın bedeninin pazarlanmasının doğal gösterilmediği ve her daim ailenin öneminin vurgulandığı ‘Baba’da, balonla havalandırılan adamı patlatmak veya düşmanı parçalara ayırmak türünden yaratıcılık(!) da yoktu. Hoş bunlar da başka yabancı işlerde gördüğümüz hareketlerdi ya… Artık ne diyelim.
Velhasıl-ı kelam racon kesmek her babayiğidin harcı değil. Hele hele başkasının sözleriyle raconculuk oynamak sanıldığından da zor. Öyle üç noktalı işaretlerle veya damlardan aşırtma gençlerle de sağlanmıyor ne yazık ki! Toygar Işıklı’nın fark yaratmayan tınıları eşliğinde, ‘Baba’nın adımlarıyla ‘İçerde’nin izinden yürümek isteyen ve bu süreçte mafyatik oluşumları yüceltme modasını sürdüren bir yapım görünümündeki ‘Çukur’ bu zoru başarabilmiş mi peki? Oyunculuk başarısı ve yapım kalitesi olarak övgüyü hak etse dahi içerik özgünlüğü dipte!
Diyeceğim o ki, ünlü yabancı yapımlardan yerli dizi üretme alışkanlığı nereye kadar sürer, orijinal eser sahipleri durumu ne zaman fark edip harekete geçer bilinmez ama bu taklitçilik oldukça rahatsız edici. Dahası Martin Scorsese imzalı ‘Köstebek/The Departed’ filmiyle aynı temelden yürüyen ve oyuncular sayesinde ilgi gören ‘İçerde’ gibi, özgün olmayan senaryosu-akışı da mantık hatalarıyla dolu. Bakalım tek başına kalan Aras Bulut İynemli’nin karizması bu hataları ne kadar zaman kamufle etmeye yetecek? Orijinal öykünün tükendiği yerde senaryo nasıl bir gelişim türküsü tutturacak? Kısacası ‘Çukur’a düşenler ilerleyen bölümlerde ‘Çukur’da ne gibi cevherler bulacak, işte asıl sorun bu! Bekleyip göreceğiz. Şimdilik bulunan tek şey, Çukur’dan çıkmaya çalışan ve bunun için oyuncularına var gücüyle asılan ‘Baba’ esintisi. Esintinin devamında yelkenin özgünlükle şişmesini temenni edeceğiz ama…
Anibal GÜLEROĞLU