Çok düşünen mi daha iyi yaşarmış, çok iş bitirici olan mı? Son zamanlarda bu soru takıldı aklıma bir türlü gitmiyor. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali bir durum. Düşünmek… Düşünerek dünyanın kötü gidişatını, çevrende olup biten yanlışları fark etmek insanca yaşamın gereği. Buna karşılık birilerinin dümen suyunda iş bitiricilik sergileyerek yol almak da sorunlardan uzak, kafa rahatlığının temeli. İnsanlığın kaygı verici bir süreçte olduğu gerçeğinde, insan ol da tercih yap yapabilirsen. Öte yandan insan denilen canlının varoluş amacı da bir muamma… Yaratılış gerekçesi nedir bilemeyiz ama çifte standartlı davranışlarla dünyayı cehenneme çevirmeyi, doğaya ve kendi türü başta olmak üzere tüm canlılara zarar vermeyi çok iyi becerdiği aşikâr. Bunun temelinde menfaat denilen dünyevi hesapçılık yatmakta. Tabii sevgisizliğin ve bilinçsizliğin de payı büyük bu yozlaşmada.
Nitekim doğaya karşı sorumsuzca davranan topIumIarda, bireyler arasındaki iIişkiIerde hoşgörünün, uzlaşının ve sevginin noksanlığı dikkat çekici. Toplumun bu eksiği nasıl giderilir? Medya, diziler ve filmler bu konuda etken olabilecek enstrümanlar kuşkusuz. Ancak bunların da yapıcı bilinçle ele alınması şart. Mesela, kendi gibi düşünmeyenlerin fikirlerine saygı göstermekten imtina edip ekranda fark yaratan dizilere ‘Algı operasyonu yapıyorlar’ ithamlarını getiren medya anlayışıyla bir yere varılamaz. Ya da suya sabuna dokunmadan kalıplaşmış dizi yaratma yaklaşımı da işe yaramaz. Sinema filmleri için de aynısı geçerli. Sinema destek Kurulu’nun desteklenecek proje seçimindeki yaklaşımı eleştiren yönetmen Emin Alper’in vurguladığı gerçeklerin ve Mahsun Kırmızıgül’ün komedi türündeki ‘Vezir Parmağı’ filmini ‘milli-manevi değerlere ters’ önyargısıyla sansürleme yasakçılığının ötesinde bir film anlayışı gelişmedikçe, sinemadan da insanları aşk klişeleriyle veya maganda-argo hâkimiyetindeki yağcı komedilerle oyalamanın bir tık fazlası beklenemez.
Basın-televizyon-sinema üçgeninde doğaya ve insana yönelik gerçekçilik can çekişirken neyse ki arada sırada kendi yağıyla kavrularak farklılık yaratmaya soyunan… İnsana, düşünmeyi aşılayan ve yapılan hatalar konusunda uyandıran işler çıkıyor karşımıza. Güverte Film-Suzan Güverte’nin yapımcılığındaki ‘Enkaz/Under the Sky’ da bunlardan biri. Dolayısıyla ele alınmayı ve konusu üstünde durulmayı hak ediyor.
‘ENKAZ’, DÜŞÜNSEL DERİNLİĞE ULAŞTIRIYOR
İstanbul’da gerçekleşeceği sıkça dile getirilen büyük deprem olasılığı üstünden hareketle senaryosunu yaratıp bir kadın ile bir erkeğin farklı zaman-mekânda yürüttükleri mücadeleyi aktaran ‘Enkaz’ için ilk sözüm, insanı yaşamın gerçekleriyle yüzleştirip düşünsel derinliğe ulaştıran; minimallikten maksimum verimlilik çıkartan yapımlardan olduğu yönünde.
Ormanları, devasa inşaatlara peşkeş çekip her yeri betonlaştırmak… Ağaçları; otoyoldu, köprüydü yetmedi dekovildi gibisinden rantçı zihniyetle yok etmek… Denizleri doldurup üstüne binalar dikmek… Ve bu tahribatı yaparken gün gelip doğanın deprem-sel gibi felaketlerle intikamını alacağı gerçeğini hesaba katmayıp hataları sürdürmek. Bedelini, yaşam mücadelesi vererek ödemenin ardından devasa binalarla yıkıma uğrayan ruhlarımızı dinginleştirip huzur bulmak için yüzümüzü doğaya dönüp ondan medet ummak. Tüm bu gerçekler, bir uyarı babında doğanın intikamcılığını örnekleyen ve zaman geçtikçe hafızalardaki tazeliğini yitiren 1999 depreminden sonra eski tas eski hamam sürdürülen sorumsuzluğun yansımaları olarak, ‘Enkaz’la birlikte zihninizde yeniden canlanıyor.
Şöyle ki; Koyu karanlıktaki çaresizlik inleyişiyle açılışını yapıp ‘Sesimi duyan yok mu’ haykırışıyla Nisa karakterinin deprem sonrası halini veren ‘Enkaz’, yıkıntılar altında diri diri gömülü kalmanın korkunçluğunu yaşatıyor ilk etapta. ‘Ölmek mi zor yoksa böyle sıkışıp kalmak mı’ düşüncesiyle boğuşurken bir anda ortam değişiyor. Kapalı mekân korkusundan masmavi gökyüzü ve yemyeşil doğaya dönen kamera, hem özgürlük duygusunun güzelliğini yaşatıyor hem de kıyaslamayla karşı karşıya bırakıyor zihninizi. Ancak bu öyle zahmetli ve yorucu bir düşünsel süreç değil seyirci için. Zira her iki mekânı ve kişiyi izlerken ‘Enkaz’ın anlatım dilinin doğallığı sayesinde empati yaparak değerlendirmede bulunmak hayli kolay.
Nisa’nın enkaz altında yardım bekleyiş anlarını, doktor tavsiyesiyle doğada yaşamaya yönelen adamın video kayıtlarıyla örtüştürüp öyküsünü paralel kurguyla sunan ve sürpriz bir gidişatla noktalanan filmin, seyircisine böylesi bir felaketin duygusunu aşılayarak karşı karşıya olunan tehlikenin boyutunu hissettirebilmesi açısından en önemli kozu da bu zaten. İnsan, ister istemez hiç umulmadık bir zamanda göçük altında kalma ihtimalinin varlığını ve yaşam mücadelesinin sıkıntısını özümserken, doğanın kişisel sorunlarla başa çıkma konusundaki rolünü de sorgulamaya yöneliyor. Bu noktada ‘Enkaz’ın düşünsel derinlik yaratan senaryosunu, ‘Doğanın ikiyüzlü yansıması’ olarak değerlendirsek yeridir!
‘ENKAZ’DAN ÇIKARTILACAK MESAJ ÇOK
Tiyatro-dizi-sinema alanlarındaki çalışmalarında oyunculuk gücünü ispatlayan Akasya Asıltürkmen’in başarılı canlandırmasıyla Nisa karakterinin betonlar arasındaki yalnızlığını layıkıyla hissettirdiği… ‘Behzat Ç.’den gönüllerde taht kuran Berke Üzrek’in doğal yaşamdan psikolojik tedavi uman Barış’ı canlandırdığı ‘Enkaz’ sadece deprem gerçeğini hissettiren bir yapım değil. Bu felakete odaklanarak yaratılan içerikten çıkartılacak mesaj çok.
Gündelik yaşamda elimizden düşmeyen cep telefonlarının felaket anlarında pek işe yaramadığını gayet net ortaya koyan yapımda, olur olmaz zamanlarda arayıp telefonumuza musallat olan banka çağrı merkezlerindeki müşteri hizmetlerinin ne denli insanilikten uzak bir otomasyon zihniyetiyle hareket ettiğini de görmek mümkün. Enkaz altında sıkışıp kalmakla, modern yaşamın dayattığı kapanlar arasında sıkışıp kalmayı bağdaştıran bu anların ötesinde ‘Enkaz’ın bir diğer mesajı, tarihi binaların çağlara meydan okuyan dayanıklılığını vurgulama noktasında çıkıyor ortaya. Plazalar dâhil yeniler göçüp giderken tarihten gelenlerin ayakta kaldığı gerçeği dillendiriliyor. Depremde üst katta olmanın avantaj yaratmayacağı gibi sosyal mecraların yardımlaşama açısından güvenilir bir destek olamayacağının da altını çizen yapımda bir diğer mesaj okuma konusunda. Telefonla uğraşmaktansa kitaplara yönelmenin çok daha iyi olduğu söylemiyle günümüzde özellikle gençler tarafından hayli ötelenen okuma alışkanlığının altının çizilmiş olması kayda değer bir detay.
Velhasıl; Dramatik gücünü, anlatım ve canlandırma doğallığından almanın yanı sıra içeriğindeki dramı, mesajlarıyla perçinleyerek yaşama adapte eden bir çalışma ‘Enkaz’! Bu meyanda ‘Enkaz’ı, başka klostrofobik yapımlarla kıyaslamanın, mesela, 2010 ABD yapımı ‘Toprağın Altında/Buried’ filmine benzetmenin hata olacağını da vurgulamak isterim. Çünkü 3 milyon dolarlık bütçeye sahip olan Amerikan filminin konusu, tamamen Irak işgalinden kaynaklı bir intikamcılık olayı şeklinde gelişmekte. Yani bir anlamda uluslararası siyasetin yarattığı ve normal yaşam akışından bağımsız, marjinal nitelikte bir diri diri gömülme olayı. Buna karşılık kısıtlı olanaklarla ortaya konan ‘Enkaz’daki mücadele alabildiğine yaşamın içinden ve herkesin başına gelebilecek bir gerçeklik örneği. Tek ortak noktaları, kapalı yerde cep telefonuyla yürütülen kurtuluş mücadelesi!
Yönetmen-senarist Alpgiray M. Uğurlu’nun ikinci uzun metraj filmi olan ‘Enkaz/Under the Sky’ için son sözüm, Türk sinemasının korku-komedi-romantik aşk dışında varlık gösterebileceğini… Destek fonlarından alınan paralarla vasatlıklar ortaya koyanlara nispet, iyi şeyler üretmek için minimal olanakların da yetebileceğini kanıtlayan başarılı bir örnek olduğu yönünde. Festivallerde yer almanın dışında Amerika’da gösterim için salon bulması da yapımın uluslararası hitap gücünün ispatı!
Dağıtımını Kurmaca Film aracılığıyla yapan ve ‘Depreme hazır mısınız’ sorusuyla kentsel dönüşümle sürekli haberlerde yer bulan İstanbul gerçeklerini işaret eden ‘Enkaz’ın 10 Şubat 2017’de seyirciyle buluşacağını hatırlatıp izlenmesini tavsiye ederek koyalım noktayı. Doğanın hesapsız kitapsız katledilmesiyle etkisini artıracak olan deprem gerçeğine seyirci kalmamak bilinciyle… ‘Enkaz’ın uyandıran gerçekliğine iyi seyirler.
Anibal GÜLEROĞLU