Ertuğrul 1890’dan insanlık dersi

ERTUĞRUL 1890 ekrandakinin aksine tarihsel övgülerle kurgusallaştırılan savaşçılık, düşmanlık ve entrika öyküsü değil… Geçmişte yaşanan acıların günümüze yansıyan dostluk yüzünde hafızalara kazınmayı hak eden alçakgönüllü bir insanlık dersi…

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Hayat döngüsünde ne denli küçük bir detay olduğunu ve ölüm karşısındaki çaresizliğini unutarak birbirleriyle didişen toplumlar 2015’te işi iyice azıttılar. Çoluk çocuk demeden yaşanan kıyımda, ‘çıkarcılık’ yükselen değer olurken dostluklar-düşmanlıklar da kafa karıştıran bir dönüşüme uğramaya başladı. Bu tabloyu komşularımızda ve dahi doğrudan içimizde hissediyoruz. Sanki insanlık zıvanadan çıkmış gibi, acımasızlık-sevgisizlik kol geziyor dört bir yanda. İnsan böylesine kötücül tablo içinde bir güzel örnek arıyor ister istemez. Tam da ‘Günümüz dünyasının hızla sürüklendiği akıl tutulması girdabında ümide kapılmak zor’ derken neyse ki tarihin derinliklerinden bir yaşanmışlık kopup geliyor… İki devlet arasında köprüler kuran bir dostluk ve dayanışma anısı olarak çıkıyor karşımıza... ERTUĞRUL 1890!

‘Ertuğrul’ dedikse… FOX’un Çalar Saat’ini tıkır tıkır işleten İsmail Küçükkaya’nın bir türlü onarılıp hizmete sokulamayan Atatürk Kültür Merkezi’nin üstünü kapatan afişi eleştirirken yaşadığı yanılgıya düşmeyelim… Bunun, Küçükkaya’nın afiş gerekçesini soracağı TRT 1’in Çarşamba zirvesini parselleyen tarihi dizisiyle bir ilgisi yok. ERTUĞRUL 1890 ekrandakinin aksine tarihsel övgülerle kurgusallaştırılan savaşçılık, düşmanlık ve entrika öyküsü değil… Geçmişte yaşanan acıların günümüze yansıyan dostluk yüzünde hafızalara kazınmayı hak eden alçakgönüllü bir insanlık dersi…

TÜRKİYE-JAPONYA DOSTLUĞUNUN İLK ORTAK FİLMİ

Dostluk kurmak kolay değil. Hele de birbirinden tamamen farklı kültürlere sahip olan, çıkar kaygıları taşıyan devletler arasında. Ancak kolay olmaması, mümkün olmayacağı anlamına da gelmiyor. Nitekim Türkiye ile Japonya arasındaki dostluğun 125 yıllık mazisi en güzel örnek. Peki, nasıl başlamış birbirinden 9 bin km uzaklıkta bulunan iki ülke arasındaki güzel diyalog?

Bu sorunun cevabını, 1890 ve 1985 yıllarında yaşanan iki olayı hatırlatarak kadim dostluğun anılarını geleceğe miras bırakma hedefiyle yola çıkan ERTUĞRUL 1890 filmi vermekte. Filmin kritiğine geçmeden önce genel bilgilerini özetle paylaşmak isterim.

Öncelikle belirtmekte fayda var… ERTUĞRUL 1890 sinemada olması gereken bir proje! Dahası Türkiye-Japonya dostluğunun ilk ortak filmi olması, onun sinemamızdaki değerini daha bir öne çıkartıyor. Görselliğiyle ve sahne geçişleriyle başarıyı yakalayan filmin çekimleri, 4,5 ayda tamamlanmış. Ancak projenin yolculuğu bundan daha uzun bir zamana yayılı. Zira 2011 yılındaki Japonya depremi dolayısıyla bir süreliğine kesintiye uğramış. Daha sonra her iki devletin desteğiyle tamamlanmış. Yapımcılığını, Türkiye’den Böcek Film, Japonya’dan ise TOEI şirketi üstlenmiş. Yönetmen koltuğunda Mitsutoshi Tanaka’nın oturduğu, senaryosu Eriko Komatsu tarafından kaleme alınan filmin danışmanı Prof. Dr. İskender Pala...

Oyuncu kadrosu derseniz, tanıdık yüzlerle dolu. Kenan Ece, Alican Yücesoy, Uğur Polat, Mehmet Özgür, Tamer Levent, Cem Cücenoğlu gibi dizi dünyasında sıkça karşılaştığımız isimler yer almakta… Seiyo Uchino ve Shioli Kutsuna gibi Japonya’nın ünlüleri de başrolde.

Kısacası; ERTUĞRUL 1890’ın tarihi gerçeklere dayanan 125 yıllık dostluk köprüsünde proje aşaması sağlam temeller üstüne kurulmuş. Bu saptamaların ardından gelelim kritiğine…

ÖZVERİYLE PEKİŞEN DOSTLUKTA ABARTI GERÇEĞİ

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ve Japonya Büyükelçisi Yutaka Yokoi’nin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan, Başaran Ulusoy, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi isimlerin yer aldığı… Aralarından ‘Güllerin Savaşı’ dizisinden Canan Ergüder-Sercan Badur’un dikkat çektiği ünlüler dünyasının da hazır bulunduğu İstanbul galasını gerçekleştirerek vizyona giren ERTUĞRUL 1890, her şeyden önce gerçek olayların kurgusallaştırıldığı bir tarihi anlatı. Dolayısıyla izlemek isteyenlere tavsiyem, beklentilerini bu bilinçle sınırlamaları…

Buna karşılık Hollywood’un tarihi yaşanmışlıklardan yola çıkıp destanlaştırdığı savaş filmleri gibi bir atmosfer de beklenmemeli ilk ortak yapımımızdan. Ayrıca tarihi muhteşemleştirmeye çalışırken basitleştiren yerli yapımlarımızdan da hiç değil. Kültürler arasında karşılaştırmalı bir öykü örgüsüne, kimi zaman karikatürleşme safhasına giren karakterlere, bazı sahnelerde yersiz büyük oynamalara ve iki farklı kültürün özelliklerini üstüne basa basa sunan iç dinamiklere sahip. Anlayacağınız nev-i şahsına münhasır bir ortak yapım!

ERTUĞRUL 1890, ‘Benim adım Mustafa’ diyen subayın anlatımıyla başlamakta. Sonra denizin derinliklerine süzülen Mustafa’dan, iki ulusun dostluk öyküsünün yazıldığı küçük balıkçı köyündeki gündelik yaşama geçiyor kamera… Haru’nun kişisel dramını ve azla yetinmekten şikâyet etmeyen köy halkının fakirliğini, para almadan çalışan Doktorun gayretkeşliğini gösterirken bir yandan da Osmanlı cephesine dönüşler yapıp babasının bir tanesi Mustafa’yı, hamile karısını gözü yaşlı bırakan Bekir Çavuş’u kendi ortamlarında tanıtıp cümbür cemaat şenlikli bir yolculuğa çeviriyor yönünü. Bu yolculukta ast-üst çekişmesini de görüyoruz, Sarkis’in inatçı kocakarı kazanıyla muhabbetini de… Nasıl bir gelişim yaşanacak diye beklerken her karede istikamet, ancak 69 kişinin kurtulabildiği tarihi felakete doğru ilerliyor.

Kushimoto’da yaşanan bu hazin öykünün kendine özgülüğünde göze batan baş detay, özverili dostluğu vurgulamak! Acıdan doğan bu güzelliği tarihin tozlu sayfalarından kurtarma çabası takdire değer. Baş olumsuzluğu ise ne yazık ki, hep yaptığımız hatanın tekrarlanmasına mani olamayışımız yani gereksiz arabseklikler sergilenmesi… Dolayısıyla, oyunculukların abartıya dönüşmesiyle gelişen duygusal etki düşüklüğü! Bu olumsuzluğu net algılamak için filmi sahneler halinde değil de, bir bütün olarak değerlendirmek gerek. Aksi takdirde, ihmal ve fazlaca özgüvenle yaşanıp pisipisine gerçekleşen Sarıkamış felaketini anımsatan, kazanın kendisi bile başlı başına bir üzücülük olarak yoğun duygusallık yaratmaya müsait zaten.

Bu açıdan filmi değerlendirecek olursak… Dört safhaya sahip bir yapım var karşımızda. Görünürde 1887’de Japonya’dan gelen heyete karşılık II. Abdülhamid’in emriyle iade-i ziyaret için Japonya’ya gönderilmesi kararlaştırılan… Arka plandaysa, Osmanlı İmparatorluğu’nun halen güçlü ve itibarlı olduğunu Avrupa’ya ispat amacını taşıyan Ertuğrul fırkateyninin yaşadığı dramdaki ilk etap, mürettebatın ve Japon halkının profillerinin kısa geçişlerle tanıtımı üstüne… Ardından Japonya’nın fırtınalı denizinde çok güçlü bir tayfunla karşılaşılıp göz açıp kapayıncaya kadar yaşanan ve bir anlamda Titanic faciasıyla benzeşen kaza olayının dramatikliği geliyor… Sonrasındaysa ‘Nereli oldukları önemli değil’ düşünce yapısının güçlendirdiği fedakâr-sevecen insanlık örnekleri ve atalarını utandırmamak adına özveriyle girişilen kurtarma yardımseverliğinin geliştirdiği dostluk süreci…

Buraya kadar her şey iyi güzel. Bazen dizi havası hissetseniz de… Japon karakterlerin neden ısrarla komikleştirildiğini düşünseniz bile görselliğin gücü ve tayfunun patlak verdiği sahnenin güzelliğiyle bu olumsuzlukları öteleyebiliyorsunuz. Nihayetinde dostluğun temellerinin nasıl atıldığını kavrayıp koltuklarınızdan kalkmaya hazırlanırken, bir anda bombaların patladığı 95 yıl sonrasına zaman atlaması yaşatıyor size ERTUĞRUL 1890… Böylece filmin dördüncü etabıyla ve dahi zorlama sahnelerle karşı karşıya kalıyorsunuz.

14 Temmuz 1889’da İstanbul’dan coşkuyla yola çıkan… Ama ‘Acaba bu yolculuk sağ salim tamamlanacak mı? Bu eski fırkateyn bilinmeyen denizlere dayanabilecek mi’ kuşkusunu da yüreklerinde hisseden Miralay Osman Bey ve 618 mürettebatının Japon Deniz Kuvvetleri’nin tayfun uyarısına aldırmadan kararlaştırılan tarihte geri dönüş yolculuğunu başlatmasıyla kayalıklara çarpıp batan Ertuğrul’un aşırı kendine güven ve inatla gerçekleşen faciasının rövanşı diyebileceğimiz bu etapta, İran-Irak savaşındaki Saddam’ın diktatör kötülüğüyle gelişen ‘yabancıların tahliye süreci’ işlenmiş. Peki, sinemasal başarısı ne kadar?

1985’teki Turgut Özal yönetiminin Tahran’da kaderleriyle baş başa bırakılan Japonlara yolladığı tahliye uçağının öyküsü kısaca ve alelusul anlatılmış. Hani sizin 95 yıl önceki dostluğunuzu karşılıksız bırakmadık babında gövde gösterisi. Geçmişte yaşananları günümüz gençliğine göstermek ve geleceğe aktarmak adına gayet yerinde bir etap. Ama ‘Bu iş böyle mi yapılmalıydı, hafızalara bu sunumla mı kazınmalıydı’ derseniz… Kesinlikle hayır. Zira Tahran’daki sahnelerin canlandırmaları hayli itici ve gülünç tiplemelerle, bomboş repliklerle sergilenmekte… Ki, burada ‘Ben ne şanslı bir Başbakanım’ gibisinden söz sarf ederek seyirciye kahkaha attıran Özal tiplemesi başı çekmekte! Dahası, Ertuğrul faciası kısmı kayıtlarla sabitken kurgusal ağırlıkla işlenen Tahran 1985 olayının nasıl geliştiği büyük ölçüde yoruma açık. Şöyle ki; gerçekte Tahran’daki Japonya Büyükelçisi Yutaka Nomura’nın talebiyle Pilot Ali Özdemir kaptanlığında yollanan THY uçağının kapısı açılır açılmaz hemen 215 Japon binmiş ve uçak 15 dakika içinde havalanmış. Hal böyleyken filmle gerçeği insan ister istemez kıyaslıyor.

Neticede; 1985 yardımseverliğinin işleniş biçimi bir yana ERTUĞRUL 1890 Japonya ve Türkiye açısından ele alınmayı hak eden bir konuyu gündeme getirmiş. Din, mezhep, ırk ayrımıyla can alınan günümüzde çokça ihtiyacını çektiğimiz ‘insanlık dersi’ olarak algılanıp, ilk ortak film övgüsüyle izlenmeyi hak ediyor. Temennim, ardından daha iyi ortak yapımların gelmesi.

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal