Her senaryoda bir keramet var!

Sürekli duyduğumuz kavgacı üsluptaki konuşmalardan mıdır, yoksa sorunlar karşısında çare bulamama aczinin yarattığı gerginliğin neticesi midir bilemiyorum… Bir başka ruh hallerindeyim şu günlerde. Hani ne dizilerin abartılı dünyası kesiyor beni, ne de filmlerin yaratıcı senaryoları. Yaşadıklarımız karşısında hepsi de sade suya tirit çorba gibi kalıyorlar zira. Şimdi bu gergin ruhumu bir doktora...

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Aç koma hırsız edersin, çok söyleme yüzsüz edersin der dururdu rahmetli anacığım ama pek kestiremezdim çocuk aklımla. Büyüdükçe alışılırmış ya günaha… Ben de anladım sözün tam manasını, hayatla iç içe oldukça. Ancak o zamana kıyasla, bu lafın işaret ettiğinin çok farklı versiyonu hâkim günümüz dünyasına. Şöyle ki; hırsızlık, karın açlığından ziyade gözü aç olana mahsus hale gelmiş durumda… Hem de maddi manevi her türden! Yüzsüzlük deseniz… Evlere şenlik. Şimdilerde esen rüzgârlar buram buram arsızlık-yüzsüzlük taşıyor dört bir yandan.

Senaryolu başlıktan hırsızlığa-yüzsüzlüğe nereden geldik diye sorarsanız… Yeni gün umuduyla açıyorum televizyonu… Dolanıyorum farklı kanalların sabah programlarını. Manzara hep aynı. Vatandaş suskun-mahzun kıt kanaat yaşamaya çabalarken haberlerin gündemi, dizi misali gelişen senaryolarla dolu. ‘Ama yeterrr…’ diye haykırmak geliyor içimden birden… Lakin kim duyar, duysa da kim umursar? Yol belli, yordam belli… Senaryo belli, yönetmen belli.

Çaresiz izlerken bir bakıyoruz meşhur TIR’lar manşetten gündemde, hem de video’lusundan. Aman kaldırılmadan bakalım diyoruz. Merakla açıyoruz. Eee… Ortada kayda değer film yok ki! Hoş olsa da ne beis? Montaj-paralel der geçeriz. Kısacası; bu eski senaryoyla puan alınmaz, buradan ödül çıkmaz kıvamında… Büyük puntolarla sunulan bu haberin filmi bu! Geçiniz.

Hem bu haber çok da yabancı değil ki bize… Nereden aşinayım diye düşünüyorum bir süre. Çıkaramıyorum kolayca. Sonra neyse ki, Amerikalı ve Japon bilim insanlarının hafızayı geri getirme deneylerinde başarılı olma haberi giriyor da araya, hafıza tazeleyip bu haberin ve resmin bir başka gazete tarafından aydınlığa çıkartıldığını anımsıyorum… Üstelik taa 2014 yılının başlarında! Bu iş böyle. Senaryo, müşteri çekici olunca beşer şaşar… Yılları aşar… Geçmişin haberiyle günümüz manşetinde yeniden coşar. Netice? Hayırlısı olsun demekle ve seçim üstü bir süreliğine gündemi oyalamakla sınırlı… Ötesi, mağdur edebiyatı. Yerseniz.

Şükürler olsun ki, bizdeki coşkunluk bu kadarla sınırlı değil… Karnı aç olanları oyalamak için aperatif çare çok. Merçerezler, gazoz kapağından yufkaya açılış atışmaları… Piknikli, mitingli Kazlıçeşme kuraları… Velhasıl gündem yaratma ve haberlere malzeme çıkartma hizmetinde sürekli bir yenilik çıkar ortaya. Bu bollukta, laiklik ilkesine ve Devrim Yasası’na aykırı biçimde resmi nikâha gerek duyulmadan imam nikâhı yapmanın önünü açan yasal karar da, TIR’larla aynı anda gündeme düşerek çeşni katar gündüz kuşağımıza. Oleyyy… Nihayet beklenen gelişme yaşanmıştır. Resmi nikâhsız birlikteliklerin de yolu açılmıştır. Böylece çocuk gelinliğe hız kazandırmaya müsait olan, kadınların resmi güvencesini kaldıran, nesepsiz çocukların önünü açan ve adeta kadınları, üç beş karı almaya hevesli erkeklere ‘Boş ol’ üçlemesiyle oyuncak eden bu yasa iptali, dikkatleri dağıtıcı senaryo olarak bir süreliğine meşgul eder bizi.

Sahi, biz nicedir dizilerimizde de ‘Önce imam nikâhını yapalım. Sonra resmi nikâh da kıyılır nasılsa’ türünden algı motivasyonlu sahneler izlemiyor muyduk sıkça? İzliyorduk, kınıyorduk da. Ama görünen o ki pek meraklıymışız cezayı kaldırıp resmi nikâhsız evliliklere kapı açmaya. Erkeklerin gözü aydın, geçmiş olsun kadınlara.

Neticede ‘Her senaryoda bir keramet var’ vurgusunu yapmışız başlığımızda… Bu senaryo da hayırlara vesile ola, diyerek haberlerden gelişen ruhsal deşarjımızı noktalayalım burada… Ve geçelim, yerli senaristlerimize ibret olmaya müsait ‘San Andreas Fayı’nın enerji deşarjına.

EYY DEPREMMM… SEN NE GÜÇLÜSÜN BÖYLE!

İnsanın doğasında var, kafa tutmak… Kimi zaman ‘Eyy…’ nidasıyla başlayan konuşmalarla… Kimi zaman da alt etmek için her türden çaba sarf ettiği doğaya karşı, devasa tahribatlarla! Peki, bu babayiğitliğin etkisi nereye kadardır? Meydan okunan taraf, gücünü gösterene kadar tabii. Ancak söz konusu hasım ‘doğa’ olunca, alınan cevap çok daha çetin ve yıkıcı olabiliyor. O heybetli binaları yapan, birbiriyle sürekli didişmeye giren insanoğlunun ne oranda güçsüz olduğu, bu dünyadaki varlığının boşluğu da çıkıyor böylece ortaya. Büyük hakikati gayet basit bir senaryoyla görsel şölene dönüştüren ‘San Andreas Fayı’ da bu açıdan güzel bir örnek.

Cümle katakulliyi çevirmekte sakınca görmeyen, hiç ölmeyecekmiş gibi maddiyata dört elle sarılan, kişisel didişmeleri-milletlerarası savaşları marifet sayan insanların doğanın karşısında boynunun kıldan ince olduğu gerçeğini dalga dalga yıkarak açığa vuran ‘San Andreas Fayı’, aynı zamanda bizim senarist ve yönetmenlerimize de felaket sahnelerinin nasıl yaratılması gerektiği konusunda ders olabilecek nitelikte. Filmi incelerken öncelikle dizi ve filmcilerimize örnek teşkil edecek yönünden söze başlamakta fayda var. Zira son olarak ‘Paramparça’ dizisi, bizim kaza-kurtarma sahnelerindeki amatörlüğümüzü çok net ispatladı.

Los Angeles yakınında bir dağ yolunda ilerleyen aracın görüntüsü ve tehlikeli biçimde direksiyon sallayan kızın hoppalığıyla açılan film, depremle savrulan arabanın bariyere çarpıp uçuruma yuvarlandığı ve ‘Paramparça’ misali düştü düşecek pozisyonda kaldığı sahnenin heyecanını yaşatıyor başlangıcında. Tabii buradaki durum çok daha vahim. Bu düşüş sonrası Afganistan’da görev yapmış elemanların ve olayı çeken habercilerin olduğu bir kurtarma helikopteri beliriyor perdede. Üç boyutlu filmdeki helikopterin uçuş sahnesi sanki maketmiş gibi yansıyor ya… O kadarcık kusur, bizim klâs ekibimizin performansının yanında affola. Zaten asıl dikkate alınması gereken de helikopterin uçuşu değil, kurtarma şeklinin mantığı! Bu mantık çerçevesinde de bizimkilerin yaptığı gibi, kazazedeye kanca uzatıp ‘Al sana bir kanca, nereye bağlarsan bağla’ kolaycılığı yok. Peki, ne var? Baştan sona akılcılıkla gelişen bir kurtarma operasyonu yaratma kaygısı var.

Afganistan’la buradaki görevin farkını ‘Üstüne ateş edilmemesi’ noktasına çeken kurtarma elemanı, telefonla kızı arayıp moral verir önce. Lakin ne kız öyle tek elde telefon bekler, ne de kurtarma ekibi gereksiz yere ‘Telefonu sakın kapatma’ der. Bu kısa konuşmanın ardından, müthiş bir manevra ile iki dağın arasındaki dar uçuruma girerek motoru sabitlemiş olan helikopterdeki kurtarıcı, beline halatı bağlayıp aşağı sarkar. Kızın kurtuluşunu garantilemek için de öncelikle aracın kaymasına yönelik tedbir alır. Görülesi sahnenin devamı filmde…

Anlayacağınız ‘San Andreas Fayı’ndaki bu kurtarma operasyonu, gayet özenli ve tartışmaya mahal bırakmayacak profesyonellikte. Böyle bir sahne yaratmamız mümkün değil mi? Neden olmasın. Öte yandan gerçek hayatta da her şey sallapati bir yaklaşımla ele alındığından dizi kazalarından-kurtarmalardan da dişe dokunur bir şey beklemek imkânsız gibi. Neticede çeşitli kazalarda kurtarmaya niyetlenilip, yanlış taktiklerle ölüme gönderilen bir dolu insan var olay çetelemizde. Yine de zararın neresinden dönülse kârdır mantığıyla, iyiyi örnek almak gerek.

‘San Andreas Fayı’nın bu yapıcı özelliğini geçip yıkıcı yönüne gelecek olursak… Burada da ünlü fayların büyük depremlere gebe olduğu varsayımı ve yüz yıllık suskunluktan duyulan kaygının yansıması çıkıyor karşımıza. Bizde sürekli gündeme getirilen ‘Büyük İstanbul depremi’ misali!

Kurtarma örneğinden, profesörün büyük depremler üstüne verdiği derse geçip göz korkutan senaryo, ‘Yıkıcı depremleri önceden tahmin etmek mümkün mü’ noktasına olayı bağlarken, 100 yıldır suskun kalan ‘San Andreas Fayı’ da yavaş yavaş göstermeye başlıyor kötü yüzünü. Öyle ki; ‘Eyy depremmm… Sen ne güçlüsün böyle’ dedirtircesine, devasa ölçekli sarsıntılarla insanlara haddini bildirmeyi kafaya koyan doğanın gazabı, ürkünç bir tablo yaratıyor. Korkunç olasılığı tsunami’yle pekiştiren sahneleri izledikçe, deprem baskısını üstünüzde hissedip her an her şeyin olabileceği gerçeğini özümsüyorsunuz. Tabii efektlerin müthiş gücü sayesinde!

İş kaygılarının, geleceğe dair planların bir sarsıntıyla güme gitme gerçeğini sergileyen ve suyun ölümcüllüğünün depremden beterliğini ustaca resmeden filmde oyunculuğa gelince… Vasat. Olayın öykü kısmı aile bazında tutulduğundan asıl başrol de, bana göre kahraman Ray (Dwayne Johnson) değil, doğrudan doğruya San Francisco’yu yerle bir eden deprem.

Sonuçta; Hangi konuda olursa olsun, kendine fazla güvenmenin en ustalara dahi hata yaptırabileceğini ‘kaza’ olayıyla saptayan… ‘Asla yıkılmaz’ övgüsüyle dikilen koca koca gökdelenlerin bile doğanın sınırsız gücü karşısında devrilebileceğini hatırlatan ‘San Andreas Fayı’, depremde önceden tahminin önemini vurgularken, bir yandan da elimizdekilerin değerini bilmemiz gerektiğini işaret eden bir ‘kaygı-övgü’ yapımı. Felaket anlarına dair tüyoları ve Amerikan bayrağına odaklanılarak verilen ‘Yeniden inşa edeceğiz’ mesajı da cabası. Kerametleri kendinden menkul senaryoların asla gerçekleşmemesi temennisiyle…

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal