İncir Çekirdeği’nden Unutulmayan Aşk’a…

Eleştirilerden pay çıkartma olgunluğuna sahip olmama anti demokratikliğinin neredeyse ‘Beni seveceksiniz’ noktasına vardırıldığı günümüzde, insanlar alabildiğine bencilleşmeye ve hoşgörüsüzleşmeye başlamışken gerçek ‘aşk’tan ne kadar bahsedilebilir, bilemiyorum. Çünkü sevginin en yoğun ve arzulu hali olan aşklar da, siyasetinden iş dünyasına karşımıza...

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

Öte yandan ekranlarımızda doldur-boşalt misali boy gösteren dizilerimizin çoğunluğunda da durum aynı… Bir iki istisna dışında şöyle kayda değecek bir aşk öyküsüne rastlamak mümkün değil. Kuralmışçasına yaratılan aşk üçgenlerinde işlenen ilişkilerdeki yüzsüzlüklerin, sülük gibi yapışmaların veya kavgacılığın arasında gerçek aşkın, hafızlara kazınacak türden bir sevginin sıcaklığını yakalayabilene aşk olsun.

Ne var ki senaryodan oyuncuya uzanan bu aşk yoksunluğunu dillendirince de tırnaklar çıkartılıveriyor. Ayaküstü sarf edilen birkaç sözcükle, uzun bakışmalarla ya da iş arası birbirinin peşinden koşturmakla aşkın izleyiciye yansıtılamadığını yazınca birileri, birilerinin savunmasına soyunuyor hemen. Ya aşkın, ‘ruh’ ile yaşanıp yansıtılabileceği bilinmiyor… Ya gözleri kapatıp vazifeyi yapma uğruna oyuncuyu yüceltme gayretkeşliğine girişiliyor… Ya da kimilerinin aşk anlayışı, dizilerden görünenle paralel! Artık neyse ne…

Şimdi, kurgu dünyasındaki aşk hallerini bitli baklanın kör alıcılarıyla baş başa bırakıp ve dahi Oscarlı oyuncunun bir bir başka roldeki performansından dolayı eleştirilebileceğini hatırlatıp aşk olayının sinemasal boyutuna geçecek olursak… Yaşamda değerini yitirmeye yüz tutan, dizilerde de donukluğa ve yozluğa kurban giden aşk olgusu neyse ki henüz sinemada dibe vurmuş değil… Özellikle de yabancı yapımlarda! Tabii yerlilerde de derin aşk örneğine kendince rastlamak olası.

Hal böyleyken biz de, layıkıyla yaşanan aşka değer verenlerden ve ekrandaki oyuncunun gözlerinde aşk duygusunu yakalama özlemi çekenlerden olduğumuzdan, yerli-yabancı kıyaslamasıyla, sinemadaki aşk hallerine değinelim dedik. Bunun için seçkimiz, bu hafta gösterime giren ‘İncir Reçeli 2’ ve ‘Unutulmaz Aşk’ın, aralarında dağlar kadar fark bulunan aşk yansıtmaları…

DETAYLAR VE MÜZİK OLMASA ‘İNCİR REÇELİ’ PİŞMEYECEK!

Eleştirilerden mümkün mertebe kaçınma klasiğine dönüştürülen, vizyona çıktığı gün kaçak göçek basın gösterimi yapma modasına uyarak seyirciyle buluşan ‘İncir Reçeli 2’, popüler kültüre oynayan sahneleri ve ‘Sana bir sır vereyim mi adam? Ölüler aldatılmaz’ türü kocaman sözleriyle, kimi yerde dizi tadı verse de, aşkı dizilere kıyasla daha fazla hissettirmeye çabalayan bir devam film!

Aslında aşk-dram filmlerinin devamının getirilmesi pek görülen bir durum değil. Zira iki insan arasındaki aşk, lastik değil ki çek çek uzasın. Ayrıca karakterlerin maceraları üstünden yürütülen, serileştirmeye müsait bir kahramanlık olgusu da yok dramatik aşk türünde. Aksi takdirde mesela Süpermen’in serisini yapanlar ‘Titanic’ten veya ‘Casablanca’dan da devam filmleri çıkartmayı akıl ederlerdi. Gel gör ki, bizim sinema algımız bambaşka. Dolayısıyla, romantik komedilerdeki ilişkilerin ‘aşk’ sayılamayacağı gerçeğinde, yabancıların aklına gelmeyen ‘aşk serisi’ yaratma mantığı bizim kendini gösterdi.

Bu nedenle aşka değil de, aşkın kahramanıyla onun müziğine odaklanan ‘İncir Reçeli 2’de aşkın özü yerine, aşk adına zoraki bir eylem buluşması mevcut. Ancak bu girişim de sadece dizi felsefesindeki, durumu idare etme çabasından ibaret… Aşkı hissettirme kısmı ise ‘Görsel detayların ve müziğin katkısı olmasa incir reçeli pişmeyecekmiş’ kıvamında, yitip gitmiş.

Konusundan ziyade müzikleriyle ünlenip kendi fan kitlesini yaratan ‘İncir Reçeli’nden üç yıl sonra gelen ve yönetmen-senarist olarak yine Aytaç Ağırlar’ı seçen devam filmi için yapılacak ilk yorum, ‘Herkesin bir hikâyesi var’ diyerek yola çıkarken aslında çok da orijinal ve farklı olmayan televizyon filmi tadında bir hikâye anlattığı yönünde…

Hatırlanacağı üzere, başlangıçta pek ilgi çekmemiş olan ve dramını yaratmak için HIV-AIDS olayını konusuna malzeme yapmasıyla Pozitif Yaşam Derneği’nin ‘Film, HIV ile yaşayanları tedaviden ve cinsellikten uzaklaştırıcı bilimsel gerçeklik taşımayan bilgiler içermektedir’ şeklindeki tepkisine maruz kalan ‘İncir Reçeli’, önyargı ve ayrımcılık yarattığı eleştirisiyle karşılaşmıştı. Yine de içeriğindeki aşk duygusunun doğal akışı, izleyiciyi etkileyen türdendi.

‘Türk Malı’nda Erman Kuzu’nun erkeksi iş arkadaşı Zehra olarak hatırlanan Şafak Pekdemir’e ilk sinema deneyimini yaşatan ve seyirciye, öncekini aratmayacak bir duygusallık vaadiyle sunulan ‘İncir Reçeli 2’ ise birinciye kıyasla, hayli yapay ve sıradan bir zorlama durumunda.

Gönlünün sokaklarında kandiller yanan aşk kahramanımız Halil Sezai’nin müzik rüzgârıyla yelkenlerini şişiren ‘İncir Reçeli 2’nin en dişe dokunur yönü, çok zor rastlanan erkek sadakatini, alkol duvarına çarparak, hissettirmesi…

Tabii ölüp gidenin ardından sadakat de bir yere kadar… Kadehleri devirmekse, istediğin kadar! İlk filmde ölüp giden Duygu’nun aşkını derin bir yasa çevirerek acısını içkiyle uyuşturmaya çalışan Metin’inki de, para parayı acı acıyı çeker misali, mıknatıs gibi kendisini bulan Gizem’le tanışıncaya dek sürer. Gizem, nefes alıyorsan bunun nimetlerinden faydalanmak gerek, felsefesiyle dalar olaya. Dahası, yaralı kadın havasıyla yaralı erkeği avlamak kolaydır. Bu aşk oyunu sürecine, ‘Türk Malı’ndaki Yarcan tiplemesini hatırlatmayı sürdüren canlandırmasıyla, ‘İncir Reçeli 2’nin öyküsüne dâhil olan Sinan Çalışkanoğlu’nun ‘Bırak maziyi’ tavsiyesinin verdiği gaz da eklenince, ölümüne sadakatin de noktası konur.

Klasik bar muhabbetinin bol içkili, melankolik ortamını yalnız kadına bulaşan sarhoş tipleriyle tamamlayıp dövmeli erkeksi kadın havasındaki aşkı öne çıkartan yapımın en büyük gafı ise ‘Zoruna gitmesin söyledikleri. Bir ayağı aksak alttan al’ cümlesiyle açığa çıkarttığı ‘Sakatlık-Hoşgörü’ özdeşleştirmesi!

Tıpkı henüz ekranla buluşmadan üç kez yayın günü değişerek enseyi karartan ‘Beyaz Karanfil’in tanıtımında Zülfü’ye seslenen dış sesin üstüne basa basa tekrarladığı ‘hasta-sakat çocuk’ vurgusu gibi, burada da ayrımcı söylemin iticiliği bulunmakta.

Aşkın; ‘İncir Reçeli’ gibi suyu sıkılıp sıkılıp kaynatılamayacağını, kaynatılınca da eski tadını veremeyeceğini hissettirirken… Galata’nın dibinden şişelerin dibine vurup rakıyı, bir nevi anestezi şeklinde niteleyerek olayı Affet’e bağlayan filmin yegâne gerçeğine gelince…

Müzikle başlayıp müzikle biten, finali finalsiz bırakma modasına uyarak ‘Tutarsa üçüncüsü de gelir’ mantığını ortaya koyan, beylik sözleri ani duygu patlamalarıyla buluşturup araya eğlencelikler sıkıştırarak geçişler yaratan filmden arta kalan… Farklı hikâyelerden fark yaratacak bir şey çıkmadığı ve hikâyelerin; kâğıt yanınca, et gömülünce bittiği!

KADERİ VE TANRI’YI SORGULAYAN ‘UNUTULMAZ AŞK’…

Amerikalı yazar Nicholas Sparks’ın çok satan romanından uyarlanan ‘The Best of Me/Unutulmaz Aşk’, bizim popüler kültür üstüne oynayan sinemamızdan yansıyan aşktan çok farklı bir tablo çıkartıyor karşımıza. Buradaki eski aşkın öyküsü, öyle rakıda balık olma, kendini barlarda müziğe vurma hallerinin ötesinde bir düşünsel derinliğe sahip.

Okyanusun ortasındaki petrol platformundan açılışını yapıp Stephen Hawking’in ‘Büyük Tasarım’ kitabını göstererek gökteki yıldızların ortak düşüne odaklanan film, yerin altından gelen basınçla platformda yaşanan patlamayı, Hawking’in, evrenin kökenini açıklamak için Tanrı’nın gereksizliğini ifade eden kitabındaki ‘Büyük Patlama’yla özdeşleştirerek başlıyor.

‘Kader yıldızlarda görülebilir mi’ sorusuna yoğunlaşarak, derin sulardan mucizevî bir kurtuluş yaşatan ‘Unutulmaz Aşk’, bir yandan sürpriz ölüm haberiyle 21 yıl önceki aşkı alevlendirip çok çeperli insan manzaraları sunuyor… Bir yandan da kadere inancını yitirenleri düşünceye yöneltip ‘Hayatın bir amacı var mı? Bizler, çizilmiş bir yolda mıyız’ felsefesinin derinliklerine sürüklüyor.

Dawson (James Marsden / Luke Bracey) ve Amanda’nın (Michelle Monaghan / Liana Liberato) arasındaki unutulmayan aşkın özverisini, 1992’nin sonbaharından günümüze uzanan süreçte yaşananları zaman dönüşümleriyle aktaran senaryo, bizdeki laf ebesi aşk filmi algısının sıkıcılığı ve yıkıcılığı yerine, yaşanmışlıkların güzelliğiyle şekillenen kaderi koyuyor.

Uyuşturucu olayını aile sorunu olarak işleyip kötü tohumdan iyi bir evlat çıkabileceği gerçeğini gösterirken ‘zengin kız-fakir oğlan’ aşkını aile engeliyle çelmeleyen… Ve nihayetinde ‘ölümden yaşam yaratan’ film, iç içe geçirdiği temaları buluştururken basit ama etkili bir dil kullanmakta. Bu ise romantizmi, koşulsuz sevmeyi ve her olayın bir nedeni bulunduğunu hissettirmesini kolaylaştırıyor.

‘Bazı insanlar bir ömür boyu çırpınır ama bir türlü aşkın güzelliğini yaşayamaz’ diyerek ayrılığı ve ölümün hüznünü, yıllar sonra yeniden yaşanan aşk dolu dakikaların mutluluğuyla bastıran ‘Unutulmaz Aşk’, duyguları o denli zarif bir dille aktarıyor ki buradaki doğallığa kapılmamak imkânsız.

Her şeye rağmen hayatın devam ettiğini, ‘Ya ikinci bir şansımız olsaydı’ düşüncesine bir bakış atarak işlerken, kötülüğü geçmişten geleceğe aktaran ‘Unutulmaz Aşk’, bizim filmlerden çok daha gerçekçi bir biçimde verdiği konu çerçevesinde, Tanrı’nın neden kötüleri hemen cezalandırmadığını, onlar ayakta kalırken neden hep iyilerin zarar gördüğünü sorgulatıyor.

Son tahlilde Michael Hoffman’ın yönettiği ‘Unutulmaz Aşk’; sadece gençlik hatasıyla yaşanmış ayrılığın kurbanı olan bir aşk öyküsü değil… Aynı zamanda çocuk sevgisinin vazgeçilmezliğini ve aile kavramını da olaya dâhil ederek aşkın büyüklüğüne yönelen ve bu mistik romantizmi, ikinci kez elde edilen şansın Evren’den Tanrı’ya uzanan kader şekillendiriciliğinde, ele alarak seyirciyle bütünleşen bir duygu harmanı!

İncir Çekirdeği’nden Unutulmayan Aşk’a tablo böyleyken… ‘İncir Reçeli 2’deki aşkın anasonlu tadı mı güzel? Yoksa ölümde buluşana dek vazgeçilmeyen sevginin yaşama döndüren gücünü aşkla ekilen çiçeklerin güzelliğiyle renklendiren ‘Unutulmaz Aşk’ın kaderci sorgulaması mı daha romantik ve dramatik?

Takdir, hayatı ve aşkı algılayış biçimine göre, seyirciye kalmış. Bizde ‘demokrasi’ esas olduğundan, kimileri gibi ‘Şunu seveceksiniz. Bunu eleştiremezsiniz’ diye diretmek yok ne de olsa!

Anibal GÜLEROĞLU