Kadın tacizi ve kayıp çocuklar Oscar’da!

Dünyadaki en fazla çocuk işçinin bulunduğu ve kaçırılıp seks ticaretine zorlanan çocukların sayısının yüz binlerle telaffuz edildiği ülkede tüm bu sorunların kökeninde yatan baş nedenin fakirlik olduğu kesin.

Anibal Güleroğlu Anibal Güleroğlu

‘Sinema; neyin çerçeve içinde, neyin dışında kalacağı meselesidir’ demiş, Oscar dâhil olmak üzere pek çok ödüle layık görülen dünyaca ünlü yönetmen-senarist Martin Scorsese... Sinemanın hayatın içinden konular üstünde yol aldığını ve bu meyanda gördüklerimizin gerçeklerin sadece bir kısmı olduğunu en kestirmeden anlatan güzel bir söz. Kuşkusuz fantastik öyküler, bilim kurgunun yarattığı dünyalar da sinema denilen engin anlatım aracında kendilerine yer buluyor. Ancak özellikle dramalarda asıl ağırlık, gerçekle paralel yol alan duygularda ve yaşamsal olaylarda.

Nitekim açıklanan Oscar adaylarının içeriklerine baktığımızda kurgu dünyasının gerçekçi yönünü daha net görebiliyoruz. 89. Akademi Ödülleri’nin adayları arasında gerçek olaylara dayalı senaryoları ağırlıkta. Mesela En İyi Film dalındaki adaylardan üç Afrika kökenli Amerikalı bilim kadınının NASA’daki uzay çalışmalarında gösterdikleri başarıyı anlatan ‘Hidden Figures/Gizli Sayılar’… Silah taşımayı reddederek katıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda sağlık görevlisi olarak görev almanın yanı sıra tek başına pek çok kişiyi kurtararak Onur Madalyası kazanan ilk vicdani retçi unvanını alan Desmond Doss’u işleyen ‘Hacksaw Ridge/Savaş Vadisi’… 1950’lerdeki ırkçılığı bir babanın mücadelesi üstünden yansıtan ‘Fences’… Siyahî bir insanın zorlu hayat şartları içinde yetişmesini ve kendini bulma hikâyesini evreleriyle veren ‘Moonlight’… Ve Hindistan’da yaşanmış bir olayı anlatıp kayıp çocuk vakalarına dikkat çeken ‘Lion’.

Bunların dışında En İyi Yabancı Film dalındaki adayların senaryoları da hayatın gerçeklerine dair… Bir babanın iş dünyasındaki mücadeleci düzene kapılıp insanlığını unutan kızıyla iletişim kurma çabasını, hayat-insan-mutluluk kavramlarını sorgulatarak işleyip modern yaşamdaki koşturmaların boşluğunu ortaya koyan ödüllü Alman yapımı ‘Toni Erdmann’… Asghar Farhadi’nin senaryosunu yazıp yönettiği tacize dair bir İran öyküsü olan ‘The Salesman/Satıcı’… İkinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş çocuk denecek yaştaki Alman askerlerine Danimarka’daki mayınların temizletilmesini konu alıp savaşın zalim yüzünü yansıtan ‘Land of Mine’… Tanna Adası’ndaki Yakel kabilesinden yürek burkan bir öyküyü işleyen ‘Tanna’…

26 Şubat’ta Hollywood-Dolby Theatre’da düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak olan 89. Oscar Ödülleri’nin adaylarının senaryoları böylesine gerçeklere dayalıyken Oscar sürecinde kayda değer yapımları ara ara yorumlayarak tanıtmak istedim. Bu yazıda kadına tacizi ve kayıp çocuk konularını işleyen ‘Satıcı’ ile ‘Lion’ filmlerini ele alacağım.

İRAN’DAN BİR ‘TACİZ’ ÖYKÜSÜ…

Erkek egemen dünyanın en vahim konularından biri, kadın ve çocuklara yönelik tacizler. Bu kötü alışkanlık öylesine yaygın ki ne ülke tanıyor, ne yaş sınırı, ne de inançların baskıcılığını. Dolayısıyla karaktersizliğin insani değerleri ve vicdanı yok ettiği gerçeğinde, her toplumda tacizin türlüsü yaşanabiliyor. Nasıl ki, 84. Akademi Ödülleri’nde ‘Bir Ayrılık’ filmiyle En İyi Yabancı Film Oscarı’nı alan Asghar Farhadi’nin yeni filmi de bu mantık üstüne kurulu. 69. Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanmanın yanı sıra Shahab Hosseini’e En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü de getiren ‘The Salesman/Satıcı’ isimli yapım bize İran’dan bir taciz etkileşimi sunmakta.

Yandaki kazı çalışmalarından dolayı çökme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir binanın tahliye kargaşasıyla açılışını yapan ve bu yönüyle ülkemizin toplumsal manzarasına benzer bir tablo sunan filmin kahramanları, Rana ve Emad isimli Hıristiyan çift. Ancak Asghar Farhadi’nin diğer yapımlarında olduğu gibi burada da asıl başroldekiler ‘ev hayatı-şehir yapısı-insan ilişkileri’… Filmin diğerlerine kıyasla ekstrasıysa, öyküsünün içine Arthur Miller’ın ‘Bir Satıcının Ölümü’ isimli oyununu yerleştirerek İran’daki tiyatro olgusuna da yer vermesi!

Erkek okulunda edebiyat öğretmenliği yapan Emad’la karısı Rana, kültürel gelişimlerini dış görünüşlerine de yansıtan arkadaşlarıyla birlikte bir tiyatro kumpanyasını ayakta tutmaya çalışan İranlılardan. Yani yaşam biçimleri ve dünya görüşleriyle modernliğe odaklı bir çift konumundalar. Ancak yaşanan taciz onların ahlak anlayışını açığa çıkarttığında görüyoruz ki, toplumun dayattıkları her halükarda üstün gelmekte. Tiyatro faaliyetinde aşırı sansürden söz eden ve kadın oyuncunun paltolu haliyle çıplak olduğunu söylemesi üstünden ülkedeki gerici durumu trajikomik hale çeviren yapımın taciz konusuna girişi, Emad’ın taksideki oturuş şeklini cinsel taciz olarak görüp yer değiştiren kadınla olmakta. Kadının bu haksız ithamını, ‘Daha önce başka bir erkek kendisini taciz etmiştir. Bundan dolayı o da bütün erkekleri böyle görüyor’ şeklindeki düşünceyle normal karşılayan Emad’ın gerçek tacizle yüzleşmesiyse, karısı Rana’nın başına gelenler! Kendilerinden önceki kiracının erkekleri evine kabul eden kötü(!)kadın olduğunu bilmeden arkadaşlarının evini tutan ve bir anlamda arkadaş kazığı yiyen çiftin dünyası Rana’nın dikkatsizliğiyle bir anda kararıveriyor.

Sadece kişilerin değil evlerin de mimleneceğini gösteren bu akışta tacizin yegâne yansıması, hastanelik olan Rana’nın ‘Keşke ölseydim’ mantığıyla tepki verişi ve evdeki izler… Yaşanan binanın aile yeri olduğuna güvenip sorgusuz kapı açmanın ne denli yanlış olduğunun altını çizen bu taciz olayını görsele dökmeden işleyen ama söylemleriyle tecavüz vakasını sürekli hissettiren öykünün kırılma noktasına gelince… Kocalık egosunu açığa çıkartan Emad’ın suçlunun peşine düşme aşaması. ‘Polis neyi çözmüş ki’ mantığıyla kendi işini kendi halletmeye kalkan kocanın karısına yaklaşımını, kadının duygusal yıkımı ve ürküntüsüyle harmanlayıp sunan yapım bu aşamada ailelerin huzurunun-mutluluğunun tacizle nasıl bozulabileceğini gayet basit bir dille aktarmakta. Asghar Farhadi’nin sinemasal özellikleriyle ilerleyen bu süreçte yaşananlar bir yandan İran’daki toplumsal dokuyu yansıtıyor, bir yandan da en kültürlü insanların dahi ahlaki değerlerde ne denli hırsa kapılıp tutuculaşabileceğini gösteriyor. Tacizin dışarıdan bakıldığında üstüne kondurulamayacak birinden gelmesiyle, ahlaksızlığın, yaşlılarla da ortaya çıkabileceğini işaret eden yapımın, kötülüğü parayla telafi etme alışkanlığını saptaması da yerinde bir ayrıntı.

İran’daki tacizlerin nasıl kapalı kapılar ardında kaldığını resmeden ‘Satıcı’nın bir diğer özelliği, tacizlerde polisin işin içine karıştırılmak istenmemesi, olayı dillendirmekten ve yaşanan tecavüzle yüzleşmekten kaçınılması gibi detayların kapalı-tutucu toplumların ortak yönleri olduğunu işaret etmesi! Filmin en dikkat çekici yönüyse, kepçe darbesiyle harabeye dönen binadan insani yok oluş ve başlangıç çıkartması!

Sonuçta; ‘Satıcı’, tıpkı kepçe gibi, aile temelini sarsışını abartısız bir doğallıkla aktaran… Ahlaki ikilemler üstüne bir yansıma. Yapılaşmanın şehri bozduğu söylemini, yasakçı zihniyete göndermeleri ve özgürlüğün ancak ölümle olabileceği mesajcılığını içeriğine yediren filmde, erkeğin ölümcül intikam hırsına ve kadının ruhen yaşadıklarını algılama eksiğine karşı kadının tacizciyle yüzleştiği noktada hemcinsini baz alarak vicdani yüzünü göstermesi ve özgüvenini kazanması bu ikilemin düşündüren yönleri. Muhakkak ki, ‘Satıcı’nın taciz öyküsü Batılı mantıkla yapılmış filmlerdeki gibi değil. Ancak İran’dan kopup gelen bu manzara, kadınların ve erkeklerin taciz karşısındaki duygularının-davranışlarının aşağı yukarı aynı olduğunu algılamak adına güzel bir örnek. Oscar şansı da yüksek gibi.

KAYIP ÇOCUK VAKALARINA ‘ASLAN’ BAKIŞI

Küçük işçiler ve yıllık sayıları 80 bini aşan kayıp çocuklar… Hindistan’ın kanayan yarası! Dünyadaki en fazla çocuk işçinin bulunduğu ve kaçırılıp seks ticaretine zorlanan çocukların sayısının yüz binlerle telaffuz edildiği ülkede tüm bu sorunların kökeninde yatan baş nedenin fakirlik olduğu kesin. Sheru yani ‘Aslan’ olan gerçek ismini Saroo şeklinde telaffuz eden küçük çocukla abisi Guddu’nun trenden kömür çalmasını göstererek Hindistan’daki sefalete ayna tutan ‘Lion/Aslan’ da bu fakirliğin yol açtığı tüm çarpıklıkları özetleyen bir yaşanmışlık.

Saroo Brierly’nin anı kitabı ‘A Long Way Home’dan uyarlanan ‘Aslan’, kelebeklerin özgürce uçtuğu kırsalda yoksulluğa esir olanların yaşam alanlarındaki sefaleti olanca çıplaklığıyla sergileyen yapımın gelişim noktası, işe giden abisiyle birlikte yola koyulan beş yaşındaki Saroo’nun uyuya kaldığı kompartımanla evinden 1600 km uzağa düşmesi.

1986 yılından başlayıp 2012 yılına dek uzanan bu kayıp çocuk vakasını işlerken Hindistan’ın ve Kalküta’nın toplumsal sefaletini alabildiğine yansıtan film, sokak çocuklarını kaçıranlara karşı resmi görevlilerin olanı biteni sessizce izleme duyarsızlığından, evsiz çocukları işçi veya seks aracı olarak kullanmayı amaçlayan tacizcilerin kandırmacı yüzlerine… Pek çok olumsuz konuya değinmekte. Bölgedeki çocuk koruma evlerinin kötü ortamını, çocuk tacizciliğiyle buluşturarak sunan içerikte Hintli fakir kadınların taş ocakları gibi ağır işçilik gerektiren alanlarda çalıştırılıyor olmaları da vurgulanmakta.

Küçük yaşta sokaklarda tek başına yaşam mücadelesi vermek zorunda kalan Saroo’nun kaderinin, kendisini evlat edinen ve mutlu bir aile ortamı sağlayan Avustralyalı çiftle değiştiği yaşam öyküsündeki en vurucu mesajsa, ‘Hayli kalabalık olan dünyada çocuk doğurmaya alternatif olarak, fakir bölgelerdeki kimsesiz çocukların evlat edinilerek yetiştirilmesinin tercih edilebileceği’ yönünde!

Neticede; Dev Patel, Nicole Kidman gibi isimlerin yer aldığı ‘Lion/Aslan’, Asya’nın dramatik yüzünü Oscar’da yansıtan gerçek olaylara dayalı bir yaşam öyküsü. Bir yanda zenginlik hüküm sürerken hemen yanı başında kimsesiz-kayıp çocukların yarattığı devasa sefaletin-acının umursanmadığı coğrafyadan belgesel kıvamında görüntülerle dramını güçlendiren bu öyküden dünya ne derece etkilenir derseniz… Dünyanın tek ihtiyacının sevgi ve eşitlik olduğu gerçeğinde, sevgisizlik ve açgözlülüklerle yaratılan savaşların-yoksullukların baş kurbanları her daim çocuklar olacaktır.

Dahası her kayıp Hintli çocuğun, Jalebi denen Hint tatlısıyla depreşen anılar sonucu ailesini aramaya başlayan ve Google Earth aracılığıyla bu amacını gerçekleştiren Saroo(Sheru/Aslan) kadar şanslı olmadığı da kesin. Yabancıların, koyu renk tenlilere iyi bir yaşam sunma yüceliğiyle gerçekleştirdikleri evlat edinmelerde bu olanağın kötüye kullanılması da her zaman için olası bir tehlike. Yine de finalinde öykünün gerçek yaşamdaki kahramanlarını seyirciye sunup kayıp çocuklar konusunda destek isteyen ve evlat edinilenlerin öz çocuk gibi sevilebileceğini gösteren ‘Lion/Aslan’, Oscar şansı güçlü olmasa bile, bu konuda bilinçlendirici ve yol gösterici gerçek bir örnek.

Kadın ve çocukların istismara uğramayacağı; eşitsizlikler karşısındaki hak arayışlarının kurgulardan çok daha ileri düzeylere ulaşabileceği bir dünya temennisiyle… İyi seyirler.

Anibal GÜLEROĞLU

[email protected]

www.twitter.com/guleranibal