Bir varmış, bir yokmuş misali akıp giden hayatta efsane olmak, iz bırakmak kolay başarılacak şeyler değil… Hele de seçenek bolluğundaki insanoğlunun maymun iştahlılığının arttığı günümüzde, hoşa gidecek türden işlerle isimleri kalıcı kılmak çok daha zor. Zira önemli olan iyilikle-güzellikle anılıp efsaneleşebilmek… Yoksa zorbalıkla-adaletsizlikle de nice izler bırakılabilir… Hem de en onarılmaz hasarlar, insanlık adına istenmeyen durumlar yaratarak!
2015 yılı bu bakımdan hayli anlamlı bir tablo çıkarttı karşımıza… Önce 1980 darbesiyle ülkenin ve sayısız insanın kaderini etkileyerek izini bırakan 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren yumdu gözlerini, geçmişin yanlışlarına dair yorumları ekranda canlandırarak… ‘Asmasaydık da beslese miydik’ sözüyle efsaneleşen Kenan Evren’in yaşama vedasının üstünden kısa bir süre geçmişti ki, Türkiye tarihini şekillendiren bir isim daha aramızdan ayrıldı. ‘Barajlar kralı’ lakabıyla tarihe geçen, çeşitli icraatları ve tartışmalarıyla efsaneleşen, şapkasıyla bütünleşip maruz kaldığı darbelerle dönemlere damga vuran ve ‘Dün dündür’ sözüyle siyaset gerçeğini çok güzel özetleyen 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Sadi Demirel’i de kaybettik 2015’te… Hayat bu. Peş peşe hayata veda eden liderlerin izleri tarih boyu sorgulanacak, takdir veya eleştiriyle değerlendirilecektir elbet. Yorumlar nasıl olursa olsun neticede ikisi de birer efsane kendince.
Peki, gerçek dünyada hal böyle de kurguların efsaneleşmişi yok mu? Olmaz olur mu, tabii ki var. Mesela; Tarzan, Herkül, Tarkan, Kara Murat… Efsaneleşmiş yabancı diziler de bir dolu… ‘Herkes yalan söyler’ diyen House, Mr. Spock başta olmak üzere her karakteriyle efsaneleşen Uzay Yolu, ‘Zaman Lordu’ kimliğiyle bilim kurguya farklı bir tat kazandıran Doctor Who, her bölümü gizem dolu olan Lost, katilliğin farklı yüzü Dexter, hapishaneden kaçışı efsaneleştiren Prison Break, arkadaştan arkadaş beğen kıvamında Friends, dedektifliğin büyülü dünyası Sherlock Holmes, sezon finaliyle şok yaşatan Game of Thrones ve niceleri… Kısacası adamlar ‘efsane yaratma’ işini iyi biliyor. Bizdeki efsane kurgular cephesinde durum nasıl?
Replikleriyle de iz bırakan yabancı yapım bolluğuna karşın yerlilerimize dönüp baktığımda, ne yalan söyleyeyim öyle çok derinden etkileyen çeşni pek gelemiyor aklıma. Mesela; 14 yıl ekranda kalmayı başaran ‘Bizimkiler’, dizi tarihimizin köşe taşlarındandı. ‘Ezel’ de özellikle Ramiz Dayı’nın özlü sözleriyle hayli ses getirmişti. Dönem dizisi olarak ‘Çemberimde Gül Oya’ favorim… Taş fırın erkeğiyle akıllarda yer eden ‘Çocuklar Duymasın’ da var… Şener Şen ve Türkan Şoray’ı buluşturup Samatya Meydanı’nı Türkiye’ye tanıtan ‘İkinci Bahar’… ‘Süper Baba’, ‘Perihan Abla’ derken günümüzde yıllara meydan okuyarak ayakta kalmayı başaran ‘Arka Sokaklar’ ve artık resmen bir rol modele dönüşen Polat Alemdar’ın ‘Kurtlar Vadisi’… Tüm bunların dışındaysa, çiçeği burnunda finaliyle hafızalardaki yerini alan ‘Karadayı’!
ACELEYE GETİRİLMİŞ BİR FİNAL SÜRECİ
Hayatın kendisi de dâhil olmak üzere tüm öyküler giriş-gelişme-sonuç aşamalarına sahiptir… Ve bana göre de bunlardan en önemlisi, sonuç yani final sürecidir. Çünkü akılda kalıcılığın, efsaneleşmenin can damarıdır! Daha net ifadeyle final, zurnanın zırt dediği yerdir. Başarılı bir işin finali; baştan savmayı, kestirme gidişi kaldırmaz. Adaletin-mutluluğun sindire sindire yaşandığı bir akışla gelmelidir final ki onca zamanın beklentisi hakkıyla tatmin edilsin. Aksi yapıldığında, efsaneleşmeye müsait işin şanına uymaz. Tartışma kaldırmaz bu gerçeğe karşın bizdeki işlerin çoğunda, finali kestirmeden verme alışkanlığı hâkim durumda. Ne yazık ki, ‘Karadayı’ da bu tarz bir finalle yollandı ekranlardan.
Yeni sezonda da birkaç hafta süreceği haberi medyaya yansıyarak sevindiren ama sonrasında dizi dünyasında her an her şeyin yalan çıkabileceği olgusunu bir kez daha hatırlatırcasına gelen final, evdeki hesabın çarşıya uymadığı ‘Karadayı’da sonuca giden sürecin birdenbire hızlandırıldığı izlenimini yaratacak türdendi.
Final bölümünün tanıtımında tüm aileyi Mahir Kara’nın mezarının başında toplayarak merak uyandırıp bölüm bitişindeki sürprizle Mahir-Feride aşkının tutkunlarını coşturanlar, sözde adaleti sağlayıp herkese hak ettiğini verdiler sonuçta ama bunu işlerken aceleye getirilmişlik havasını da fazlasıyla teneffüs ettirdiler bize. Öyle ki, bölümler boyu türlü kurnazlıklarına ve kötülüklerine şahitlik ettiğimiz güçlü karakterler topyekûn bir anda şapşallaştı, çaresizleşti ve kendilerine yakışmayacak basitlikte sonlarla cezalarını buldu.
Oysa Kenan İmirzalıoğlu, Bergüzar Korel, Yurdaer Okur, Melike İpek Yalova, Rıza Kocaoğlu gibi isimlerin katılımındaki veda yemeğiyle yolculuğunu noktalayan ‘Karadayı’nın adalet ve hak arayışındaki efsanevi mücadelesinde finale gidilirken çok daha derinlikli ve doyurucu etaplar yaratılabilinirdi. Böylece hem karakterlerin onca zamanki duruşlarıyla çelişkiye düşülmezdi, hem de bariz kestirmecilik sergilenmezdi.
Arkasından atlı koşuyormuşçasına zaman atlamalı ve derinliksiz işlenilen final sürecine doğru çözümlere gidilirken baş falso Bakan Bey’den geldi… Burnu her şeyin kokusunu alan, hinlikte sınır tanımayan biri için kendi ayağıyla tuzağa düşmek ne derece inandırıcı durdu? Hiç. Gerçek hayatta minareyi çalanların anında kılıfı hazır ettiği gerçeğiyle çelişen Bakan Bey’in fiyaskosunu ‘O dönemin dalavereci politikacılarının acemiliği’ noktasında hoşgörüyle karşılasak bile ölümden dirilen Turgut Savcı’nın akıbetine mazeret bulmamız mümkün değil.
Turgut Savcı’nın fırsat varken kaçmak yerine ille de âlemin patronu olma hevesiyle ortalıkta esip gürlemesi… Ortalık bulandığında evinde beklemesi ve kolayca yakalanması… Hele hapse girerken bile adamlarına talimat verme dirayetini sergilemesine karşın birdenbire hücreye tıkılı üşütük hale gelmesi gerçekçi mantığa hiç uygun değildi.
Onca azılı kabadayıyla baş eden, gözünü kırpmadan adam öldüren Belgin’in yaptıkları deseniz… Tam anlamıyla saçmalıktı. Mahir’den yardım istemek yerine pekâlâ kendisi sınırı geçip kaçabilirdi veya Anadolu’nun bir şehrine gidip rahat rahat yaşayabilirdi. Tut ki yakalandı emniyette müdürü öldürmek yerine bağırarak yardım da ister böylece idamdan kurtulurdu. Dahası adliyeden kaçış sahnesi ve yakalanışı da fazlasıyla komikti. Sokak arasında kaybolmak varken, elde bıçak uluorta yürümek ve Feride’yle tartışmaya girip keklik gibi avlanmak Belgin’in profesyonelliğine kesinlikle uygun düşmemişti.
Seyis deseniz… Tencere tava, Seyis de ayrı bir hava. Sözde vicdan hesaplaşması yaptı da, geçiniz bir kalem. Çocuğunu yetimhane kapısına atmakta sakınca görmeyen Necdet’in bir anda depreşen kızım-karım tutkusu bundan daha çocukçaydı. Para çantasını Ayten’e yollatmak yerine kendi alıp o da rahatlıkla kaçabilirdi. Ama yok. Senaryo mantığı ille de tüm kötülere cezasını buldurmaya soyunduğundan, o da mantık dışı davranıp saçmaladı tabii. Ne de olsa ‘Her şeyi başlattığı gibi her şeyi sonlandıran kişi olma’ sıfatı yüklenmişti kendisine ve el mahkûm uyacaktı kurgunun gerçekle zıtlaşan hayalci adaletçiliğine.
En nihayetinde; Beş yıllık süreçte minnak bebeleri hormonlayıp kocaman çocuklar olarak karşımıza çıkartan ‘Karadayı’ finali, kayda değer bir performansla efsanesini taçlandıramadı. Mahir’in öldüğünü ilan eden patlama sahnesinin sürprizi hariç heyecan da yoktu… Ki, orada da ‘Herkesin bildiği sır, sır değildir’ tarzında bir mahalleli haberdarlığı ve rahatlık vardı zaten.
KARADAYI’DAN GERİYE KALANLAR…
Daha önce de yazdığım gibi, Kenan İmirzalıoğlu’nu devleştiren ‘Karadayı’, özenli öykü geliştirmesiyle, mesajcılığını ve ömrünü uzatma kapasitesine sahip bir yapımdı. Ancak olamadı. Yolsuzlukları, kaçakçılıkları şahsi hırslar bazında tutup olayları derinleştirme ve kervancının develerini ürkütme riskine girmeden noktayı koyma yolunu tercih etti. Bize de bu durumda yapımcı tercihine saygı duyup ‘Karadayı’dan geriye kalanları vurgulamak düştü.
Genelinde Mahir’in sert-sıcak bakışlarında kaybolup adaletin karanlık dünyasındaki savaşına ortak olduğumuz, kimi zaman Feride’nin duygu bocalamalarında sinirlendiğimiz, Nazif Baba’nın şiirleriyle hislendiğimiz, Turgut Savcı’yla haksızlıklara isyan ettiğimiz ‘Karadayı’nın bize verdikleri, onun efsanesinden geriye kalanlar saymakla bitmez ya... Kısaca sıralayalım…
-Şimdilerde unutulmaya yüz tutan el emeği kunduracılığı konusuna dâhil ederek adeta kanserojen Çin malı ayakkabılara kafa tutan ‘Karadayı’da, ‘Ne olursan ol, yürekten yap’ diyen Nazif Baba sayesinde kunduranın rahat olmazsa bir kıymeti olmadığını öğrendik mesela…
-Müebbet alan Necdet, adalet sisteminin inceliklerini ve adamına göre işleyişini‘Ceza kesilir. Kimi yatar, kimi kaçar’ diyerek ne de güzel özetledi bize.
-Mahir ile Feride’nin oğlu Nazım Deniz üstünden, düşlenen özgür dünyanın kurulacağına dair göndermeleri izlerken, bu yolda nice Nazımların, Denizlerin, Berkinlerin, Erdalların harcandığı karamsarlığına kapılıp o günleri görmeye ömrümüzün yetip yetmeyeceğini düşünür olduk.
-Bir yandan baba ocağının huzur getiren sığınak olabileceğini hatırlarken, diğer yandan Altın Ses birincisi Alev ile Zeynep’in huzurunu tehdit eden Necdet’in sıfatında, bebekliğinde terk ettikleri çocukları büyüyünce babalıkları akıllarına gelen erkek müsveddelerinin zorbalığıyla yüzleştirildik… Tabii anlayana.
-Kendilerini Kaf dağında sultan sanıp her yere hükmetmeye çalışanlara da mesajı vardı elbet ‘Karadayı’nın… Ne kadar yükselirsen düşmeye o kadar yakın olursun, diyerek! Ders alabilene.
-Gücün bilekte değil yürekte olduğunu aklımıza kazırken yüreğindeki sevgiyi kaybetmemeyi öğrendik, nice badirelere göğüs geren Mahir ile Feride sayesinde… Günümüzün tahammülsüz çiftlerine örnek niteliğinde.
-Kapı komşun ağlarken gülünemeyeceğini, yardımseverliğin güzelliğini hissettik bunlardan yoksun yaşamlarımız gerçeğinde. Annelerin babaları, babaların da anneleri çok sevdiği evleri meleklerin koruduğunu söylerken ‘Karadayı’, toplumumuzdaki aile yapısının nasıl kavga ve şiddet dolu olduğunu bir kez daha anımsadık en derinden.
-Adalet sisteminin her devirde boşluklarla dolu olduğunu aktaran dizide, kaçaklar elini kolunu sallayıp gezerken suçsuzların pisipisine kodeslerde çürüdüğünü görüp öfkemizi perçinledik.
-Haklının yanında, haksızın karşısında duranların da var olabileceğini izleyip hiç olmazsa kurgu dünyasından teselli bulduk, öldüren yerine öldürülenin suçlandığı gerçek olaylara karşı. Böylece güçlülerin değil haklıların kazanabileceğine dair hayallere daldık haftanın bir günü.
Neticede diyeceğim o ki; Sevgiyi anayasa, vicdanı pusula, adaleti tek hakikat gören ‘Karadayı’ ile birlikte, zaten bilinen ama suskunlaşmaktan unutulur hale gelen ne varsa haktan ve sevgiden yana, yaşadık yüreğimizin en derininde. Anlayacağınız bazen ödülün bedelinin büyük olabileceğini söyleyerek veda eden ‘Karadayı’nın er ya da geç tecelli eden adalet tesellisindeki hikâyesi, sonunda herkesin hak ettiğini yaşayacağı mesajıyla, paraya şereflerini satan ve kabadayılığın raconunu yerle bir eden mafyaların hüküm sürdüğü gerçek dünyaya mim koyarken o sımsıcak öyküsüyle çok şey verdi bize. Teşekkürler emeği geçenlere.
Adalet paranın esiri olmuşken soğuk duvarlar arasında, bir umut doğabilir en umulmadık zamanda! ‘Karadayı’ efsanesinden yaşama, kötülüklerin cezasız kalmaması umuduyla…
Anibal GÜLEROĞLU